Düşünce ve Kuram Dergisi

Radikal Demokrasi ve Devrimci Süreç Hakkında Bir Taslak

Veysi Sarısözen

Aşağıdaki yazı, bugüne kadar “dışarıdan” izlediğim ve elbette enternasyonalist bütün Türkiyeli sosyalistler gibi yazgımı birleştirdiğim Ortadoğu devrimci süreci ile ilgili yetersiz bilgilerim ve gözlemlerim temelinde yazılmış bir yazıdır. Yaptığım yorumların yalnızca beni bağladığını bilmem hatırlatmak gerekli mi? Okur yazıda benim kişisel görüşlerimle, Kürt özgürlük hareketinin görüşü olduğunu düşündüğüm kimi teorik önermeler hakkındaki kişisel yorumlarımı bu açıdan eleştirel gözle okursa, yazı amacına ulaşmış sayılır. Eninde sonunda elinizdeki yazı yalnızca bir “taslaktır”…

O halde yazıyı artık okurlara sunabiliriz.

Türkiye’nin demokrasi yürüyüşünde gelip dayandığı durakta, Başbakan Erdoğan’ın şu sözleri yazılı: Sandık Durağı…

Yüz elli yıllık demokrasi macerasının gelip dayandığı bu duraktan önceki durakların hepsinde “sandık durağı” yazıldığını unutmayalım. Meşruti Meclis’te de “sandık” vardı. Tek partili Kemalist rejimin “İki dereceli” seçimlerinde de “sandık” kurulmuştu. “Çok partili” rejim boyunca da demokrasinin gelip durduğu durağın adı hep “sandıktı”. Şimdi AKP’nin yüzde on barajlı rejiminde de demokrasinin hurda kamyonu yine “sandık” durağında hırıldayıp duruyor. Bir adım öte gideceğine dair bir işaret ise yok.

İşin ilginç yanı şudur ki, bu “sandık” durağı, bize özgü de değil. Reel sosyalizmin “proletarya diktatörlüğünde” de, “halk demokrasilerinde” de, “gelişmiş sosyalizm” aşamasında da hep sandık vardı. Sovyetlerde bu sandık durağında yalnızca “tek” parti olsa da, Bulgaristan’da, Demokratik Almanya’da, Çekoslavakya’da v. s. hepsi de “devlete bağlı” pek çok parti “sandık durağında” bekleyip durmuştu.

“Türk sandığı” aslında “Hür dünya sandığı” ile “reel sosyalizm sandığı” arasında melez bir “sandık”. Bilindiği gibi Avrupa ve ABD’de de demokrasiler “sandık durağından” tek parmak ileri gidemediler. Bu “hür dünya sandığının” Türk sandığından farkı “devletle bütünleşmiş tekellerin” vesayetindeki “derin gizlilik” ya da “gözle görülemeyecek vesayet”ten ibaret. Bir başka ifadeyle, “parlamentonun hareket alanı”nın Türk parlamentosuna göre “daha geniş” olması. Partilerin “devletten” görece daha fazla “özerk” yapısı ve Türkiye’ye göre daha gelişmiş bir “sivil toplumun” belli bir ölçü içinde “denetim” imkanı…Kısaca Türk demokrasisinin “sandık durağı” derme çatmayken ve burada bekleşenleri doludan, afetten koruyacak hiçbir çatısı yokken, Batının “sandık durağı” dayalı döşeli ve korunaklı. O nedenle bizde bu “durak” on yılda bir yıkılmakta, Batıda ise böyle bir ihtimal yok. Fark bundan ibaret. Bu da az sayılmaz…

Demek ki, ister burjuva, ister “proleter” olsun, demokrasilerin gelip dayandığı durak böyle bir şey ve bunların tümü de bu duraktan bir adım öteye gidememiş.

 

‘Devlet Olmayan Devlet’ ve ‘Ulus Olmayan Ulus’

Kısaca “sandık” ya da “genel oy” hakkında birkaç hususa değinmek iyi olur. Çünkü burada “radikal demokrasi” ile “sandık” ya da “genel oy” arasındaki ilişkiyi ele almış olacağız.

Ülke ölçüsünde ve merkezi iktidarı belirlemek için yapılan seçimler, halkın iradesini ancak biçimsel olarak yansıtır. Çünkü bu irade, oy verenlerin “birbirleriyle” iletişimlerinin bir sonucunda değil, seçimlere katılan partilerle seçmen arasındaki iletişimin bir sonucu olarakortaya çıkar. Buna “medyanın” ya da kitle iletişim araçlarının, cami, tarikat, kilise ya da havranın da seçmenle girdiği iletişimi eklemek gerekir.

Nasıl emekçiler ürettikleri metaya yabancılaşıyorsa, tıpkı onun gibi, seçmen de verdiği “oya” ve yarattığı “iktidara” öylece yabancılaştırılmıştır.

