Düşünce ve Kuram Dergisi

Tarihten Günümüze İktidarın “Gerçek” ile İmtihanı

Orhan Kendal

Sosyal bilim ile ilgili konuları incelerken işe kavramlardan başlamak gerektiğini düşünüyoruz. Egemen sınıflar kavramlarla oynayarak, kavramları özünden boşaltarak ya da kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde yeni anlamlar yükleyerek algılar oluşturmakta ve zihinleri bu tarzda biçimlendirmeye çalışmaktadır. Bir iktidar bunu başardığı oranda hegemonik bir özellik kazanarak iktidarını sağlama almaya çalışır. Sistem karşıtı güçler öncelikle buradan başlayarak bir düzeltmeyi yapmak durumundadır. Sistem öncelikle zihinlerde çözümlenmeli, deşifre edilebilmeli ve alternatif paradigma zihinlerde netlik kazanmalıdır. Devletçi uygarlık güçleri politika veya siyaseti tümden kendilerine mal etmekte, devlet yönetimi, devlet işlerini yürütme vb. olarak tanımlamaktadır. Buna karşılık devlet öncesi veya devlet dışı topluma ise politika veya siyaset adına hiçbir vasıf atfetmemektedir. Bu toplumlar politika dışı veya apolitik toplumlar, ilkel ve geri topluluklar olarak görülmektedir. Bunun büyük bir çarpıtma olduğu açıktır. Politika toplumun asli bir özelliğidir. Politika ve ahlak toplumu tanımlayan ve var eden temel özelliklerdir. Politikasız bir toplum düşünülemez. Politikasız toplum dağılmayla yüz yüze olan bir toplumdur. Politika bir toplumun ekonomiden savunmaya, günlük işlerini yürütmekten taktik ve stratejik planlamalarına ve kendini yönetmeye kadar bütün bir alanı kapsamaktadır. Toplumun kendi içinde tartışması, karar alması ve yönetimini seçmesi demektir.

İddia edildiği gibi politikanın devletle yakından ve uzaktan bir ilişkisi yoktur. Devlet ve iktidar politikanın gaspı anlamına gelmektedir. Toplum politika yapar, devlet ise idare eder. Toplum ahlakla yönetir, devlet ise hukuk ve yasa ile hükmeder. Toplum politika ile demokratik bir yönetimi kendi içinden çıkarır, devlet ise iktidar kurar. Politika, demokrasi, özgürlük vb. kavramlar devletin karşıtı olan kavram ve gerçekliklerdir. Ancak devlet bu kavramları kendini toplum nezdinde meşrulaştırmanın birer aracı olarak kullanmaktadır. Bu kavramları kendisi için bir maske, bir örtü veya eki, uzantısı olarak kullanmaktadır. Bu konuda önemli bir algı yarattığı ve başarı gösterdiği de anlaşılmaktadır.

Bu nedenle toplumsal alanın siyasetle ilişkisini incelerken bu kavramların yerli yerine oturtulmasına ihtiyaç vardır. Devletçi uygarlık güçlerinin yüzündeki maskeleri indirmeli, arkasına saklandıkları örtüleri kaldırarak deşifre edilmelidir. Bu da en başta sosyal bilimin görevi olmaktadır. Sosyoloji ve tarihi doğru bir yöntemle ele aldığımız oranda “Gerçek” nedir ve bu “Gerçekten” uzaklaşılarak nasıl bir sanal dünya yaratıldığına, bunu kimin ve niçin yaptığına daha iyi anlam verebiliriz.

Toplumsal doğayı zaman ve mekan içinde bütünlüklü olarak ele almak durumundayız. Pozitivist sosyolojinin yaptığı gibi tarihsel gelişiminden kopuk ve olguyu kendi başına ele alan bir inceleme bizi sadece yanlışa değil, tehlikeli sonuçlara da vardırır. Sosyal bilimin krizi ve sorunlara çözüm olamaması bununla bağlantılıdır. Toplumsal doğayı tarihten ve tarihi de sosyal bilimden kopuk olarak ele alamayız. Hakikat bir bütündür. Bu nedenle F. Brudel’in dediği gibi; “tarih sosyolojikleştirilmeli ve sosyoloji de tarihselleştirilmelidir.” Toplum ve tarih bu yöntemle ele alındığında hakikatli sonuçlara ulaşılabileceğine inanıyoruz. Bu perspektiften baktığımızda “Gerçek’ten ne zaman koptuğumuzu daha iyi çözümleyebiliriz.

Toplumsal doğanın hakikatinden kopuşu sadece kapitalizmle başlayan bir süreç olarak görüp izah edemeyiz. Kapitalist modernite sanal dünya yaratmanın zirvesini oluşturmaktadır. Yabancılaşma ve gerçekten kopuş konusunda hiçbir sistem belki kapitalizmle kıyaslanamaz. Ancak bunun da bir tarihsel geçmişi olduğunu bilmek ve görmek durumundayız. Kapitalizm kendi başına ezel ebed bir sistem değildir. Kapitalist modernite beş bin yıllık devletçi uygarlığın bir parçası ve devamıdır, son aşamasını ve çağdaş biçimini ifade etmektedir. Kapitalist modernite bu başlangıca dayanmakta ve bu temel üzerinden gelişmektedir. Temeli anlamadan sistemin genelini de anlayamayız. Ali Fırat’ın dediği gibi; “tarih günümüzde saklı, biz tarihin başlangıcında saklıyız.”

