Düşünce ve Kuram Dergisi

Reel Sosyalizmin Çözülüşü, “Tarihin Sonu” ve Yeni Dünya Düzeni

Ulaş Güldiken

“Reel Sosyalizm”in gardırobunda kapitalizmin iskeletini sakladığından şüphe etmeyenler buna, bir devlet kapitalizmi biçimi olarak sosyalizm, adını veriyordu.” 

 

Gardırobun [Fr: garder (korumak), robe (elbise)] alıntı içerisinde kullanılmış olmasını biraz daha tahrik ederek devam etmek gerekirse; bu gardırop kapitalizmin iskeletinin saklandığı, korunduğu belki de her seferinde çıkarılıp giydirilen ve her seferinde rafa kaldırılan, tüm “reel” dönemeç ya da krizlerde meşruiyet kazandırılmaya çalışılan bir tarihsel perspektife sığınak olmuştur.  Dünyanın iki cepheye ya da kutba ayrıldığı addedilen bir dönemde reel sosyalizm,“dışarı”ya karşı çelikten örtülerle kapandığı ya da kendi ağırlığı altında çöktüğü ve dolayısıyla yine kelimenin bizzat gücünün gösterildiği yerde çözüldüğü her seferinde, gardıropta iskeleti iyi kamufule eden elbiselerinin varlığına güvenerek, kitlelerin sokağında yürürken “yüzsüz” bir palyaço kılığında içeriden çürüdüğünün ve de çözüldüğünün farkındaydı. Her ne kadar bir kapitalizm iskeletinden söz edilmekteyse de, omurgasını kapitalizmin oluşturduğu, etin ve “imajın” sosyalizmden oluştuğu bir makine işlevini görüyordu. Hareket kabiliyetleri ve davranış karakteri kapitalizm makinesinden düşmüş yeni bir tarihsel sürüm ile karşı karşıya idik. Bir bakıma artık sosyalizm namına etten bir parçanın kalmadığı, içeriden çözülüp omurgası başka bir tarih oynatıcısının elinde kuklaya dönüşmüş bir iskelet vardı. Walter Benjamin’in “tarihsel materyalizm” kuklasının satranç tahtasındaki rakibi olabilecek bir “otomat”tı bu.

Reel sosyalizmin çözülüşüne dair bugüne dek birtakım reçeteler sunuldu. Tarih bakımından bir kadavradan söz eder gibi, tarihsel bir doku kesiti analiz edildiğinde yapıyı çürüten ya da çözerek ayrıştıran etkenler çokça sunuldu. Aynı zamanda sahneden hızlıca çekilmesine neden olan katalizör için de yine birçok tanım yapılmıştır. “Sağlıklı” bir siyasal program ve tarihsel dönüştürücü stratejik ideolojilerden biri olarak sosyalizmin dönüştürücü olmaktan dönüşen bir evrim geçirmesine neden olan ne tür bir hastalıktı? “… ilkin devlet iktidarını ele geçir; ikinci olarak devlet iktidarını toplumu dönüştürmek (ya da sosyalizme ulaşmak) için kullan.” Tarihsel programın uygulayıcıları ve programın belirli etaplarını elde edecek mekanizmayı işleten özneler her ideoloji için farklıdır. Burada, söz konusu özne reel sosyalizm ölçeğinde toplumken nesne ise uygarlık şemasında “ileri” bir araç formu olarak devlet olmuştur. 

“Özne” olarak halkın sahip olduğu başlıca “nesne” devlettir. Esasta her ideolojik programın kitlesel hedefinde kümelenen bir topluluktan ya da modernizmin üstesinden gelip kendi siyasa’sını faaliyete geçirecek olan bir “fail”den bahsedilebilir. Sosyalizm için “sınıf-toplumun tüm üyeleri, liberalizmde birey ve muhafazakarlar için cemaat-geleneksel gruplardır. 