On milyonlarca ve yüz milyonlarca seçmenin oy verdiği seçimlerin “demokratik” olması, o seçimler öncesinde yapılan politik mücadele kurallarının demokratik olmasıyla da sağlanamaz. Bu sadece partiler arasındaki ilişkide bir “demokrasi” yaratır. Ama partilerle seçmen arasındaki ilişkiyi asla demokratikleştiremez.

“Sandığın” demokratikleşmesi için, o sandığa oylarını atacak olan her bir seçmenin bir diğeriyle doğrudan, iletişim kurması gerekir.

O nedenle Kürtözgürlük hareketinin sık sık “ilkel komünal topluluk” biçimlerine referans vermesi ile “demokratik özerklik” teorisi arasında derin bir bağ olduğunu düşünmekteyim. Modern koşullarda düşünülen “komünal toplum”, bu açıdan asıl “demokratik toplum”dur.

Çünkü yüz ya da beş yüz veya bin kişilik topluluklarda insanlar, “bir aracı” ile değil, doğrudan birbirleriyle yüz yüze gelerek kararlar almaktadırlar. Mahalle-köy Meclisleri dediğimiz organ, aynı mahalle ya da köyde oturan doğal olarak birbirlerini tanıyan, dolayısıyla birbirleriyle doğrudan diyalog kurabilen insanlardan oluşmaktadır. Böyle bir toplulukta yoğun tartışmalar sonucunda ortaya konulan sandıkta, halkın gizli oy ve açık sayımla ortaya çıkan iradesinin gerçek bir halk iradesi olduğundan hiç kimse şüphe bile etmez. Bu irade halkın “iki ya da daha fazla parti arasındaki tercihini” değil, “insandan insana iletişimin” sonucunu ifade eder. Kısaca, bireylerin birbirleriyle doğrudan ilişkisi üzerinden oluşan halk iradesi “nispeten az seçmenli” özerk komünal toplumların konfederalizm temelindeki toplamı, gerçek demokratik sistemi meydana getirir. En alt “birim” olan “özerk mahalle”nin seçmenleri birbirlerini “tanımaktadır”. Onların “temsilcileri”, diyelim ki İl düzeyinde bir araya geldiğinde, bu temsilciler de birbirleriyle doğrudan iletişim kuracaklardır. Onların en nihayet konfederal “merkeze” göndereceği temsilciler de birbirleriyle doğrudan ilişki içinde olacaklardır.

Böyle ya da başka biçimler altında oluşacak olan bu sistem “seçmenle seçmen” arasındaki doğrudan ilişki sayesinde, aynı zamanda “insanlaşmış” olacaktır.

Demokrasinin “yerelleşmesi” ve “insanlaşması” Kürt özgürlük hareketinin düşünce sisteminde, “demokratik ulus” teorisi sayesinde keşfedilmiştir. ” Devlet olmayan devlet” anlayışının temelini “ulus olmayan ulus” oluşturabilir. Bu ise ancak birbirini tanıyan farklı din, dil ve ulustan insanların birbiriyle kuracağı uygar ve demokratik ilişkiler sayesinde gerçekleşebilir. Nasıl demokrasinin ilk tohumu “en küçük birimde” yeşerirse, “demokratik ulusun” da boy vereceği ortam, işte bu en küçük birimdir, bir anlamda “komünal yerel toplumdur”…

Demek ki, “merkezi iktidarı” belirleyen ve kitlelerin birbirleriyle değil, partiler arasında ilişki kurduğu “parlamenter sandık demokrasisinin” demokrasiyi yalnızca formel anlamda temsil ettiği açıktır.

İşte bu “demokrasi” tipi, hem “reel sosyalizmde” denenen ve başarısızlığa uğrayan “merkeziyetçi” sistemden, hem de her geçen zaman içinde biraz daha seçmenlerin yabancılaştığı “parlamenter” sistemden farklı bir demokrasidir. Günümüzün yeni kuşakları da zaten böyle yeni bir demokrasi aramaktadır.

 

Devrimci Yükseliş ve Radikal Demokrasi

Bu arayışın bilincine varan 68 kuşağıydı. Bizim 68’lilerden söz etmiyorum. Avrupa’nın 68 kuşağı, yeni bir demokrasi arayışının kitlesel öncülüğünü yaptı. Ne kapitalist burjuva “demokrasisi” ve ne de reel sosyalist “demokrasi” bu kuşağın idealleriyle bağdaşmadığı için alternatif demokrasi arayışı sonuçta “radikal demokrasi” kavramı altında sonuca vardı.

Bu anlayış “taban demokrasisi” ya da “doğrudan demokrasi” gibi anlayışlarla temellendirildi. Seçilmişlerin seçenler tarafından geri çağırılması, adem-i merkeziyetçilik, yerellerin geniş özerkliği düşünceleri o dönemlerde tartışıldı.