Toplumsal çelişkileri sadece kapitalist sistemin içinde aramak ve çözümü de bunun üzerinden geliştirmeye çalışmak Marksist paradigmanın ve sosyolojisinin en temel yanılgı ve yanlışlarından birisi olmuştur. Esas çelişkiyi kapitalizmdeki ezen ezilen sınıf çelişkisiyle sınırlandırmak eksik bir değerlendirmedir. Yine sınıf çelişkisini ve sınıflar arası mücadeleyi tarihin devindirici, değiştirici ve geliştirici gücü ve motoru olarak tanımlamak yetersiz bir çözümlemedir. Bunu da kapsayacak şekilde esas çelişkiyi doğal toplum ile devletçi uygarlık arasındaki çelişki olarak belirlemek daha doğru ve gerçekçi olacaktır. Bu çelişkiye dayanarak mücadele esas olarak devletçi uygarlık güçleri ile devlet dışı toplumsallıklar arasındaki mücadeledir. Devlet dışı toplumsallığı toplumsal doğanın hakikati olarak tanımlamak doğru olacaktır. Buna karşılık devletçi sistemi üstten ve alttan yaşayan sınıflar bu hakikatten ve özgürlükten kopmuş, yaratılan ve inşa edilen bir sistemin parçaları, uzantıları veya ekleri olarak görmek mümkündür. Ayrımı buradan başlatmak gerektiğine inanıyoruz.

Beş bin yıllık devletçi uygarlık sürecini köleci, feodal, kapitalist diye adlandırıp birbirinden çok farklı sistemlermiş gibi görmek de yanlıştır. İsimler, renkler ve biçimler değişse de sistem aynı sistemdir ve temel özellikleri ortaktır. Ayrıca egemen sınıfın adıyla bir toplum ne isimlendirilebilir ne de tanımlanabilir. Kendi dönemlerinde bu egemen sınıflar toplumun yüzde onunu bile teşkil etmemektedirler. Geriye kalan yüzde doksan devlet dışında yaşayan toplumdur. Toplumsal hakikati yüzde onluk bile olmayan devletçi toplum değil, yüzde doksanı oluşturan devlet dışı toplumsallık temsil etmektedir.

Egemen sınıfların tarih anlayışı yüzde doksanı oluşturan toplumu değil, azınlık durumundaki devletçi sınıfın tarihini esas almaktadır. Devlet etrafında oluşan bu sınıflar birer iktidar sistemini ifade etmektedirler. Bunların toplum ve ekonomiyle herhangi bir alakaları yoktur. Toplum ve ekonomiyi gasp edip sömüren birer iktidar odağı ve gasp şebekesi olmaktan öteye bir anlam ifade etmezler. Başka bir ifadeyle kölelik, feodalizm ve kapitalizm ne birer toplum biçimidirler ne de birer ekonomik sistemi ifade etmektedirler. Toplum ve ekonomi üzerinde kurulmuş tekeller konumundadırlar. Bu anlamda kapitalizmi son beş yüz yıllık bir olgu olarak ele almamak gerekir. Devletin ortaya çıktığı beş bin yıl öncesine dayandırmak daha doğru olacaktır. Tarih boyunca devletler ve onun etrafında oluşan egemen sınıflar toplumu sömürerek sermaye biriktirmeyi hedeflemişlerdir. Tarih boyunca eğer tüccar ve tefeci takımı son beş yüzyıldaki gibi iktidar sistemlerini oluşturamamışlarsa devlet dışı toplumun ve bu toplumdaki ahlak ve özgürlüğün güçlü olması nedeniyledir.

Bu nedenle gerçeği ve gerçekten kopuşu bu çerçevede, beş bin yıl öncesinden ve doğal topluma yabancılaşmayla başlatmak daha doğru olacaktır. Doğal toplumdan kopuş toplumsal hakikatten kopuşun başlangıcını ifade etmektedir. Özgür bir insanı köleleştirmek ve köleci bir sisteme dahil etmek kolay değildir ve sanıldığı gibi bunu şiddet ve zorla yapmak tek başına mümkün değildir. Zor daha sonra devreye girmiştir. Öncelikle insanın zihni fethedilmiştir. İnsanlar zihnen ikna edilmeden köleleştirmeye alıştırılmaları mümkün görünmemektedir. Sistem önce kendisini zihinlerde inşa etmiştir. Zihni inşa başarıldıktan sonra ve başarıldığı oranda sistem kalıcılaşmıştır.

Devlet ve İktidar Toplum Dışıdır

Denilebilir ki, zihni inşa faaliyetini tarihte Sümer rahipleri kadar başarıyla yerine getiren kimse olmamıştır. Sümer rahipleri oluşturdukları mitolojiler aracılığıyla ve inanç yoluyla insanları kendilerine bağlamışlardır. Sümer rahipleri için tanrı yaratıcılar demek yanlış olmayacaktır. Kurguladıkları mitolojilerle gökyüzünde bir tanrı veya tanrılar düzeni tasarlayıp yüceltirken, insanları da tanrıların dışkısından yaratılan varlıklar derekesine indirgeyerek alçaltmışlardır. Burada tanrılar şahsında yükseltilen ve yüceltilen egemen sınıflar olurken toplum ise ayaklar altına alınmıştır. Böylece insan iradesi kırılıp hiçleştirilirken yeni sistem kutsallaştırılarak tapınma sebebi yapılmak istenmiştir. Sümer rahiplerinin Ziggurat etrafında geliştirdikleri kurumlaşma ve kentleşme devletçi uygarlık sisteminin temelini oluşturmuştur. Beş bin yılda genişleyen, gelişen ve büyüyen kentlerin ve devlet kurumlaşmalarının maketi, prototipi veya ana rahmi bu Zigguratlar olmuştur. Ziggurat denilen tapınaktan bir şehir, bir şehirden bir uygarlık, bir uygarlıktan bir devlet, bir devletten bir imparatorluk, bir imparatorluktan bir dünya doğmuştur. Sümer rahiplerinin tarihte oynamış olduğu rolü küçümsememek gerekir. Sanal bir sistem yaratma ve algı oluşturarak zihin inşa etmede pozitivist bilimcilerin ataları sayılırlar.