Toplumun homojen bir davranış toplamı olarak düşünülüp dönüştürülmesi gerektiği reel sosyalizmin ideolojik amaçlarından biriydi. Fakat toplumun sürekli homojen görüntüler vereceğine dair beklentilerin yorumlanması reel sosyalizmin handikaplarından biriydi. Bireyin sıfıra indirgendiği, benzer beklenti ve duyguların yanında rasyonel tepkilerin hiçe sayıldığı bir varsayım söz konusu “özne”yi küçümsemiştir. Kalabalıkların dışarıda olup bitenlere, başka bir dünyanın bizzat var olduğuna kendilerine kapatacak irrasyonelliklerden yoksun olduğu iddia edildiğinde, dışarıda kalarak bir “halk” ya da “toplum” tanımı yapmak, ideolojik bir kutsallaştırma imajı olarak içeriden çürümüş homojen bir deriden bedene dönüşür. 

Reel sosyalizmin sistem-karşıtı bir program olarak “nesne”yi “özne”nin yerine koyup temel öznesine karşı güçlendirmeye başlaması ve özetle kapitalizmi devlet aygıtının merkezinde tekelleştirmesi “son”unu hazırlamıştır.

 

Devlet Kendini Kimden Sakınır?

“Kuşkusuz her bir ideolojinin az çok utanç verici devletçiliğini açıklamak üzere dayandığı gerekçeler farklıydı. Sosyaliste göre devlet genel iradeyi uygulardı. Muhafazakarlara göre devlet geleneksel hakları genel iradeye karşı korurdu. Liberallere göre devlet bireysel hakların serpilmesine izin veren koşulları yaratırdı. Fakat her durumda retorik tamamen aksinin yapılmasını gerektirirken, sonuç devletin topluma nazaran güçlendirilmesi oluyordu.” 

Failin nesnesi durumunda olan devlet bizzat özneyi sakınılması gereken hedef olarak belirlediğinde, bu hedefler karşısında devletin daha fazla “merkezileştirilmesi” ve güçlendirilmesi ihtiyacı doğar. Bir sarmal gibi, birey, cemaat ya da genel hakların iradesini sağlayan birer payanda olarak devletin her seferinde “güçlü devlet güçlü birey”, “güçlü devlet güçlü gelenek”, “güçlü devlet güçlü toplum” sloganını tarihsel dönüştürücü “özne”nin önüne koyması ve onu razı edebilecek pratikleri denemekten vazgeçmemiştir. 

 

Tarihin Sonu ve Son İnsan

“Son” insan olabilme arzusuyla yanıp tutuşan bir türün bireyleri, tarihin kavranabilir parçacıkları olarak suyun yüzeyine doğru yüzmekteyken biri diğerini daha fazla dibe batırmakta hiçbir kötülük görmeyecektir. Zira ilerleme adına herhangi bir köşe taşı olacak “şey” ne ise tarih homojen bir zaman okyanusunda bunların üzerinde sıçrayarak kendi “telos”una varmaya çalışır. İşte bu nihai hedef etrafında tepinip durmakta olan insan, “son” insanını doğurup güneşe doğru uzanmış eller üzerinde kurban etmenin telaşıyla bir “hız”a kavuşmanın derdini yaşamaktadır. 

“Tarihin sürekliliğini parçalama bilinci”ni artık taşıma kabiliyeti edinmiş fakat telosun zaferini ilan edecek entelekheia’ya göre henüz “ilkel” sayılabilecek insan, “ilk” insandan ne kadar uzaklaşırsa “son”a o kadar yakınlaşacağını ummaktadır. Dolayısıyla ilerleme belki de ilk insandan kaçınma olarak form kazanmış bir ilk insan ve son insan arasındaki antagonizma olarak tarihe hem şekil hem de yön vermektedir.

İlk insanla olan hesaplaşmasında muzdarip olunan “eksik”lik kendini ne ile tamamladığında kavrayış gücünde artık üzerine eklenemez bir tarihsel sona ulaşılmış olacak? Saf bir “özgürleşme” eğilimi ve kendini zorunluluklar dünyasından kurtarma/koparma arzusu Hegelyen anlamda “mutlak bilinç” kazandığında “doğa” artık aynı doğa olmaktan çoktan çıkmış olacaktır. Bu, aynı zamanda insan şeması çıkarıldığında, doğası değişmiş fakat artık başka bir doğadan bahsedip şeması deforme olmuş bir insan söz konusu olduğunda mümkün olacaktır. 