Fakat 68 yılının devrimci yükselişi geriye çekildikten ve o kuşağın önde gelenleri, örneğin Yeşiller’in ilk kurucuları, giderek sistemle iç içe girdikten sonra Batı’da “radikal demokrasi” büyük ölçüde unutuldu. Aynı zamanda böyle bir “üçüncü yol” önerisini, sol kitleler arasında anti-komünist amaçlarla destekleyen kimi “akademi”ler ve medya organları, reel sosyalizmin yıkılmasından sonra bu “destekten” vazgeçti ve Batıda “radikal demokrasi” unutuldu.

Şu sıralar PKK Önderi Öcalan’ın eserlerini kısa broşürler halinde yayınlayan Kürt halkının dostları, gençler ve aydınlar arasında unutulan “radikal demokrasi” kavramına karşı giderek artan bir ilgi uyandırmakta…Ne var ki, radikal demokrasi, kendi başına “propaganda” ile canlandırılabilecek bir hedef değil. Onun ortaya çıkış süreci, son derecede karmaşık toplumsal gelişmelere yakından bağlı.

Radikal demokrasi düşüncesinin bereketli toprağı, “radikal kitle hareketleridir”. Tarihte mevcut burjuva ya da kapitalist moderniteye ait siyasal rejimlerin alternatifleri hep böyle “radikal kitle hareketlerinin” yükseldiği “devrimci durumlarda” ortaya çıktı.

“Radikal demokrasi” düşüncesini doğuran 1968 yılının “devrimci durumundan” söz etmiştik. Şimdi de üç “devrimci durumdan” daha söz edelim.

Bunlardan ilki 1871 Paris Komünü’dür. Komün “temsili parlamentarizmin” alternatifi olan bir yeni demokrasi yarattı. Bu demokrasi Fransa’da meydana gelen devrimci durumun bir ürünüydü. Paris işçileri ayaklanmıştı. Ve onlar “dümenin” başına geçince, ne Fransız İhtilalinin Jakobenleri ne de ılımlı kibar burjuvazinin Jirondenleri gibi davrandılar. “Komün”ü kurdular ve seçilenlerin seçenler tarafından geri çağırılması gibi kurallarla “doğrudan demokrasi”ye ilk adımı attılar. Bu öyle bir demokrasiydi ki, henüz oy hakkı bile olmayan kadınları kitleler halinde devrim sürecine çekmişti. Yerel özerklik sistemi, “kadınların katılımı olmadan” yürüyemezdi. Komün saldırıya uğrarken bu kadınlar orduya karşı kahramanca direndiler. Karl Marks, Komün deneyinden hareketle, “demokratik cumhuriyet” fikrini “proletarya diktatörlüğü” fikrine doğru geliştirdi. Ona göre Komün “proletarya diktatörlüğüydü”…

Biliyoruz. Bu devrimci durum geriledikten yıllarca

sonra Paris’i kuşatan “kızıl Belediyeler” hiçbir zaman “radikal demokrasi”ye doğru bir evrim geçirmedi. Öyle olsa da şimdi, aşırı merkeziyetçi Fransa devleti, son Anayasa değişiklikleriyle birlikte geniş ölçüde adem-i merkeziyetçiliğe geçti. Komün’ün “mahalle meclisleri” düşüncesi, yerellerin “özerkliği” yolunu açmıştı.

Komünün yenilgisinden ve daha pek çok karşı devrimci gelişmelerden sonra, eğer yanılmıyorsam 2. Enternasyonal’in şefi Kautsky, “devrimci sürecin merkezi Avrupa’dan Rusya’ya kayıyor” saptamasını yaptı. Nitekim Komün’den 36 yıl sonra, 1905 yılında Birinci Rus Devrimi patladı. Bu devrim Çarlık otokrosisine karşı yapılan ve demokrasiyi hedefleyen bir devrimdi. Ama devrimci durumla ayaklanan kitleler, otokrasiye karşı demokrasiyi, Batının burjuva parlamentarizminden ödünç olarak almadılar. Kendi “radikal demokrasilerini” yarattılar. Bu demokrasinin organı Parlamento değil, “Sovyet”ti. Sovyetler, en küçük yerel birimlerde oluşmuştu. Yerellerin demokratik özerkliğini temsil etmekteydiler. En alttan seçilip, yüksek sovyete gönderilen “temsilciler”, her an seçenler tarafından geri çağrılabiliyordu.

