Düşünce ve Kuram Dergisi

Reel Sosyalizm Sonrası Yeni Dünya Düzeni: Gelmeyen Düzen, Bitmeyen Kaos

Selami Bulut

İkinci dünya savaşından sonra uluslararası sistemin üzerinde yükseldiği denge SSCB’nin dağılması ile birlikte ortadan kalktı. Esasen Gorbaçov’in ortaya koyduğu Perestroyka ve Glasnost hamleleri, Doğu Bloku içerisinde yer alan Çekoslovakya’da yaşanan “kadife devrim” ve Berlin Duvarının yıkılması dengenin daha önceden ortadan kalktığını göstermiş, SSCB’nin 1991’de dağılması malumun ilanı olmuştu. Bu süreç Fukuyama tarafından ideolojilerin sonu ve liberalizmin zaferi olarak daha 1989’da selamlanmıştı. Fukuyama kendi Hegelyen yorumuyla ‘mutlak tini’ Baba Bush’ta görmüştü. Huntington ideolojiler döneminin bittiğini kabul etmesine karşın yeni sürecin çatışmalarının farklı medeniyetler temelinde gerçekleşeceğini öngörmüştü.

İdeolojilerin bittiği iddiası iki fikri ön gerektirir: Birincisi Sovyetler Birliği’nin diğerine karşıt ya da diğerinden özsel farklılığa sahip bir düşünce üzerine inşa edildiği ve ikincisi artık mevcut sistem dışında bir özgürlük arayışının faydasız olduğu. 1990’larda yaşanan belirsizlik ve kafa karışıklığı esasen sistemi optimum dengede tutan SSCB’nin varlığının son bulmasıdır. Yani Sovyetler uluslararası sistemin ihtiyaç duyduğu varlığını gerekçelendirebilme, güç dengelerini de bu koşul üzerine oluşturabilme yeteneğini sağlamıştır. Öte yandan oluşturduğu iktidarcı-devletçi düzen sebebiyle alternatif bir inşayı var kılamamıştır. Bu nedenlerle mevcut durumu yarışan ideolojiler arası savaşın, bir tarafın zaferiyle son bulması olarak okumak yanıltıcı olacaktır. Alternatif bir dünyanın yokluğu düşüncesi ise her hegemonik sistemin kendi sonsuzluğunu ve biricikliğini ilan etmesinden öte bir anlam taşımamaktadır.

Bunun karşı kutbunda yer alan sistem karşıtı hareketlerin reel sosyalizmin çözülüşünü başarıyla karşıladıkları söylenemez. Öncelikle sistem karşıtı hareketler yüzlerce yıllık kapitalizm karşıtı hareketin mirasının despotik bir şeytana indirgendiği yeni bir sabaha uyandılar. Reel sosyalizmin çözülüşü, özgürlüğün despotizm karşısındaki zaferi olarak sunuldu. Kapitalizmin doğasında var olan iktidar olgusunun üstü çizilerek, sistem özgürlük ile eşitlenirken, Sovyetlerde gelişen devlet kapitalizmi modeli bütün kötülüklerin anası olarak gösterildi. İki sistemin birbirine ne kadar bağlı olduğu ve birbirini ne kadar beslediği ise üzerinde durulmaması gereken önemsiz bir ayrıntı olarak kaldı. Sol bu akımla mücadele yeteneği gösteremeyince, milyonlarca kişinin özgürlük umuduyla giriştiği bütün modern dönem mücadeleleri, yarım kalmış despot olma sevdaları olarak damgalandı. Bunun sonucunda ise sistem karşıtı hareketler sistemin dümen suyuna girerek liberal dalgaya teslim oldular. Bu konu, doğası gereği uzlaşmaz bir radikallik barındırması gereken kadın hareketinin, sistemin sunduğunu sloganı haline getiren feminizm incelendiğinde kolaylıkla görülebilecektir. Madalyonun öbür ucunda ise Ortodoks Marksist gelenek içerisinde kalmakta ısrarcı olan, bunun yolunun da Sovyetleri bütün günahlarıyla savunmak gerektiğine inanan hareketler gelmektedir. Kapitalist sistemin Sosyalist mücadele tarihini kanlı bir despotik yapıya indirgemesine karşı ancak bu şekilde mücadele edilebileceğine kani bu hareketler, gerekli özeleştiriyi yaparak özgürlük umudunu taşımak yerine giderek küçülmüş ve siyaseten esamesi okunmama derekesine düşmüşlerdir.