Sümer rahiplerinin tarihsel rolünü Ali Fırat şu şekilde ifade etmektedir; “Henüz zorla insanları köleleştirme dönemine geçilmemiştir. Muhtemelen rahibin tüm avantajı tanrı silahını kullanmaktır. İşte burada rahibin muhteşem işlevlerinden biri devreye giriyor: TANRI İNŞA ETME görevi. Konu çok önemlidir. Bu görevde başarılı olunmazsa, yeni kent ve toplumu, dolayısıyla bol üretim gerçekleştirilemeyecektir. İlk devlet yöneticilerinin neden rahipler olduğunu da bu örnek gayet iyi açıklamaktadır. Ziggurat sadece kenti, bol üretimi ve yeni toplumu değil, tanrıyla birlikte tüm kavramlar dünyasını, hesabı, büyüyü, bilimi, sanatı, aileyi, hatta ilk değiş tokuşu da yeniden planlamak, projeye bağlamak ve inşa etmek durumundadır. Rahip ilk toplum mühendisidir, ilk mimardır, ilk peygamber taslağıdır, ilk ekonomisttir, ilk işletmecidir, ilk işçi başıdır, ilk kraldır.”

Tarihte de görüldüğü ve anlaşıldığı gibi devlet ve iktidarın varlığı yalanla, çarpıtmayla, gerçekleri ters yüz etmeyle mümkün olmuştur. Algı operasyonları olmadan, zihinler çarpıtılmadan ve sanal dünyalar yaratılmadan hiçbir devlet ve iktidar ayakta kalamaz ve varlığını sürdüremez. Çünkü devlet ve iktidar toplum dışıdır, toplumun sırtında bir kambur, bir urdur. Bu asalak ve hastalıklı yapıyı kim yıllarca sırtında taşır! Nietzsche’nin dediği gibi devletler bütün dillerde yalan söyler. Varlığını ve iktidarını buna borçludur.

Kapitalist modernite bu mirası devralmakla kalmamış, en inceltilmiş yöntemlerle bunu inanılmaz boyutlara vardırmıştır. Felsefe ve bilimi de hizmetinde kullanarak kendini sağlam temellere dayandırmaya çalışmış ve toplum nezdinde meşrulaştırmış ve hakikat olarak sunmuştur. Burjuva egemen sınıf asalaklaştıkça daha fazla yalana ve zihin inşa faaliyetlerine ağırlık verme ihtiyacını duymuştur. Kapitalizmin ideolojisi olan liberalizmin kurucusu ve siyaset felsefesi olarak geliştireni John Locke’dur. Locke’a göre nasıl madde atomlardan oluşuyorsa, maddenin temel yapıtaşı atomsa, toplum da bireylerden oluşmaktadır. Bireyi tarih ve toplumun temel yapıtaşı olarak ele almıştır. Birey olmadan toplumun olamayacağını düşünen Lock’a göre her şey bireyin haklarına göre düzenlenmelidir. Tarihte bireyin önce özgür olduğunu, daha sonra toplum tarafından sınırlandığını iddia eden Locke, özgürlüğünü kazanması için bireyin hak ve hareket alanının genişletilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.

Locke’un hem tarihsel yorumu hem de birey ve toplumu değerlendirme tarzı gerçekçi olmadığı gibi sonuna kadar ideolojiktir. Bireyi atom gibi düşünüp toplumdan koparmak hakikati parçalamak anlamına gelir. Kaldı ki, atomlar bile doğada tek başına serbest halde bulunmazlar, moleküller halinde birleşiktirler. İnsan toplumsuz olarak düşünülemez. Toplumsuz bir birey primat sınırında yaşamaya mahkumdur. Ali Fırat “insanlaşma ile toplumsallaşma at başı ilerlemiştir.” derken bu gerçeğe işaret etmiştir. İnsanı zihin, kimlik ve kişilik olarak var eden toplumdur. Dolayısıyla ne birey toplumdan ayrı olarak ele alınabilir ne de toplumdan önce ve öncelikli bir varlık olarak görülebilir. Toplum önceliklidir ve birey toplum içinde ve toplumla birlikte bir anlama sahiptir. Locke’un yaklaşımı ideolojiktir ve burada kastedilen birey burjuva bireydir. Liberalizm bireysel haklar içinde en öncelikli olarak mülkiyet hakkına yer verir. Burada egemen sınıf ve bu sınıfa mensup olan burjuva bireyin özel mülkiyeti güvenceye alınmaya çalışılır. Locke’un iddia ettiği gibi insan boş bir levha gibi, bir “Tabula Rasa” olarak dünyaya gelmez. Bu sistemde kimisi babadan kalma büyük bir servetle, kimisi de borçlu olarak doğar. Bireysel başarı ve zenginleşme hikayeleri de sistemi meşrulaştırma ve koruma amaçlı ideolojik kurgulardır.

Liberalizm geniş halk kesimlerinin kilise ve mutlakiyet rejimlerine karşı duyduğu tepki ve muhalefetini de yedekleyerek önemli bir güç haline gelmeyi başarmıştır. Başta Amerika ve Fransa devrimleri olmak üzere her iki kıtada iktidara gelerek kendini sistemleştirmiştir. Amerika bağımsızlık savaşına öncülük eden Thomas Jefferson ve arkadaşlarının hazırladıkları “4 Temmuz 1776 Bağımsızlık Bildirgesi” ve Fransa devriminden sonra hazırlanan “İnsan Hakları Bildirisi” gibi belgeler siyasi liberalizmin temel felsefesindeki gelişmeleri hızlandıran tarihi süreçlere damgasını vurmuştur. Tüm bu adımlarla toplumsal muhalefetin desteğinin alınması hedeflenmiş, ancak özünde kapitalist egemen sınıfın çıkarını gözeten ve iktidarını amaçlayan gelişmelere yol açmıştır. Kapitalist modernite ve ideolojisi olan liberalizmin bütün uğraşı insanı toplumsal gerçeğinden koparıp devlet vatandaşı haline getirmek olmuştur. İnsanı ve toplumu ahlaktan kopararak yasaya bağlı vatandaşlar haline getirme liberalizmin temel başarısı olmuştur.