Bilindiği gibi 1905 devrimi ve Sovyetler yenildi. Bunların yerine meşruti bir parlamenter sistem getirildi. Kurulan meclisin adı Duma’ydı ve bu Duma Çarlık Rusyası’nı 1914 yılında Birinci emperyalist savaşa soktu. Rusya’da ikinci devrimci durum 1917 yılında oluştu. Devrimci durumun oluşmasıyla birlikte burjuva parlamenter sisteme karşı 1905 yılında ilk kez ortaya çıkan Sovyetler yeniden doğdu. Bu defa “işçi ve asker vekilleri sovyeti” adıyla kışlalardan, köylerden, kasabalardan yukarılara doğru örgütlendi. Sovyetlerin egemen olduğu bütün yereller, büyük bir hızla Rus devletinin merkezi hegemonyasından kurtulmaya ve kendi özerkliklerini ilan etmeye başladı. Bir süre sonra ülkede “ikili iktidar” oluştu. Bir tarafta Çarlık Rusyasının Duması, diğer tarafta ise Sovyetler…Lenin Sovyet iktidarını “proletarya diktatörlüğünün ilk biçimi olan Paris Komünü’nün devamı olarak ilan etti. Nitekim Lenin öldüğü zaman onun cenazesi Paris Komünü’nden kalma bir “kızıl bayrağa” sarılmıştı.

Burada bir parantez açmamız gerekiyor.

Gerek Marks’ın ve gerekse Lenin’in “proletarya diktatörlüğü” kavramı, daha sonra ve zaman içinde reel sosyalizmde deforme olan siyasi rejimlerle uzaktan ve yakından ilgili bir kavram değildi. Proletarya Diktatörlüğü onların teorisine göre, tıpkı Öcalan’ın “devlet olmayan devlet” düşüncesi gibi, bir “geçiş” biçimiydi. Yani “devletli toplumlardan, devletsiz, iktidarsız toplumlara geçiş” biçimi olarak ele alınmıştı. Devletin baskıcı bürokratik aygıtının yıkılmasından, düzenli ordunun ve polisin lağvedilmesinden söz ediliyordu. Devlet bürokrasisinin yerine, halkın bubürokratik işleri münavebeyle yerine getirmesi düşünülüyordu. Marksizmin kurucuları, proletarya diktatörlüğü denilen “devleti”, “işçi sınıfının ve çalışanların ulus haline gelerek, devlet biçiminde örgütlenmesi” olarak tanımlamışlardı.

(Bu düşünceye Öcalan’ın yaptığı katkı, bana göre, “merkezi devletin” bu tanımını “yerelleştirmesi”dir. Denebilir ki Öcalan, “devlet olmayan devlet” anlamındaki “proletarya diktatörlüğü” düşüncesindeki “zayıf” noktayı görmüş ve her türlü sosyolojik öznenin, yerellerde “demokratik özerkliğini”, “demokratik merkeziyetçilik” ilkesinin yerine geçirmiştir. Böylece, Apocu devlet teorisi demokratik cumhuriyetteki devletin tanımını, benim sözlerimle ifade edersek, “demokratik ulus haline gelen halkın, yerel yönetimler halinde örgütlenmesi ve konfederal temelde birleşmesi” olarak derinleştirmiştir. Böyle bir düşüncenin yaşama geçmesinin temel ön koşulu ise, bu düşüncenin hayata geçirildiği ülkeler topluluğunun, tüm dünyayla barış içinde yaşamayı güvence altına almasıdır. Aksi durumda, “merkezi devlet” gücüne ihtiyaç duyulacağı açıktır. )

Bununla birlikte bugörüşler, devrimin dünya çapında, hiç değilse Avrupa kıtası çapında yaklaşık eş zamanlı zafere ulaşacağı öngörüsüyle temellendirilmişti. Eğer 1917 Ekim devrimini Alman devrimi takip edebilseydi, Avrupa çapında sosyalizme geçilirken, bu “proletarya diktatörlüğü” teorisi, büyük olasılıkla pratiğe geçebilecekti. Büyük bir karşı devrim ya da dış saldırı tehdidinin buyolla önlendiği koşullarda, merkeziyetçi devletin bürokratik aygıtını parçalamak veyerine “devlet olmayan devlet” biçimini geçirmek hiç de hayal değildi.

Ne var ki, kıta çapında devrim öngörüsü doğrulanmadı. Kıta çapında devrimci durum oluşmakla birlikte, bunlar devrimin kıta çapında zaferine yetmedi. Böylece “tek ülkede sosyalizm” uygulaması, proletarya diktatörlüğünü, adım adım “devlet diktatörlüğü” haline gelmeye zorladı. Reel sosyalizm ülkeleri, hasım kapitalist devletlerin “ordularıyla”, “istihbaratlarıyla” ve “ekonomileriyle” “yarışmak” zorunda kaldı. Bu zorunluluk söz konusu “yarışta” uğranılan “başarısızlıklar” nedeniyle giderek “başlangıçta” geçici olarak uygulanan “diktatörce” yöntemleri kalıcılaştırdı.

Fakat bütün bunlar, hem Paris Komünü’nü, hem de iki Rus devriminde ortaya çıkan Sovyetleri, radikal demokrasinin ilk biçimleri olmaktan çıkarmadı.