Yoğun kafa karışıklığı ve belirsizlik barındıran bu sürece Baba Bush müdahale etmiş ve körfez savaşını ilan ettiği konuşmasında; iki kutuplu dünyanın bittiği, artık devletlerin sorunlarını rahatlıkla tartışıp çözebileceği Yeni Dünya Düzenini muştulamıştı. Dünyayı düzenli yapma ya da görme isteği birinci ve ikinci dünya savaşları sonrasında da dile getirilmiş pekte yeni olmayan bir fikirdi. İki savaşı da görece zararsız olarak geçirmiş ve ekonomik olarak güçlü çıkmış ABD’nin hegemonyasını yayma çabası olarak görmek mümkündür. Soğuk Savaş sonrası ilan edilen Yeni Dünya Düzeni doktrini yine ABD’nin hegemonya mücadelesinde rakiplerinin önüne geçme hamlesidir. Fakat kanaatimizce son doktrin hegemonik güçler arası iç mücadele olmanın ötesinde, ABD öncüllüğünde sistemin bir bütün olarak 1970’lerden beri kesintisiz olarak yaşadığı krizden bir çıkış hamlesi olarak değerlendirilmelidir. Bu yazıda Yeni Dünya Düzeninin kodları üzerinden sistemin krizinden çıkış çabaları ve bunun yapısal sınırları tartışılacaktır.

“Ebedi Barış” = Kesintisiz Savaş

George Bush’a göre soğuk savaşın bitmesi artık hiçbir ülkenin diğerini tehdit olarak göremeyeceği bir sistemin ortaya çıkmasını sağlamış ve uluslararası düzenin bu hali, aşkın bir organizasyon olan Birleşmiş Milletlerin işlerlik kazanarak ebedi barışı sağlanmasını mümkün kılmaktadır. Bush, Kant’ın 300 yıl önce idealize ettiği sistemi pratikleştirme iddiasında bulunmaktaydı.

Bu barışı bozmaya kalkışanlar tabi ki olacaktı. Uluslararası barışı bozma tehlikesi barındıranlar, insan hakları ve demokrasi karşıtları, küçük şeytanlar ve terörist gruplar, ideolojik zaferini ilan etmiş özgür dünyanın eşit devletlerinin koalisyonu tarafından küçük askeri müdahalelerle engellenecekti. Düşük yoğunluklu demokrasiler çağı büyük savaşlara ihtiyaç duymuyordu.

Bush barış manifestosu ile Körfez savaşına müdahaleyi aynı konuşmada ilan etmişti. Soğuk savaş sonrası barış olarak kodlanan şey esasen, kapitalist modernitenin sistemik krizini aşmaya çalışırken, kendine öncü rol biçen ABD’nin hegemonik rakiplerini yanında görmek istemesidir. Yani barış hegemonik güçler arası savaşın olmaması durumudur. ABD kapitalist modernitenin talana uğratmadığı tek bir nokta bırakmamaya yemin etmiştir ve rakiplerini ancak bu şekilde krizi aşabileceklerine ikna etmeye çalışmaktadır. Bunun ancak kendi aralarında kuracakları bir savaşsızlık durumu ile mümkün olduğunu düşünmektedir.

Bu görüş çok geçmeden kendini sınadı. Körfez savaşında bölgenin tarihi, sosyo-politik yapısı ve siyasi güç dengelerinden bağımsız bir şeytan figürü olarak Saddam fikri yaratıldı; onun tehdit ettiği “mazlum” Kuveyt’in kurtarıcılığına koşan ABD ise özgür dünyanın öncüsü bir barış hamılı rolüne büründü. Takip eden yıllarda dağılan Yugoslavya ülkelerinde ortaya çıkan çatışmalı durumlara ise BM çatısı ile ‘insani müdahaleler’ serisi; Kosova, Bosna, Ruanda’da devam etti. Darfur katliamında ise BM’nin neden insani müdahalede bulunmadığı tartışma konusu bile olmadı. ‘Meşru Savaş’ teorilerinin havada uçuştuğu bu yıllarda, ABD think-tankleri savaşa gerekçe olarak yeni bir kavram üretti: önleyici savaş (preemptive war). ABD uluslararası barışı tehdit edeceği hissine kapıldığı ülkeye, herhangi bir saldırıya uğramasa dahi, önlemek amacıyla saldırıda bulunabilecektir. Afganistan ve Irak müdahaleleri böyle meşrulaştırılmış ve hatta Birleşmiş Milletlerin onayına dahi ihtiyaç duyulmamıştır.