 

Faşizmin Kaynağı: Ulus-Devlet

Burjuvazinin iktidar rejimi olan ulus-devlet ve etrafında geliştirilen sistemin kendisi de tamamen kurgusaldır ve zihnen oluşturulmuş bir yapıdır. Ulus-devlet kapitalistler için azami kar ve daha fazla sermaye biriktirmenin temel aracıdır. Bunun dışında toplum veya ulus çıkarıyla uzaktan yakından bir alakası yoktur. Kendini meşrulaştırmak için geliştirdiği kavram, kuram ve kurumlar birer göz boyamadan başka bir anlam ifade etmezler. Burjuva sınıfının dini, imanı, her şeyi paradır, sermayedir ve sömürü yoluyla daha fazla kar elde elde etmektir, gerisi teferruattır. Ulus-devleti tanrı derekesine çıkarması, milliyetçiliği bir din gibi kullanması, hukuku bu dinin ayetleri haline getirmesi bununla bağlantılıdır. Babasının çiftliği gibi kullandığı ülke topraklarını vatan diye kutsaması, göstermelik seçimlerle oluşturduğu meclisi ulusal irade ve egemenlik olarak yansıtması kendi kirli sınıf çıkarlarını gizleme ve toplum nezdinde meşruiyet sağlama ihtiyacından kaynaklanmaktadır.

Ulus-devlet bir toplumsal mühendislik projesidir. Üstten topluma dayatılan bir deli gömleğidir. Max Weber’in dediği gibi toplumun demir kafese alınmasıdır. Bu tekçi-monolitik zihniyet ve sistem topluma karşı bir kırım ve savaş halini ifade etmektedir. Ulus-devlet farklı kültürler ve ekoloji için bir kıyım makinasıdır. Ulus-devlet faşizmin kaynağıdır. Ancak modern cila ve renklerle piyasaya sunulmakta ve halka, topluma ait bir kurum ve değer olarak lanse edilmektedir. Bunu başarmak için pozitivist bilim burjuvaziye her türlü hizmeti sunmaktan geri durmamaktadır.

Finans kapital çağda gerçeklikten kopuş daha ileri bir aşamaya vardırılmıştır. Artık paradan para kazanma dönemidir. Borsa etrafında dönen çark bir kumar oyunundan başka bir şey değildir. Borsa oyunlarıyla, spekülasyonlarla bir günde milyarlar kazanılmakta veya kaybedilmektedir. Dünyada piyasada dönen paranın yüzde sekseni sayılardan ibarettir. Yani gerçek para değildir, sanaldır. Gerçeklikten bu kadar kopan kapitalist sistem, toplumsal yaşama ve kendi çıkarları doğrultusunda oluşturduğu siyasete bu çerçevede yön vermektedir.

Sınıflı toplum uygarlığının doruğunu teşkil eden ve yaşayan kapitalist modernite, bugün biyoiktidar dönemini yaşamaktadır. İnsanın bedeni üzerinde, yaşam alanlarının tamamı üzerinde iktidar uygulamaktadır. İktidar kendisini her insanda hücre hücre örerek içselleştirmektedir. İnsanların zihinleri kapitalist çıkarlar doğrultusunda şekillendirilmektedir. Bu çerçevede sürüleşen bir toplum yaratılmaktadır. Matrix filminde olduğu gibi içinde yaşadıkları zihinsel, kurgusal ve sanal dünyayı gerçek sanan bir toplum yaratılmaya çalışılmaktadır.

Kapitalist modernite iletişim ve bilişim alanında yaşanan yenilenme ve gelişen teknolojiyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmakta, burjuva iktidar ve siyasetinin nesnesi haline gelecek bir yapay toplum yaratmaktadır. Özellikle sosyal medya ve internet üzerinden toplum esir alınmakta, zihinlere şekil verilmeye çalışılmaktadır. Kavram üretmek veya kavramlara farklı anlamlar yüklemek ideolojik işlerin başında gelmektedir. Bu anlamda “sanal toplum” kavramlaştırması neo liberalizmin en vurucu silahlarından biri durumundadır. “Ne de olsa sanaldır, bir karşılığı yoktur” denilip geçilemez; sanal olandan öyle bir karşılık türetilmiştir ki, tarihin hiçbir faşizan iktidarı bu derecede etkili bir toplum kırım aracı bulamamıştır. Sermayenin sanalıyla en büyük vurgunlar yapılırken toplumun sanalıyla neler yapılmaz ki?

Finans-kapital ne kadar toplum dışılıktan kaynağını alıyorsa sanallığın bu kadar geliştirilmesi de aynı nedene dayanmaktadır. Burada sistemin çok çarpıcı bir yönü açığa çıkmaktadır; toplumun kendisi varken sanalına niye ihtiyaç duyduğu, kapitalizmin toplumdan dışlanma düzeyini göstermektedir. Kapitalizmin dayandığı gerçek bir toplum olsaydı sanalına ihtiyaç duymazdı. Bir neden budur, diğeri ise, kapitalizmin “sanal toplum” yaratma yoluyla gerçek toplumu adeta ihtiyaç olmaktan çıkarmaya çalışması, bastırması ve dağıtması şeklindeki hedefidir.

Tüm iktidarlar toplumsal hafızaya hakim olmak için nasıl yalan ve çarpıtmaya ihtiyaç duyuyorsa kapitalist sistem de bunun bir versiyonu olarak sanal dünyaya ihtiyaç duymaktadır. Sanal dünya, bireyleri robotlaştırarak ve bireysel yaşam üzerinden algılar oluşturarak toplumsallıktan kopmuş makineleşen ve sürüleşen bir toplum yaratmaya çalışmaktadır. ABD’de alışveriş merkezlerinde “ ne kadar tüketiyorsan o kadar varsın” sloganı genel kapitalist sermayenin özünü ve karakterini ifade etmektedir. Toplumsal ve bireysel emeği pasifleştiren ve duvarların içine hapsederek tüketen bir toplum ve birey yaratılmak istenmektedir. Tüketilen sadece maddi olgular değildir. En az onun kadar ve ondan daha fazla manevi değerlerdir. Bu, birey ve toplumun hakikatinden koparılması, özünden boşaltılması gerçeğidir.