 

Devrimci Sürecin Merkezi “Doğuya” Kayınca…

Tarihte işler böyle oldu. Radikal demokrasi düşüncesi ve pratiği, bir kural olarak “düzenin egemen olduğu” koşullarda değil, devrimci durumlarda hep karşımıza çıktı. Şimdi de öyledir. Bugün Kürt özgürlük hareketinin teori ve pratiğinde dile getirilen “radikal demokrasi” ya da “demokratik cumhuriyet”, “konfederalizm”, “demokratik özerklik” gibi düşünceler, basit bir şekilde bir insanın masa başındaki çalışmalarının ürünü olarak ortaya çıkmadı. Kürdistan’da patlayan devrimci sürecin nesnel koşullarıyla, Kürt halkının önderinin öznel çalışmalarının sentezi olarak doğdu ve gelişti.

Türkiye devrimci sürecin merkezi 1960’lı ve 70’li yıllarda Türk metropollerindeydi. 15-16 Haziran işçi ayaklanması Marmara ve İstanbul’u iki gün boyunca sarstı. Deniz’lerin, Mahir’lerin, İbrahim’lerin göğüs gerdiği 12 Mart darbesi bu devrimci yükselişi durduramadı. Büyük kitle gösterileri 1970’lerdeki “DGM’yi ezdik sıra MESTE” sloganıyla yapılan genel grevler, anti faşist direniş bu yıllara damgasını vurdu. Ne var ki, 12 Eylül darbesinin eşiğinde devrimci süreç giderek gerilemeye başlamıştı. Darbe bundan yararlandı. Ve metropollerdeki devrimci sürecin merkezi, nasıl vaktiyle Avrupa’dan Rusya’ya kaydıysa, 1980’den sonra Türkiye’nin metropollerinden Kürdistan’a kaydı. Örgütlenmelerini devrimci sürecin merkezine göre biçimlendiren bütün örgütler, o nedenle hızla sosyal tabanlarını kaybederken, küçük bir grup halinde örgütlenen PKK çok kısa zaman içinde büyüdü. Çünkü PKK devrimci sürecin merkezinin Batıdan Kürdistan’a kaydığını fark etmişti. Diğer Kürt örgütleri kendilerini Batıya göre konumlandırdıkları ve Kürdistan’da devrimci durumun gerektirdiği türde örgütlenme biçim ve yöntemlerini geliştiremedikleri için tasfiye olurken, PKK devrimci sürecin derinleşmesine paralel örgütsel biçimler ve mücadele yöntemleri geliştirmeyi ve bunun teorik temellerini hazırlamayı başardığı için büyüdü.

PKK’nin özel olarak asıl özgünlüğü, bu gelişmenin basit bir “milli öfhe” kabarması olmadığını, Ortadoğu çapında derin bir devrimci süreç olduğunu kavramasıydı. O nedenle daha en başta sosyalist bir program yapmıştı. Aynı zamanda bu devrimci sürecin Kürdistan’ın sömürge statüsü nedeniyle, biçim olarak “milliKürdi”, ama içerik olarak “sosyal” bir süreç olduğunu da fark etmişti. Bizlerin yapamadığını Kürt özgürlük hareketi başarmıştı; Öcalan dünya devrim tarihinin tüm mirasını kendi ana diline, Kürtçe’ye çevirebilmişti. O nedenle hem Kürt hem de yoksul olan halk Öcalan’ı ve partisini kolayca anlamıştı.