Bu 30 yıllık savaş yıllarında hegemonik güçlerin tamamının yan yana geldiğini görmek mümkün değildir. Örneğin Körfez Savaşına İngiltere destek verirken Almanya ve Fransa karşı çıkmıştır. Yani Bush’un iddia ettiği gibi özgür dünyanın devletleri şeytanlara karşı birleşmemiştir. Hegemonik iç mücadeleler varlığını korumuştur. Buna karşın Almanya ve Fransa’nın sağlamaya çalıştığı tek Avrupa idealinin de gerçekleşmediği (ki Brexit tartışmaları ile bu iyice açığa çıkmıştır), Japonya’nın 30 yıldır aşamadığı ekonomik kriz nedeniyle bir türlü çıkış yapamadığı ve Çin ile Rusya’nın ise hala caydırıcı bir güç haline gelemediği belirtilebilir. Özcesi ABD’nin sisteme öncülük ettiği ve fakat iç mücadelenin de devam ettiği görülüyor.

Bizim ele almak istediğimiz temel mesele iç mücadeleler ya da askeri müdahalelerin doğası değildir. Biz Yeni Dünya Düzeni ilanının temellendiği esas düşünce olan barışın bir türlü gelememesi bir yana, savaşın her geçen gün derinleşmesi olgusu üzerinde durmak istiyoruz.

Düzen Orta Doğuya müdahale ilanı ile başladı ve bugün o ilk müdahaleyi kat be kat aşan bir düzeyde halen devam etmektedir. Bugün artık bir şeytana müdahale eden ABD ve dostları nosyonu yerle bir olmuştur. 7 yıldır devam eden Suriye savaşına asker göndermeyen ülke neredeyse yok gibi. 30 yıldır devam eden bu savaşın “eli kanlı bir diktatöre” karşı özgür ülkelerin vermediği artık çok açıktır.

Peki bu kadar devlet askeri, nüfusu 20 milyonu bile bulmayan küçücük bir ülkede ne aramaktadırlar? Kapitalist modernist güçler yeryüzünün her parçasını sistemin ilkelerine göre dizayn etmek istemekteler. Savaşılan ülke yönetimlerinin kapitalizm karşıtı olduğunu söylemeye çalışmıyoruz. Yönetimler soğuk savaşın dengesi içerisinde varlıklarını korumuş, verilen görevleri yerine getirmiş ve şimdi ayak bağı haline gelmiştir. Anılan ülkelerde yaşanan savaşlar bu yönetimleri devirmekten öte bölgede kapitalist modernist sistemi hakim kılmaya çalışmaktadır. Bu devlet başkanlarını oldukça aşan, toplumun sisteme entegrasyonunu gerektirir ki girişilen bin bir savaşın bir türlü istenilen sonuca varamamasının esas sebebini bu toplumların tarihsel toplumsal gerçekliğini şekillendiren ve tarihi on beş bin yıl öncesine giden kültürel kodlarda aramak gerekir. Özcesi savaş sistem güçleri ile toplum arasında geçmektedir.

Sistemin açmazı da burada boy vermektedir. 1990’da düşünülen ya da umulan; dengenin ortadan kalkması ve ideolojik zaferin ilanı ile bütün dünyanın müreffeh Batı gibi olabilmek için gönüllü olarak sisteme entegre olacağıydı. Bu gerçekleşmeyince küçük askeri müdahalelerle sorunun aşılacağı varsayıldı. Buna karşın her askeri müdahale yeni sorunları beraberinde getirdi. Bugün gelinen noktada Orta Doğu’nun her yeri savaş alanına döndü ve bu alanın daralması değil aksine genişlemesi konuşuluyor. Tartışma konusu ise ne yönde genişleyeceği noktası üzerinde oluyor. Ebedi Barışı tesis iddiasıyla çıkılan yolda derin bir savaşın yaratıldığı görülmektedir. Bu sebeple Yeni Dünya Düzeninin bir düzenden çok tam bir belirsizlik ve kaos hali olduğunu söyleyebiliriz.

 

Sanal Gerçeklik

ABD soğuk savaşın galibi olduğunu 1990 yılında bir fotoğraf ile ilan etmişti: Sovyet Moskova’sında açılmış dünyanın en büyük Macdonald’sı önünde kuyruğa girmiş binlerce Rus’un fotoğrafı. Bu artık Sovyetlerin ayak diremekten vazgeçtiği ve Rusların da dünyanın diğer özgür milletleri gibi özgürce hamburger yiyebileceğini tüm dünyaya tartışmasız bir şekilde ilan etmişti. İşte yeni dünya düzeni bu fotoğraf üzerine inşa edildi.