Kapitalist sistemin pozitivist bilim üzerinden yaratmaya çalıştığı toplumsal mühendislik inşasının günümüzdeki en temel araçları medya ve basın olmaktadır. Bilişim teknolojisi üzerinden sanal bir dünya oluşturulmaktadır. Üreten ve emeği ile yaratan toplumsal geçeklikten geriye sadece tüketen bir toplumsal gerçeklik bırakılmak istenmektedir. Artık toplum yoktur, geriye sadece hayal dünyasında kendine simülasyonlar üzerinden oluşturulan içi boşaltılmış bir birey ve toplum vardır.

Sanal Yaşam: Gerçeğin Çarpıtılması

Bilim bugün iktidarların en büyük silahına dönüşmüştür. Sanal yaşam onun ruhu durumuna gelmiştir. Sanallaşan beyinler artık bilim kurguya göre hareket etmekte ve paranoyak yaşamlar üretmektedir. Artık köyde alın teri ile üreten çiftçi veya emeği ile kazanan çobanın yerini bilgisayar oyunları ve borsada manipülasyon oyunları almaya başlamıştır. Yaşam artık klavye ve dokunmatik tuşlara mahkum edilen hassas parmaklara kalmıştır. Doğadan ve toplumdan koparılarak büyük bir yabancılaşmayı yaşayan insan şimdi de sanal dünyaya sokularak hiçleştirilmektedir. Obeziteleşen sadece bedenler değildir, zihniyet çarpıtması ve bozukluklarına boğulan birey en büyük obeziteyi beyinde, maneviyatta yaşar duruma gelmiştir.

İnsanın insana dokunabildiği, acılarını ve sevinçlerini paylaştığı ve birbirini hissedebildiği dünya her geçen

gün biraz daha azalmakta, geriye her bireyine kadar parçalanmış asosyal bir dünya oluşturulmaktadır. Artık birey tüm maddi ve manevi ihtiyaçlarını cihazlar üzerinden karşılamaktadır. En temel günlük ihtiyaçlarını oturduğu yerden karşılayan birey, kapitalizmin “ sen düşünme sadece tüket” sloganını ete kemiğe büründürmektedir. İlişkiler yozlaşmakta, aşk ve sevgiler, arkadaşlıklar günlük tüketilen bir maddeye dönüşmüş bulunmaktadır. Güdülerin her gün hortlatıldığı, arzuların bombardımana tabi tutulduğu bu ortamda erkek ve kadın ilişkileri özünden boşaltılmakta ve bir bütün olarak yaşam anlamsızlaştırılmaktadır.

Kapitalist iktidarların ömürlerini uzatmak ve politikalarını topluma hakim kılmak için yarattıkları bu sanal dünyada hedef kitlenin başında gençlik gelmektedir. Arayış içinde bulunan gençliğin güdülerine hitap edilerek sisteme bağlama temel yöntemdir. Genç kesime en iyi ulaşmanın yoludur sanal medya. Genç kadın ve erkekler porno tarzı filmlerle, bilgisayar oyunları ile kültürel ve entelektüel yaşamdan uzaklaştırılıp uyuşturulmakta, amaçsız, sorgulamayan ve biat eden apolitik bir gençlik yaratılmak istenmektedir.

Bilgisayar oyunları temel tutku haline getirilmektedir. Öyle ki, bu bilgisayar oyunlarının verdiği komutlara uyarak hareket eden, kaza yapan, hatta intihar edenler olmaktadır. Artık insanlar bilgisayar ve televizyondaki oyun, film ve dizi karakterleriyle kendini özdeşleştirmektedir. Kendi olmaktan çıkıp sanal bir kişilik olmaya çalışılmakta, özenti ve içi boşaltılmış yaşamlar yaratılarak sürüleşen bir toplum yaratılmaktadır. Özel harp dairesi de psikolojik savaş argümanlarını sonuna kadar devreye koyarak tüm toplumu teklik üzerinden militarize etmektedir. Özgürlükten, demokrasiden yana olan, kısacası toplumsal değerleri korumaya çalışan muhalefete en büyük saldırılar bu sanal dünya üzerinden yapılmaktadır.

O halde sanal denildiğinde “hiç olmayan” bir şeyden bahsetmiyoruz; olanın, yani gerçeğin kendisine değil de, ister doğru ister yanlış şekilde yazı, ses ve görüntüyle oluşturulan ortama ve ortam algısına sanal gerçeklik deniliyor. Sanal ağlarla kurulan tüm iletişim ve paylaşım sistemine ise “sanal toplum” denilmektedir. Hakikat yerine konulduğunda ve insanlar buna ikna edildiğinde esas tehlike ortaya çıkmaktadır, bu da toplum ve hakikat karşıtlığıdır. Ve ne yazık ki, 1990’lardan günümüze kat ettiği mesafe küçümsenemez boyutlara varmıştır.

Olmadığı halde varmış gibi kabul edilen bir toplum olmak aslında hiç olmamak anlamına gelir. Sanal toplum eşittir toplumun sonu! Anti-toplum karakterindeki “sanal toplum” kavramsallaştırmasına herhangi olumlu bir özellik yüklemek hiç hak etmediği halde meşrulaştırmaktır. Tarih boyunca tüm saldırılara rağmen toplumu yok edemediler; gerilettiler, ezdiler, bastırdılar ama yok edemediler. “sanal toplum” projesi toplumu yok etme projesidir.

İnsanın, özgürlüğün, anlamın bittiği yerdir “sanal alem.” Gerçeği varken sahtesiyle, taklidiyle, kopyasıyla ilgilenmek yaşamı yaşam olmaktan çıkarmaktır. Ne kadar mükemmel kopyalar oluşturulursa da gerçeğin yerini tutamaz. Bir sistem ancak bu kadar yapay olgular yaratabilir ve ancak bu kadar olgucu olabilir. Yorum ve yaratıcı gücün maddeye kıstırıldığı; tüm zamanların ana sıkıştırıldığı; hakikatin olguya indirgendiği iç karartıcı felsefik bir düzleme geçilmiştir. İnsan arzuları üzerinde korkunç derecede oynanmış, sahtelik, ikiyüzlülük ilk defa bu kadar değer görür olmuştur. Makinalaşma, ruhsuzlaşma, zihnin ve bedenin birbirinden kopması, emeğe ve ürettiklerine yabancılaşma, toplumdan kopma vb insanın yabancılaşmasına dair teorilerin en ilerisi sanal kimlikle oluşturulmaktadır.