İşte “radikal demokrasi”, “konfederalizm”, “demokratik özerklik”, “kadın özgürlükçü, ekolojik, eşitlikçi komünal toplum” teorileri sıradan barışçı günlerde değil, devrimci fırtınalar ortamında, Kürdistan’da gelişen ve gitgelli olarak yaşanan devrimci durumların ürünü olarak ortaya çıktı. O nedenle bu teoriler ya da düşünceler, masa başında hazırlanmış teoriler ve düşünceler gibi “salt akademik kriterlerle” incelenemez. Öcalan “eleştiricilerinin” anlamadığı şudur: Öcalan’ın görüşleri yalnızca “kitaplar” değildir. O kitaplardaki düşünceler halkın sosyal psikolojik oluşumunun organik parçalarıdır. O nedenle “eleştiri”, “şu görüşün şurası pek doğru değil” laflarıyla yapılamaz. “O gürüşün ortaya çıkış, gelişme” diyalektiğini anlamak gerekir. İşte Öcalan’ın düşüncelerini ve teorilerini ele alan bir bilimci için en önemli metodolojik çıkış noktası budur. İşin en kolay kısmı, ciltler dolusu yapıtların içinde birbiriyle “çelişen” ifadeleri bulmayı “eleştiri” sanmaktır. İşin bu kısmını, kendi düşüncelerinde sürekli revizyon yapma gücüne sahip olan o teorilerin sahibi zaten yapıyor. Kendi görüşlerini bizzat kendisi “dogma” haline gelmemesi için sürekli geliştiriyor, değiştiriyor. Yeniden ve çok farklı terimlerle ve anlatımlarla formüle ediyor. Bu eserlere yaklaşmanın zor olan yanı, o eserlerdeki her bir düşünce ile, Kürdistan’daki somut gerçekliğin ve o gerçeklik içindeki milyonlarca insan tarafından ortaya konan pratiğin bağlarını bulup çıkartmaktır. O nedenle Öcalan’ın görüşlerini “salt teori” olarak anlayanlar yanılır. Onun düşüncesi bana sorarsanız, Kürdistan devrimci sürecinin hem teorisi, hem de pratiğidir. Bu demektir ki bir yandan teori devrimci sürece yön verirken, diğer yandan da milyonların devrimci pratiği o teoriyi belirlemektedir. O halde Öcalan’ın düşüncesi, benim anladığım kadarıyla, tamamlanmamış, sürekli gelişme, değişme halinde olan, dinamik bir mücadele teorisidir. Bu teorinin içinde otuz yıllık mücadele süreci içinde zamanını doldurmuş, bizzat Öcalan tarafından aşılmış ve yarın Kürdistan devrimci hareketinin de aşacağı nice yaklaşımlar ve görüşlerle, bugün de halkın mücadelesini aydınlatan görüşler bir aradadır. Ve şurası açık ki Öcalan yaşıyor ve kendi görüşlerini, hayret edilecek bir şeydir, “tekrar etmek” yerine, sürekli yeni katkılarla geliştiriyor.

 

Fatsa, Gezi ve Rojava

Kürdistan’da patlayan devrimci durumlar ve devrimci sürecin, tarihte olduğu gibi demokrasi sorununda “radikal” düşüncelere yol açması, bizim analizimiz doğruysa, doğaldır. Doğaldır ama, ortada şu soru duruyor. Neden 1960’larda ve 1970’lerde metropollerde yükselen devrimci süreç böylesi “radikal demokrasi” düşünce ve pratiklerine yol açmadı? Bizim yaptığımız tarihsel analize uymayan bu örneği nasıl açıklamak gerekir?

Bu soruya yanıt vermeden önce, Fatsa deneyimi ile ilgili birkaç söz yararlı olabilir. Bilindiği gibi Devrimci Yol hareketinin yandaşları 1980 yılına gelinirken, Fatsa’da Belediye Başkanlığı’nı kazandılar. Terzi Fikri’nin yönettiği bu Belediye, devrimci sürecin yükselişinin etkileri altında giderek “merkezden bağımsızlaşan” “demokratik özerk” bir yönetime doğru evrildi. Bu açıdan bakılırsa, söz konusu hareket “yerellerde örgütlenme” geleneği bakımından “radikal demokrasi” çizgisine en yakın Türkiyeli siyasi hareket olarak ortaya çıktı.

Ne var ki bu örnek Türkiye solunda yaygınlık kazanmadı. O yıllarda sola hakim olan başlıca çizgi, yarı Kemalist, yarı Stalinci bir çizgiydi. Öyle ki, Hruşçov sonrası Sovyetlerde yapılan “biçimsel demokratik” reformlar bile, bu sola “revizyonizm” olarak görünüyordu. Kısaca devrimci sürecin yükselişe geçtiği dönemde Türkiye sosyalistlerinin “radikal demokrasi” yönünde düşünce üretmesinin önündeki engel, bu hareketin Kemalizmden kopamaması ve Marksizmin Stalinci yorumunun etkisi altında kalmış olmasıydı.

Kürt özgürlük hareketi ise, dogmatik ön yargılardan hızla kurtuldu ve hem kendisi Kürdistan devrimine öğretti, hem de Kürdistan devrimci sürecinden öğrendi. Böylece şimdi biz, Kürdistan’da özgün bir “radikal demokrasi” pratiğinden söz edebiliyoruz.

Genellikle, şimdi içinden geçilen “çözüm sürecinin” aynı zamanda bir “mücadele süreci” olduğu söyleniyor. Bu doğrudur. Ama şu özgün durumu da hesaba katmak gerekir: Nasıl ki, radikal demokrasi düşüncesi ancak ve esas olarak devrimci sürecin ortaya çıktığı koşullarda pratik olarak karşımıza çıkıyorsa, bu düşüncenin hayat bulması ve kökleşmesi de, ancak ve ancak “sürekli serhıldan” koşullarında gerçekleşiyor.