İletişim teknolojilerindeki muazzam gelişme, enformasyon çağı olarak nitelendi, dünyanın bir köy haline geldiği savunuldu ve süreç bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı iddiasıyla kutsandı. Kanımca bu dönemin esaslı adlandırması gerçekliğin yitimi olmalıdır. Gerçek kolayca ulaşılabilir olmamış, aksine gerçek kolayca yitirilebilir hale gelmiştir. Bu çağın iki özelliği bu kanımızı güçlendirmektedir.

Öncelikle sanal olanın kontrolü ulaşabilen tüm insanlara ait değildir. Aksine bu alanda hızla enformasyon tekelleri oluşmuştur. Bunun doğal sonucu hiç olmayanı varmış gibi gösterme ve bunu milyonlarca insana kanıksatma olanağının doğmasıdır. Bütün dünyaya bilgi akışını sağlayan bir avuç medya tekelinin ortaya attığı yalanı teşhir etmeye milyonlarca insanın cebindeki akıllı telefonlar yetmemektedir. Yani bilgiye ulaşım kolaylaştı ama tekellerin yaydığı bilgiye. Baudrillard Körfez Savaşı Gerçekte Yaşanmadı derken bu gerçeğe işaret etmektedir.[1] Körfez savaşı bir bütün olarak: medya eliyle şeytanlaştırılan Saddam’a karşı kimsesizlerin kimsesi ABD figürü, ABD’nin tartışmasız teknolojik üstünlüğü karşısında Saddam’ın üçüncü dünyaya ait, geri silahları ve ABD askeri için bir savaş oyunu kadar basitçe halledilen bir müsamereye dönüştürüldü. Bu görüşler fotoğraf ve videolarla desteklendiği için kimse gerçekliğini sorgulama gereği duymuyordu. Bu alışkanlık ABD ile sınırlı kalmadı ve hızla yayıldı. Suriye savaşında stüdyoda üretildiği sonradan anlaşılan onlarca kimyasal saldırı videosu internette hızla yayıldı. Türk televizyonları TSK operasyon videosu diye onlarca kez bilgisayar oyunu videosu yayınladı. Bu durum gerçek ile yapay olanın arasındaki çizginin ne kadar belirsizleştiğini dehşet verici bir şekilde ortaya koymaktadır. Körfez savaşından 11 yıl sonra ikiz kuleler canlı yayında yıkıldığında ABD’nin işgalini meşrulaştırmak için başka bir gerekçeye ihtiyacı kalmamıştı. Savaş artık video ile başlatılan ve televizyondan izlenen bir aktivite haline geldi. Yani savaş hiçbir yıkıcılığı ihtiva etmeyen seyirlik bir eğlence nesnesine dönüşmüştü. Show programının malzemeleri ise güçlü olan tarafından sağlanıyordu. Tekeller eliyle istenilen gösteriliyor, olumsuz değerlendirilenler ise sümen altı ediliyor.

İletişim teknolojilerindeki gelişmenin bir diğer önemli etkisi ise duygu yitimidir. İnsana ait ne varsa bir görüntüye indirgenmiştir. Görüntü ele alınanı nesneleştirmiş ve görüntünün gerçeği ile hemhal olmanın olanağını yok etmiştir. Televizyonda can sıkıcı bir şey gördüğünüzde kapatabilirsiniz, telefonunuza bir video ya da fotoğraf düştüğünde bir tıkla tüm derdinizden kurtulabilirsiniz. Bu halde Suriye savaşına ait bir bebek cesedi sizin için gerçekte yoktur. O ceset hemen kapatılabilecek, cansız, ruhsuz bir fotoğraf karesidir sadece. İŞİD’in kafa kesme videoları, anlık olarak videolara ulaşabilen insanlar için aslında hiç olmamıştır. Dünyanın bir yerlerinde birilerinin kafa kesebileceği düşüncesi, insanı ahlaki olarak o kadar zorlar ki, bu ahlaki muhasebenin önüne geçilmesi ancak sanalın gerçeği ikamesi ile mümkündür. Bu nedenle Baudlilard’ı güncelleyerek İŞİD Aslında Hiç Kafa Kesmedi diyebiliriz.

Sanal dünyanın bir diğer ve belki de en önemli etkisi ise finans sermayesine sunduğu mobilite imkânıdır. Bu hususu daha kapsamlı bir biçimde ekonomi başlığı altında incelemek istiyoruz.