Sahte kimliklerin toplamından bir “toplum” oluşturmayı, faşizmin küresel çaptaki en büyük projesi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Tüketim, eğlence, şov artık her şeydir; bunlara da bireysel olarak sanal medya üzerinden ulaşmak mümkündür. Topluma gerek yoktur! Toplumla ilişki kurmadan da yaşanabileceğini sanmak ve buna inanmak insanlığın düştüğü en dip noktadır. Bu konuda Ali Fırat, “medyayı ikinci bir analitik akıl gibi kullandıklarından, toplumun direnme gücünü etkisizleştirmede çok etkilidirler. Bu silahla sanal toplum inşa ediliyor. Sanal toplum, toplum kırımın başka bir biçimidir.” diyerek buna işaret etmektedir.

Reel sosyalizmin çözülmesi kapitalist modernitenin zaferi olarak piyasaya sunulmuş ve liberalizmin bol bol propagandasına dönüştürülmüştü. Liberal demokrasi “tarihin sonu” olarak ilan edilmişti. Yeni dünya düzeni, çok kutuplu dünya ve küreselleşme teori ve projeleri gündeme sokulmuştu. Büyük bir umut ve iyimserlik havası yaratılmış ve insanlık 21. yüzyıla büyük umutlarla girmişti. 20. yüzyılda yaşanan korkunç savaşlar, faşizm, katliamlar, soykırımlara varan vahşetler artık bir kez daha yaşanmayacaktı. Sözde modern insan ve toplumlar bu türden kıyımlara müsamaha göstermeyecekti. Bu uygulamalar bir daha geri dönmemek üzere geçmişte kalmıştı. Evrensel hukuk ilkeleri, insan hakları, demokrasi, kadın özgürlüğü ve cins eşitliği vb. ilkeler yükselen değerler olarak toplum yaşamlarında somutluk kazanacaktı. Her şeyin daha iyiye doğru gideceğine dair bir iyimserlik hakimdi. Avrupa Birliği fikrinin bir sistem olarak gelişmesi bu iyimser havayı pekiştirmişti.

Ancak 21. yüzyıl hiç de umut edildiği gibi gelişmedi. İçinde bulunduğumuz daha ilk çeyreğinde yaşananlar bile şimdiden derin bir hayal kırıklığı yaratmaya yetmiştir. Özellikle de Ortadoğu’da yaşanan savaşlarda yüzbinlerce insan ölmüş, ülkeler bir daha kendine kolay kolay gelemeyecek şekilde tahrip edilmiştir. Bir çok toplum büyük acılar yaşamış, katliamlara varan vahşet uygulamalarıyla parçalanmış, dağıtılmış ve yerinden yurdundan edilmiştir. Ezidi halkı bütün dünyanın gözü önünde soykırıma uğramıştır. İnsan yaşamı adeta bir hiç derekesine düşürülmüştür. Her gün açıklanan, öldürülen insan sayısı aritmetik rakamların ötesinde bir anlam ifade edemez hale gelmiş ve bu durum giderek kanıksanmıştır. Bunun sonucunda anormal olan durum normalleşmiştir. Barış, adalet, huzur, hukuk ve insan haklarına dayalı bir sistem, hayal veya ütopya gibi görülmeye başlanmıştır.

Ortadoğu’da tarihte ortaya çıkan ne kadar gericilik varsa adeta hortlamış ve halklarımızın başına musallat edilmiştir. Ezidi kadınların esir alınarak ilk çağ köleliğini aratmayan manzaralarla şehir pazarlarında satışa sunulması, din ve mezhep adına yapılan her türlü barbarlık, katliam ve insanlığın binlerce yıllık tarihsel ve kültürel mirasının bir anda havaya uçurulması, emperyalist ülkelerin en ileri teknolojiyi savaşın hizmetinde kullanarak insan yaşamını hiçe sayması, bölgedeki ulus-devletlerin ve gerici güçlerin ayakta kalmak için her türlü faşizan politikalara başvurmaktan çekinmemesi bunlardan bir kaçı olarak ilk elden sıralanabilir. Ortadoğu’da yaşanan kaosta kim kiminle ve ne için savaşmaktadır, belli değildir. Her gün ilişki ve güç dengeleri değişebilmekte, dün düşman olanlar bugün dost olabilmekte veya tersi gelişmeler yaşanabilmektedir. At izi it izine karışmakta, kimin eli kimin cebinde belli olmamaktadır.

DAİŞ gibi terörist yapıların Amerikan film senaryolarında betimlenen terörist grup ve insan tipolojisinden fırlamış gibi birden peydahlaması tesadüf olmasa gerekir. Bu filmlerde ne kadar kötülük simgesi varsa bu gruplara mal edilirken bunlara karşı mücadele eden Amerikan askerleri insanlığı kurtaran kahramanlar olarak yüceltilmektedir. Ortadoğu’da yaşananlar film senaryosunun gerçeğe uygulanmasıdır. Bu Amerikan filmleri nasıl ki, ABD ve CİA tarafından toplum üzerinde algı oluşturmak üzere tasarlanıp finanse ediliyorsa, benzer şekilde Ortadoğu’da yaşananların da aynı zamanda birer algı operasyonu olduğunu unutmamak gerekir. Biz ve öteki algısı yaratılmakta, bu çerçevede yabancılaşma ve düşmanlıklar sanal ve sahte çelişkiler üzerinden geliştirilmeye çalışılmaktadır.