(Bir parantez açalım: Burada bir tehlikeyi dile getirmek gereklidir. Nasıl ki, “barışçı koşullarda” devrimci kurumlar bürokratikleşebiliyorsa, “kitlesel eylemlerin” de bürokratikleşme, rutinleşme, sıradanlaşma ve her türlü yaratıcılıktan uzaklaşma tehlikesi vardır. Özellikle, kitle eylemleri ya da serhıldanlar, her durumda göstericilerle polisin arasında çatışmalara indirgendiğinde ve bu çatışmalardan sonra polis karakollarına, göstericiler de evlerine döndüklerinde, bu durum yıllar ve yıllar boyunca tekrar edildiğinde, “kitle eylemlerinde” ya da “serhıldanlarda” bir tür “bürokratikleşme” durumundan söz etmek mümkündür.

Bu eğilimi önlemek çok ciddi ve yaratıcı çalışma gerektirir. Pratiğin dışında olan bir kişi olarak, şu anda Kürdistan’da kitle eylemi içinde “radikal demokrasinin” hangi ögelerinin ortaya çıktığını ve ne gibi bürokratikleşme unsurlarına rastlandığını somut olarak örnekleme imkanım yok. Kürdistan’daki sosyologların bu yönde ciddi çalışmalar yapması çok önemlidir. )

Şu anda “radikal demokrasi”nin en önemli pratik alanı Rojava’dır. Ve biz buna bir de, henüz devrimci sürecin ciddi biçimde ortaya çıkmamış olmasına karşın, militan ve “yeni” mücadelelerin yükselişiyle ortaya çıkan “Gezi” tecrübesini de eklemeliyiz.

Rojava’da Kürt halkı “vatan savunmasındadır”. Vatanı özgürleştiren devrim şimdi vatanı işgal etmek isteyen sahte Müslüman “cihatçı” unsurlara karşı savunuyor. Ve bu savunmanın en önemli değiştirici ve dönüştürücü gücü, “silahlı kadın tugaylarıdır. ” Bilindiği gibi “radikal demokrasinin” en önemli özelliklerinden birisi, devletin profesyonel silahlı güçlerine karşı, halkın “milis” adı altında kendi öz savunmasını yapmasıdır. Şu anda Rojava’da radikal demokrasinin bu en önemli özelliği aslında iki “iktidar” odağına karşı gerçeklik halini alıyor. Bunlardan birisi “rejimin devletine ve cihatçı çetelere karşı” silahlı halk gerçekliğidir. Ama ikincisi ve çok daha önemlisi, hem devletçi iktidar güçlerine, ama aynı zamanda o iktidarcılığın başlıca tarihsel dayanağı olan “erkek egemenliğine” karşı kadınların “silahlanması”dır. Böylece aydınlanan, uyanan, bilinçlenen ve silahlanan kadın, bu süreç derinleştikçe, asıl Rojava’da özgürleşme sürecinde dev adımlarla yürüyecektir.

Gezi direnişine gelince…Bu direnişin bağrında ortaya çıkan “radikal demokrasi” biçimlerini anlamak için, metropollerle Kürdistan arasındaki somut farkları hesaba katmak gerekir. Buradan hareket edersek, diyebiliriz ki, ne Gezi Kürdistan tecrübesini “taklit” ederek “radikal demokrasiye” ulaşabilir, ne de Kürdistan Gezi tecrübesini “taklit” ederek hedefine varabilir. Örneğin Gezi direnişinde, Kürdistan’daki “öz savunma” tecrübesini ya da “milis” güçlerinin “asayiş” işlevini “taklit” etmenin bir anlamı yoktur. Buna karşılık, elbette her iki direnişin birbirinden öğreneceği çok şey olduğu da açıktır. Nitekim, bundan yıllar önce Kürdistan’da meydana gelen sivil direnişlerin “çadırlarda” örgütlenmesi, muhtemelen Gezi direnişçilerini de esinlendirmiştir. Aynı şekilde bütün polis baskısına rağmen sürekli olarak yeniden alanlarda toplanarak direnmek hem Gezi’nin hem de Kürdistan’ın “sivil itaatsizlik” bilincini ortaya koymuştur.

Gezi direnişçilerinin tüm baskılara rağmen büyük kentlerin parklarında yaptıkları örgütlenmeler “radikal demokrasi” açısından büyük önem taşıyor. Bu parklardaki “forumlar” geleceğin “komünlerinin”, “halk meclislerinin” habercisidir.

 

‘Radikal Demokrasiye’ Anayasal Meşruiyet

Özetle radikal demokrasi, kağıt üzerinde kuralları, biçimleri belirlenen bir gelişme değildir. O, halkların “radikal eylemlerinin” ürünü olarak ortaya çıktı, bugün de öyle ortaya çıkıyor.

“Radikal demokrasinin” teorisi ise işte halkların bu eylemlerinin, mücadelelerinin, pratiklerinin deneylerini genelleme çabalarının sonucunda ortaya çıkıyor. O halde “radikal demokrasi” üzerine “düşünmek”, yazmak, çizmek ne kadar önemliyse, o “radikal demokrasinin” yaratıcısı olan halk kitlelerinin eylemlerinde yer almak, bu eylemleri örgütlemek, derinleştirmek “radikal demokrasiyi” gün ve gün inşa etmek anlamına geliyor… Barış ve çözüm sürecini basit bir şekilde bir “anayasa” meselesi haline getirmek, burada çizilen çerçeve açısından çok yetersiz bir yaklaşımdır.