Bitmeyen Ekonomik Kriz

1970’lerden itibaren dünyada kesintisiz bir kriz durumu yaşanmaktadır. Bu krizi Çin, SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinin ekonomik ‘reformları’ da önleyememiştir. Peki bu ardı ardına farklı ülkelerde başlayarak hızla yayılan ve tüm dünyayı etkisi altına alan kesintisiz kriz durumunun sebebi nedir? Bu konuda öncelikle söylenmesi gereken kapitalizmin, iktisadi hayatın dışında bir olgu olduğudur. Wallerstein farkı şöyle ortaya koyar: “İşte size resmimiz o hâlde: iktisadi hayat düzenli, alışılagelen usullere uygun; kapitalizm ise nevzuhur, görülmedik bir olgudur. İktisadi hayat kişinin olacakları önceden bildiği bir alandır, kapitalizm ise spekülatiftir. İktisadi hayat saydamdır, kapitalizm gölgeli yahut opak (kesif). İktisadi hayat küçük kârlar ihtiva eder, kapitalizm istisnai kârlar. İktisadi hayat özgürleşmedir, kapitalizm cangıl. İktisadi hayat hakiki arz ve talebin otomatik fiyatlandırmasıdır, kapitalizmde ise fiyatlar güç ve kurnazlık (hilekârlık) tarafından empoze edilir. İktisadi hayat denetimli rekabeti içerir, kapitalizm hem denetimi hem de rekabeti ortadan kaldırmayı. İktisadi hayat sıradan insanların alanıdır; kapitalizmin teminatı hegemonik güçtür ve kapitalizm o güçte mücessemdir (Wallerstein, 1996, s. 240).”[2]2 Bu uzun alıntı kapitalizm zeminini teşkil eden harcı ortaya koymaktadır: Öngörülemezlik, spekülasyon, belirsizlik, kurnazlık, rekabet karşıtlığı ve tekelleşme. Bu yapısal karakterler son 50 yıllık krizden çıkış çabaları ve reel sosyalizmin çözülüşü ile birlikte oldukça görünür kılınmış, iktisadi bir barbarlaşma şaha kalkmıştır.

1990’larda ABD, Dünya Bankası ve IMF tarafından oluşturulan, Latin Amerika ülke ekonomilerini kalkındırmayı amaçladığı iddia edilen ve Washington Konsensüsü olarak adlandırılan neo-liberal ekonomik paket hızla tüm çevre ülkelerine dayatılmıştır. Genel olarak uluslararası ticaretin önündeki engellerin kaldırılması, sermayenin tam hareketliliği, kamu harcamalarının sınırlandırılması ve özelleştirmeler gibi maddeleri ihtiva eden sabit bir program olan bu konsensüs, esasen çevre ülkelerinin sistem içindeki konumunu konsolide ederken, uluslararası ticaret tekelleri için tüm dünyayı pazar haline getirmeyi ve finans sermayesinin tam akışkanlığını amaçlamıştır. Bunun mekanizmalarını anlamaya çalışalım.

Bu süreç iki örgüt üzerine inşa edilmiştir: Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Uluslararası Para Fonu (IMF). WTO 1995 yılında kurulmuş ve uluslararası ticaretin önündeki engellerin kaldırılması rolünü üstlenmiştir. Öncelikle fikri mülkiyet hakkı, yani ürünün fiziki olmayan parçası koruma zırhı ile örülmüştür. Bu 1990’larda yaşanan ekonomik dönüşümün olmazsa olmazı olarak görülmüştür. Ürünün fiziki üretimi ise teknolojik gelişmişlik sebebi ile herhangi bir yerde üretilebilir hale gelmiştir. Fikri mülkiyet büyük bütçeli uzun araştırma-geliştirme çalışmalarını gerektirdiğinden bu haktan ancak hegemonik ülkelerin yararlanacağı açıktır. İnsanlığın binlerce yıllık birikiminin belki küçük bir halkası olabilecek bir yeniliği bu türden bir zırha büründürmek tartışmasız hırsızlıktır. Bu durumun diğer bir yönü ise çevre ülkelerin elde edemediği bu hakkı kullanan uluslararası ticaret tekellerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması ile birlikte dünyanın her bir karışının sömürülebilir hale gelmesidir. Buna fiziki üretimin herhangi bir yerde yapılabileceği gerçeği de eklendiğinde sömürünün düzeyinin korkunç olduğu anlaşılacaktır. Bir tekel kendisine ait olduğunu iddia ettiği ve bunun korumasını WTO eliyle sağladığı ürünü, en ucuz işgücünün bulunduğu yerde üretip, maksimum kar elde edebileceği yerde satabilir hale gelmiştir. Bu çılgınlık ‘en zengin 8 kişinin serveti ile en fakir %50’nin gelirini eşitlemiş’[3] ve ‘en zengin %1’i %99’dan daha zengin’[4] hale getirmiştir.