Bugün emperyalist güçlerden tutalım ulus-devletlere kadar toplum üzerinde hiçbir meşruiyeti kalmayan kapitalist modernite güçleri ayakta kalmak, varlıklarını ve sömürülerini sürdürebilmek için sanal bir dünya yaratmak zorundadırlar. Ancak algı yaratarak topluma kendilerini kabul ettirebilir ve varlıklarını sürdürebilirler. Bu devletçi ve iktidarcı güçler kendi çıkarları doğrultusunda algı oluşturdukları oranda topluma yön verebilir ve iktidarlarını sürdürebilirler. Her devlet veya iktidar oluşturdukları sanal dünya kadar vardırlar. Toplumsal psikolojiyi şekillendirdikleri oranda ve bu doğrultuda gündem oluşturdukları kadar egemenliklerini sürdürebilirler. Kapitalist Modernite yapısal bir kriz içindedir. Kriz bünyesel ve sistemsel olduğu için çözüm bulunamamaktadır. Sorunları aşmak için başvurulan yöntemler krizi derinleştirmekten başka sonuç vermemektedir. Derin bir bunalım ve kaos yaşanmaktadır. Bu kaostan çıkışın nasıl olacağı ve nasıl bir sistemle sonuçlanacağı belli değildir. Her güç bu durumu kendi lehine çevirmeye çalışmaktadır. Korku derindir, ancak aynı zamanda fırsatlar da sunmaktadır. Kaos süreçlerinde küçük girdiler büyük sonuçlar yaratabilir. Nicelik olarak küçük bir güç doğru politika ve adımlarla büyük çıkışlar yapabilir. Buna karşılık büyük güçler de hızla dağılmayla yüz yüze gelebilir. Bu alt üst oluşta hiçbir siyasal güç kendini güvende hissetmemektedir.

 

İnsanın Var Oluş Biçimi Toplumsaldır

Kapitalist modernite sistemi iç çelişkilerini Ortadoğu’ya ihraç ederek kendinden uzak tutmaya çalışmaktadır. Ortadoğu Aşil’in topuğu gibi bu sistemin en zayıf noktasını teşkil etmektedir. Ortadoğu coğrafyası devletçi uygarlığın doğup yayıldığı bir alan olduğu gibi kapitalizmi hazmetmeyen ve ona karşı direnişin güçlü potansiyelini taşıyan bir toplumsal kültüre de beşiklik etmektedir. Bu sisteme ölümcül darbe vuracak olan alternatif gücün bu topraklardan çıkacağı anlaşılmaktadır. Kapitalist sistem de bu tehlikenin farkındadır. Bu coğrafyaya sürekli saldırı halinde olması ve bölge toplumlarının gözünü açmasına fırsat verilmemesi bununla bağlantılıdır. Emperyalist güçlerin bu savaşı Ortadoğu’da vermelerinin önemli bir nedeni de, kendi toplumlarında iktidarlarına rıza oluşturma hedefidir. DAİŞ gibi bir canavarı kendi elleriyle yarattılar ve onun üzerinden algılar oluşturdular. DAİŞ’in kötülükte sınır tanımaması, kılıçla insanların kafasını kesip internette servis etmesinin arkasında hangi kurgusal akıl vardır? Bunları sadece DAİŞ’in bölge halklarını korkutmak için başvurduğu bir taktik olarak görmek eksik kalacaktır. Bunun dünya çapında yürütülen bir algı operasyonu olduğunu görmek zor değildir. Eğer DAİŞ’in arkasında emperyalist güçlerin olduğunu düşünüyorsak, bu yapılanların akıl hocalarının kimler olduğu rahatlıkla görülecektir.

Bununla neyin amaçlandığı ve nasıl bir algı oluşturulmak istendiği açıktır. Her şeyden önce kendi toplumlarına dünyanın nasıl bir kötülük ve terörizmle karşı karşıya olduğunu, dünyanın başka yerlerinde nasıl bir vahşet ve kötü güçlerin olduğunu, bunu önlemezlerse bir gün gelip kendilerini de bulacağını, dünyanın diğer yerlerine oranla sistemlerinin kimi eksiklerine rağmen nasıl da en yaşanılır sistem olduğunu ve adeta şükretmeleri gerektiğini göstermek amaçlanmaktadır. Bu aynı zamanda ölümü gösterip sıtmaya razı etme taktiği olmaktadır. Böylece sistem içi çelişkilerin üstü örtülmeye, öteleyerek gün yüzüne çıkmasının önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Yürütülen algı operasyonlarının amacı elbette bununla sınırlı değildir. Egemenler her zaman bir taşla birkaç kuş vurmayı hedeflerler. Daiş gibi yapılar aracıyla İslam dünyası da karalanmak ve kapitalizme karşı direnen kültürel İslam zayıflatılmak ve güçten düşürülmek istenmektedir. Yine emperyalist güçler en gelişmiş teknik silahlarını bu savaşlarda Ortadoğu halklarının üzerinde denemekte ve gövde gösterisi yapmaktadırlar.

Tüm bunlara karşılık kapitalist modernite güçleri bu kaostan çıkacak ve kendi sistemini yenilecek bir siyaset geliştirememektedir. Her devlet ayakta kalmak için daha fazla merkezileşmekte, militarist ve milliyetçi politikalara kaymaktadır. Burjuva siyaseti zaten ilkesizdir, bencildir. Kendi dar çıkarları uğruna her türlü toplumsal değere sırtını dönmektedir. Giderek otoriter, anti demokratik ve faşist rejimler gelişmektedir. Trump, Putin, Merkel, Erdoğan gibi faşist önderlikler bu sürecin sembol isimleri olarak sivrilmektedir. Bu kişiliklerin kendi çıkarları için yapmayacakları bir kötülük, işlemeyecekleri bir katliam ve insanlık suçu yoktur. Şimdiye kadar yürüttükleri siyaset bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Halkların ve ezilen insanlığın bu sistemden baskı ve zulümden başka göreceği bir muamele yoktur. Sistem içi bir çözüm ve kurtuluş imkanı kalmamıştır. Özgürlüğü emperyalist güçlerden ve onların sisteminden beklemek ham bir hayal ve kendini kandırmadır. Kurtuluş, demokratik çözüm ve özgürlük bu sistemin dışında halklarımızın kendi elleriyle oluşturulacaktır. Kapitalist moderniteye karşı köklü alternatif bir dünya yaratma mücadelesine ihtiyaç vardır. Toplumsal alan ve siyaset ilişkisi bunun üzerinden yeniden kurulmak durumundadır. Devletçi sistemi aşan ve onun dışında bir toplumsal sistem inşa etme hedeflenmelidir. Küresel kapitalizme karşı küre-

sel demokrasi mücadelesini öngören bir siyaset çizgisi ve ittifaklara ihtiyaç vardır. İnşa edeceğimiz demokratik toplum radikal, komünal ve derinliğine içselleştirilmiş olması gerekmektedir. Hedef ve amaçlarımız kadar mücadelemiz de radikal olmalıdır.