Hiç kuşkusuz çözümün “anayasal” boyutu çok önemlidir. Ama her şey demek değildir. En gerici anayasalar devrimci halk inisiyatifleriyle aşılabilir ve bu anayasaya rağmen demokratik bir ortam oluşabilir. Bunun en iyi örneği, 12 Eylül faşist anayasasına karşı, Kürdistan’da “serhildanlarla” elde edilen özgürlük ortamıdır. Buna karşılık en demokratik bir anayasa, despotik bir rejimin ülkeye egemen olmasını önlemekte hiçbir işe yaramayabilir. Bunun da örneği dönemin en demokratik anayasası olan Weimar Anayasası’nın egemen olduğu Almanya’da, Hitler diktatörlüğünün bu anayasanın tek kelimesini bile değiştirmeden hüküm sürmesidir.

Bu açıdan çözüm sürecinde, halk kitlelerinin yaratıcı ve “radikal” eylemleri, gerek Gezi Direnişi türü eylemler, gerek “serhildan” türü eylemler, ülkenin demokratikleşmesinin asıl itici gücüdür. Parlamenter bir demokrasi için “demokratik ve sivil” bir anayasa yeterli olsa bile, radikal demokrasi söz konusu olduğunda, bu, ancak devrimci sürece özgü eylemlilikleri zorunlu kılar.

O nedenle günümüzde eylemler, kitlesel hareketler ve protestolar, Gezi türü sivil itaatsizlik ve sivil örgütlenme eylemleri, serhıldanlar, yalnız Hükümet’in çözüm sürecinde “adım atmasını” zorlamak gibi “negatif” işlev görmez, aynı zamanda bizzat o eylemler içinde radikal demokrasinin aşağıdan yukarıya, kitle içinde adım adım filiz vermesini sağlamak gibi çok önemli bir “kurucu” işlev görür.

Eğer bu anlatılanlar doğruysa, yapılan eylemleri, eylemin sona ermesinden sonra “bitmiş eylemler” halinden çıkarmak, o eylemler içinde ortaya çıkan ilişkileri kalıcılaştırmak, örneğin Gezi direnişinde olduğu gibi büyük direnişin ardından, direnişi “park forumları” biçiminde kalıcılaştırma biçimleri bulmak büyük önem taşır.

Ve tekrar altını çizmeliyiz ki, şu anda Radikal demokrasi’nin inşası bakımından en önemli pratik Rojava’da yaşanıyor. Burada halk kendi kendini yönetmenin “yerel” biçimlerini, devrimin ihtiyaçları çerçevesinde geliştiriyor. Ve halk, şimdi her yerel birimde kendisini “özyönetim organları” halinde örgütlüyor. Bu örgütlenmede kadının rolü arttıkça, o yerel yönetimler “demokratik özerkliğin” içini “radikal demokrasi” ile dolduruyor.

Tüm yazımızı özetleyecek olursak, şu cümle yeterlidir: Kürdistan devrimci mücadelesinin amacı salt bir “demokratik, sivil ve adem-i merkeziyetçi anayasa” olmamalı; radikal eylemlerin bağrında ortaya çıkan “radikal demokrasiye” böyle bir “anayasa” ile meşruiyet kazandırmak olmalı…Asıl olan halkın örgütlü eylemliliğidir, onun bağrından doğan “radikal demokrasi”nin ögeleridir; Anayasalar ve yasalar halkın buyöndeki iradesinin devlet tarafından bir “kontratla” kabul edilmesinden ibarettir. Bu iradeyi kabul etmeyen devlet iktidarları “yıkılmayı” hak eder. Bu iradeyi kabul eden devlet iktidarları ise “evrimci yoldan” sönümleneceklerdir.

Hükümetin bütün gücüyle hem Gezi’de, hem de Kürdistan’da halk eylemlerini amansızca bastırması, işte bu “radikal demokrasiye” gidiş sürecini önlemek, halkın örgütlü eylemliliğini yenik düşürmek ve onun içinden boy veren her türlü “radikal demokrasi” ögesini çürüterek halkı basit bir “anayasal reforma” razı etmeye çalışmaktır.

Bütün bu anlatımdan çıkan tek sonuç ise şudur: Devrimci süreç, devrimci yükseliş, devrimci durum sonsuza kadar sürmez. Bir halk, önüne çıkan böyle bir “devrimci fırsatı” zamanında değerlendiremezse, “radikal demokrasi” treni kaçacaktır. Ne yapılacaksa şimdi yapılmalıdır.

Demir tavında dövülür…

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.