Dönüşüm sürecinin ikinci kurumu olan IMF ise borca batık ülkeleri kurtarma iddiasıyla finanse ederken, ilkeleri Washington Konsensüsü ile belirlenmiş olan sabit reçeteleri çevre ülkelere dayatmıştır. Ülkelerin özgünlüklerin göz önüne alınmadan ve esasen uluslararası ticaret tekelleri ve finans sermayesinin ihtiyaçları doğrultusunda hazırlanan bu reçeteler kalkındırılacağı iddia edilen ülkeleri bir bir iflasa sürüklemiştir ki, yakın tarihli örneği Yunanistan’dır. Kendisine daha da bağımlı hale getirdiği ülkeleri kendi siyasal ajandası çerçevesinde baskılayabilmektedir. Artık ekonomik ambargonun ötesine varan bir iktisadi müdahale şansı elde edilmiş bulunmaktadır. Yeni Dünya Düzeni finans sermaye düzenidir. Ülkelerin çekmeye can attığı yabancı sermaye, vergi kolaylıkları ve ucuz işgücü nedeniyle gelen çok sınırlı reel yatırımdan ziyade kısa-uzun vadeli borçlanma esasına dayanan finans sermayesidir. Tahvil, bono, hisse senedi üzerinden işleyen ve yaşamla hiçbir bağı bulunmayan para giriş çıkışları: işte sistemin derin krizine bulduğu çözüm budur. Spekülasyon ve rant ‘ekonomik’ sistemin doğal parçalarıdır artık. Sıcak para giriş çıkışları olarak adlandırılan bu süreç birkaç saat içerisinde bir ülkeyi batırmaya muktedirdir. ABD başkanının attığı bir tweet Türkiye’de doları bir günde %20 arttırabilmektedir.

Finans sermayesinin bu akışkanlığı elde edebilmesi iletişim teknolojilerinde devasa bir ilerlemeyi öngerektirmekteydi. Gelinen aşamada milyarlarca doların bir ülkeden başka bir ülkeye kayması birkaç dakikayı almaktadır. İşte bu çağın ekonomisi bu kadar gerçek bu kadar sanaldır. Yaşamı var kılmanın olmazsa olmazı olan iktisadi yaşam, bir avuç borsa spekülatörünün sınırsız kar hırsına indirgenmiştir.

Finans sermayesinin bugünkü görünümü borçlanma üstüne kuruludur. Devletlerin uluslararası finans kuruluşlarına borçlanmasından başlayarak bireylerin bankalara borçlanmasına kadar her düzeyde borçlanma esastır. Bugün Türkiye’de bankalara borcu olmayan neredeyse tek bir kişi kalmamıştır. Kredi kartları ile harcama yapanlar borçlandıklarının farkında bile değildir. Bu yöntem sistemin kendini ve iktidarını yeniden üretmesinin en kurnaz yoludur. Birey borçlanarak sisteme iliklerine kadar bağımlı hale gelmektedir.