İnsanın var oluş biçimi toplumsaldır. Demokraside toplumun varoluş tarzıdır. Doğal toplumun formu da komünal ve demokratiktir. Toplum varsa komünal demokratik değerler de vardır. Komünal yaşam bireyleri ve toplumu demokratik olmaya zorlar. Gerçek komünal yaşam demokratik olmadan kurulamaz. Demokrasi komünalliği koşullandırırken, komünalite de demokratik olmayı koşullandırır. Tabana dayalı demokrasinin radikalliği de buradan ileri gelmektedir. Toplumsallaşmanın başlangıcı çeşitlilik içerisinde farklılaşmadır. Çok farklılık, birbiri üzerinden üstünlük kurmadan yaşanılmaktadır. Bu gerçek ekolojik bilinçtir.

Halkın güç olduğu kendini yönetmede ve güç olmada başat hale geldiği, halkın güç olmasını ve yönetimini sağlayan araçlar, yöntemler ve uygulamaların geliştiği, devlet varlığını sürdürse de devlet sisteminin yanında halkın doğrudan demokrasiye dayanan kendi demokratik sistemini kurmasına radikal demokrasi diyoruz. Radikal demokrasi devlet dışı örgütlenmedir. Halkın doğrudan kendisini yönetmesidir. Esas olarak devleti reddeden bir demokrasi şeklidir. Çünkü devlet ve demokrasi farklı şeylerdir. Radikal demokrasi devlet dışında kalmış, halkın kendisini örgütleyebildiği ve güç yaptığı bir demokratik yaşamdır. Bu nedenle radikal demokrasi köklü bir zihniyet dönüşümü ve demokrasi anlayışını ifade etmektedir.

Radikal demokraside dar sınıf yaklaşımı yoktur. Ama sömürü ve baskıya da yer yoktur. Radikal demokrasi doğal olarak toplumsallığın yeniden kurulmasından yana olan tüm toplumsal kesimlere dayanır. Radikal demokraside tabandan örgütlenmeyi esas almak söz konusudur. Komünden başlayarak meclise dayanıp toplumun her alanında kendi yaşamını kendisinin düzenlediği bir sistem hedeflenmektedir. Bu da toplumun var oluş biçimi olan demokratik yaşam ve bu değerlerin yeniden yaşamsallaştırılmasıdır. Demokrasi devlet sınırlarını aşmaktır. Çünkü ne kadar devlet o kadar az demokrasi; ne kadar çok demokrasi o kadar az devlet demektir. Radikal demokrasinin en temel özelliklerinden birisi; devlete dayalı siyaseti topluma dayalı siyaset haline getirmesidir.

Derin demokrasi, yaşam biçimi olarak demokrasiyi benimsemektir, demokrasiyi her alanda yaşam biçimi haline getirmektir. Devlet ve iktidar zihniyetinden bir bütün olarak kendini arındırmaktır. Kapitalizm her yerdedir ve iktidar kendini her insanda hücre hücre örmüştür. Bundan arındırıldığı oranda demokrasi yaşam biçimi haline gelir. Derin demokrasi merkezi uygarlıktan köklü devrimci kopuşu gerçekleştirmek ve demokratik uygarlığa göre yaşamaktır. Demokrasiyi derinleştiren en önemli etken kadın özgürlüğünün geliştirilmesi, yaygınlaştırılması ve içselleştirilmesidir. Nasıl ki kadının yitirilişi toplumun var oluş biçimi olan komünal demokrasiyi darbelediyse kadının özgürlüğünü içselleştirmek yitirilen komünal demokratik değerlerle yeniden buluşmaktır.

Demokrasiyi derinleştiren en temel etkenlerden bir diğeri ise; ekolojik bilinçtir. Ekolojik bilinç geliştirildikçe insanların genlerine yerleşen egemenlik kültürü ve yabancılaşma ortadan kaldırılabilir. Ekolojik bilinç insanlık açısından ilk ve en temel bilinçtir. Ekolojik bilinç gelişmeden demokratik kültür ve zihniyet derinleşmez. Ekolojik bilinç insanın yeniden kendi özüne dönmesi, öz benliğiyle ve komünal demokratik değerlerle buluşmasıdır.

Komünal demokrasi komünlere dayalı bir demokrasidir. Komünal olan demokratik, demokratik olan da komünaldir. Her ikisi birbirini koşullandırır. Bireyleri değil komünleri esas alır. Bireyci, bencil olan komünal olamaz. Haliyle demokratik de olamaz. Toplumsallık ne kadar gelişirse insanlığın sorunları da o kadar azalır. Unutulmamalıdır ki, insan eliyle yaratılan sorunların hepsi merkezi uygarlığın birer eseridir.

Radikal komünal demokraside sınıf, zümre ve hakim ulus değil tüm toplum esastır. Bütün kimlikleri meşru kabul eder. Radikal komünal demokrasi komünal değerler üzerinde yükselen, demokratik ekolojik bilinçle donanmış, toplumsal cinsiyetçiliği reddeden, özgür birey ve özgür toplum ilkesini benimseyen; Kültürlerin ve kimliklerin serbestçe ifade edildiği içte demokratik ulus, dışta ulus üstü fikrine bağlı meşru savunma dışında zora ve şiddete başvurmayan demokrasidir. Alternatif bir dünya ve yaşam inşa etmenin yolu buradan geçmektedir.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.