Yaşanan ekonomik değişim, iletişim teknolojilerindeki gelişim ile birlikte dünyanın küresel bir köy haline gelmesi ve çok uluslu şirket ile uluslararası kuruluşların artan etkisi sebebiyle artık ulus devlet çağının geride kaldığı iddia edilmektedir. Örneğin Habermas “Milletlerarası ticaretin, bilhassa sanayi malları ticaretinin muhtelif pazarlarda daha geniş coğrafyalara yayılması ve yoğunluk kazanması ile milli ekonomiler dünya ekonomisinin birer şubesi durumuna gelmişlerdir.”(S. 63)[5] diyerek ulus-devletleri pasif birer şube olarak nitelemektedir. Bauman daha da ileri giderek “Devletlerin bu baskıya karşı koymaya yetecek kaynağı ya da manevra özgürlüğü yoktur; bunun nedeni basittir, zira girişimleri ve hatta devletlerin kendilerinin çökmesi için bir birkaç dakika yeterlidir.” (S. 77)[6] iddiasında bulunmuş ve ulus-devletlere şube rolünü bile çok görmüştür. Sermayenin sınırsız dolaşımı, çok uluslu tekellerin etkinliği ve uluslararası kuruluşların etki gücü yukarıda detaylıca işlenmiştir. Bu sürecin doğal sonucu olarak ulus-devletin eski biçimiyle devam edemeyeceği/etmediği açıktır. Ulus-devlet kendini yenileyerek sürece katılmaktadır. Öncelikle ulus-devlet bir ideoloji olarak hegemonik güçlerin ürünü olarak doğmuş ve kapitalist modernitenin hegemonyasını genişletme stratejisinin dayandığı zemin olarak dünyaya yayılmıştır. Dolayısıyla hiçbir zaman bağımsız ve özgün bir ulus-devlet olmamıştır, olmayacaktır. Projenin mimarları kendi kontrolleri dışında bir yapıya müsaade etmeyecektir. İkinci olarak ulus-devletler her zaman hegemonik bir güçle ilişki halinde var olmuşlar ve iktisadi yaşamlarını ancak bu şekilde var kılabilmişlerdir. Yani hiçbir zaman devletler bağımsız bir kalkınma programı çerçevesinde özgün yollarında ilerleyerek müreffeh olamamışlardır. Uzak Asya (Güney Kore, Japonya) devletlerinin ekonomik büyümesinin sırrı ABD-Çin, Almanya’nın büyümesi ABD-Sovyet çekişmesi ele alınmadan açıklanamaz. Bu devletler bağımsız oldukları için değil, güç dengesi içerisinde bir tarafla kurdukları dirsek teması sayesinde büyüyebilmiştir. Son olarak, Yeni Dünya Düzeninin iktisadi programı Washington Konsensüsünde belirlenen ilkeleri hayata geçirecek güçlü bir kurumsal yapı gerektirmektedir. Bu kurumsal yapıyı oluşturmak ve korumak ise ulus-devletin asli görevidir. Yani bugün ulus-devlete sermayenin biçtiği en önemli rol, kendisinin rahatça hareket edebileceği bir yapıyı garanti etmesidir. Bugün Türkiye’de finans sektörünü düzenlemek ve denetlemekle görevli Merkez Bankası, Sermaye Piyasası Kurulu ile Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu bulunmaktadır. Buna kamu bankaları, genel ekonomik işleyişi düzenlemeye yetkili Rekabet Kurumu gibi onlarca kurum ayrıca eklenebilir. Bu kurumların bir kısmı 1990’larla birlikte oluşturulmuş, bir kısmı ise yeni koşullara göre kendini yeniden düzenlemiştir. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Türkiye uluslararası tekeller ve finans sermayesi açısından makul, yatırım yapılabilir bir ülke haline gelebilmek için, devlet eli ile muazzam bir örgütlenmeyi gerçekleştirmek ve onun devamlılığını sağlamak zorunda kalmıştır. Bu ulus-devletin kurumsal yapısında biçimsel bir farklılığı getirmiştir. Fakat özü itibariyle dayandığı zihinsel kalıplar değişmemiş ve bazı açılardan (bankacılık sektörüne müdahale gibi) daha da güçlenmesi gerekmiştir. Bu nedenlerle ulus-devletin sönümlenmediğini ve fakat kendini yenileyerek sisteme entegre olduğunu söylemek daha doğru görünmektedir. Aksi halde dağılan SSCB toprakları üzerinde kurulan ve varoluşunu sınır komşusuna ırkçı düşmanlık üzerine kuran ülkeleri ya da Orta Doğu’da yaratılmaya çalışılan yeni ulus-devletçikleri açıklamakta zorlanırız. Ulus-devletlerin artık geride kaldığı görüşüne karşı çıkma sebebimiz, onların aşılmasını mümkün görmediğimizden değil, ulus-devletin kapitalist modernite ile var olan birliğini vurgulamaktır. Ulus-devlet sorunları çözmek bir yana daha da derinleştirmekte ve aşılması gerekmektedir. Fakat bu kapitalist restorasyon ile değil alternatif bir zihniyet yaratımı ve toplumsal formasyon inşası ile mümkündür.

Ekonomik dönüşümü göz önünde bulundurarak şunu söylemek yerinde olacaktır: kapitalist modernite kendi yapısal krizini çözmek için girdiği yolda krizi daha da derinleştirmiş, ekonomi dışı, gerçekle bağını tamamen koparmış, tamamen spekülasyona dayalı ve temel öznelerin uluslararası tekel ve finans sermayesi olduğu; yüzde birlik kesimin yüzde doksan dokuzdan daha zengin hale geldiği bir dünya yaratmıştır.

 

Sonuç

Thatcher ve Reagan ile başlayan, reel sosyalizmin çözülüşünü takiben Bush’un geliştirmeye çalıştığı Yeni Dünya Düzeni yukarıda açıklanan üç yönüyle ön plana çıkmaktadır. Sistemin krizini çözmek için geliştirdiği devletlerarası ilişkinin yeni biçimlenişi ve konsolidasyonu, sınırların silikleşmesi olarak okunabilecek bu sürece eşlik eden sermayenin tam akışkanlığını hedefleyen yeni ekonomik düzen ve bu iki gelişmenin zemini olarak iletişim teknolojilerindeki sıçrama aradan geçen onlarca yıla rağmen derde deva olamamış ve krizi daha da derinleştirmiştir.

Bu kesintisiz kriz hali ekonomik ya da siyasi alana sıkıştırılamayacak kadar derinlerde, uygarlık ile toplum arası savaşta zirveleşen bir an’a işaret etmektedir. Ali Fırat bu krizin düzeyini şöyle tarifler: “Günümüz finans kapital krizi, modernitenin yapısal krizinin en belirgin, yüzeye vurmuş halidir. ABD kaynaklı olması başta AB olmak üzere hızla küreselleşmesi modernitenin dünya-sistem olmayı tamamladığını kanıtlar. Dünya-sistemde yaşanan sadece finans krizi değildir. Kapitalizmin yapısal krizinden daha fazlasını ifade eder. Söz konusu olan 5.000 yıllık uygarlık krizidir.” (S.152)[7] Uygarlık 5000 yıllık serüveninde yaşadığı belki de en derin krizi, temellendiği topraklar üzerinde yaşamaktadır. Yine kan kusturmaktadır ama bu kez kendisi de can çekişmektedir.

Sistemin yapısal krizini aşma adına attığı adımlar olayı daha da içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Bunun temel sebebi ana kaynağı sistem olan krizin, aynı dürtülere dayalı olarak sistemi daha da yayarak çözülemeyecek olmasıdır. Sistemin kendisi kriz üretmekteyse, krizsiz alan ancak onun dışında bulunabilir. Temel problemi sınırsız talan ve rant olan ekonomik yapı, talan ve ranta daha fazla alan açarak krizden kurtulamaz. Çarpıklıklar üzerine kurulu bir zihin dünyası yalanın bu kadar hızlı yayıldığı bir alanda hakikati üretemez. Kendini savaşla var edebilen bir sistem barış üretemez.

Sistemin mücadele ettiği, çatışma halinde olduğu esaslı güç toplumdur. Amaç toplumu tamamen savunmasız bırakıp iktidarını pekiştirmek ve sınırsız sömürüye devam etmektir. Bunu yaparken oluşturduğu çarpık zihniyet dünyası temel dayanağıdır. Kendi türüne karşı bu kadar düşmanca bir savaş ve milyonları aç bırakmak pahasına sürdürülen ekonomik saldırı ancak toplumsallığın yaratabileceği hakikati yok etmekle mümkündür. Hakikat bağrından doğduğu toplumsallık yitirildiği oranda yok edilebilir. Hakikat ve toplumsallık arasında var olan bu diyalektik ilişki toplumun kendini var edebilmesinin gizini bize sunmaktadır. Aksi halde 5000 yıllık barbarca saldırıya rağmen insanın hale kendini nasıl koruyabildiği açıklanamaz bir soru olarak kalacaktır.

Bu düşünceler krizinden esaslı çıkışın da şifrelerini sunmaktadır. Aşındığı iddia edilen ulus-devletlerin insana yabancı yapısı, kendini var edebilmenin olmazsa olmazı ekonominin yerini almış olan rant-talan dünyası, siyaset diye yutturulan toplumsal mühendislik oyunları ve gerçeği gizleyen yapaylıklar ortadan kaldırılarak topluma ait olanın ikame edilmesi: krizin yegane çözüm yolu budur.

 

 

 

[1] Baudrillard, Jean. (1995). The Gulf War Din Not Take Place. İndiana: Indiana University Press.
[2] Wallerstein, Immanuel. Braudel on Capitalism, or Everything Upside Down. The Journal of Modern History, vol.
63, no. 2, 1991, pp. 354–361.
[3] Elliott, Larry. (2017). World’s Eight Richest People Have Same Wealth As Poorest 50%. https://www.theguardian. com/global-development/2017/jan/16/worlds-eight-richest-people-have-same-wealth-as-poorest-50.
[4] Elliott, Larry. (2016). Richest 62 People As Wealthy As Half Of World’s Population, Says Oxfam. https://www. theguardian.com/business/2016/jan/18/richest-62-billionaires-wealthy-half-world-population-combined.
[5] Habermas, Jürgen. (2002). Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti (Çeviren: Medeni Akbaş). İstanbul: Bakış Yayınları.
[6] Bauman, Zygmunt. (1999). Küreselleşme Toplumsal Sonuçları (Çeviren: Abdullah Yılmaz). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[7] Fırat, Ali. (2015). Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü. Amara Yayıncılık.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.