Bütün çabasını bu doğadan sıyrılmaya vermiş insan aklının modernize edilmiş tasarımı olarak bilim ve teknik, gelecek tahayyülü taşıyan insanın kolektif eseri olarak herkesin yedeğinde, ilerleme hattında taşınmaktadır. Bu akıl, hangi tasarım olursa olsun birer ideogram olarak bireyin ve bir politik sistem olarak insan topluluğunun özgürleşme arzusunda, sırtını dayayabileceği en büyük güç biçiminde refakate hazır hale gelmiştir. Şu ya da bu uygarlık artık en büyük düşman değil; düşman yalın haldeki bu doğadır ve ilerleme önündeki ayak bağı olarak alt edilmesi gereken bu en büyük düşman, modern teknik sayesinde yenilgiye uğratılmalıdır. 

“Sömürü”den kurtulmak için doğanın sömürülüp teknik stoklanması yönü doğaya çevrilmiş silahlar olarak el altında tutulmaya çalışılmaktadır. Son insan ve nihayetinde gözünü tarihin sonuna dikmiş son insan, kendini sarmaşık misali etrafını sarmış olan bu zorunluluklar dünyasından hızlıca sıyırarak “özgürleşme”yi geciktiren kamburlaşmadan kurtulmayı tutku derecesine getirmiştir. İlerleme, geçmişin yükünden ve yıkıntıları arasında toplanacak materyallerden birikmiş artığı taşımaktan bitap düşmüş nostaljiden nefret eder. İşte “devrim” kendisine tarihsel bir moment sağlayacak sıçramalar için “reform” gibi sözcükleri naif bularak yarattığı fırtınanın cazibesiyle peşi sıra yarattığı boşlukta her şeyi sürükler.

“… Ama cennetten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntıları gözlerimizin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe doğru sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.”

 

Tarihin Sonu Sireni

Gerçek ve önü alınamaz bir tarihin sonunun ilanını doğrular bir pratik içinde miyiz sorusunun niyeti ve cevabının evet’lenmesi kuşkuludur. Mesiyanik ya da yeni bir yeni-ahitçilik misyonerliğiyle mi karşı karşıyayız? Tarihin ilerleyici yanına lokomotiflik eden bilim-tekniğin siyasasını ve hegemonik gücünü oluşturan bir “batı” tezahürünü mutlak galip varsayıp toplumsal ve siyasal düzenlerin kendi modeli şahsında artık bir huzur ve refaha kavuştuğunu ve başka da arzusu kalmamış son insanın ise bütün hoşnutluklarıyla yüksek standartlı sefahate kavuştuğu bu “son tren”in sireni sürekli ya da bir belirip bir belirsizleşerek çalıp durmaktadır. 

Siyasal düzenlerin ve ileri toplumların tek biçimliliğinin alternatifsizliği yanı sıra felsefenin ve haliyle düşüncenin sonunun da ilan edildiği kavşakta problemi çözme arzusunun gereksizleşeceği bir temsiller platformunda bulmaktayız kendimizi. “İlk insan”dan ya da doğal insandan bu yana rekabet halindeki ilerlemenin kendisini evrensel ve homojen kılmaya yönelik şiddetli arzusu, hem içimizdeki “kötülükleri” yenmeyi hem de dışımızda nihai bir çatışmasızlık halini garantiye almaya çalışır. Savaş ve sonrasında gelecek ebedi bir barışın kurumları artık “çelişkisiz” bir biçimde tesis edilmiştir. Avrupa Birliği ve önceki haliyle Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi Erasmus ürünü bir evrensellik idealinin “tartışılmazlığı” ve bugünkü “yüzü” nasıl bir liberalizm, kapitalizm ve Hristiyanlık “teslis”inin kutsal ittifakına dayandığını meşrular niteliktedir. 

 

Bitmek Bilmeyen Bir “Yeni” Düzen Arayışı 

Her seferinde bu “yeni”nin hükmünün sürdürülmesi için dünya yüzünün yırtılıp yeniden biçim verilmesi gerekir. Her sistem ya da program kendi nihai zaferini ya da başka bir anlamda ideogramını “tarihsel çizgiyi kim çekecek?” rekabetinde sergilemek isteyecektir. Öyle bir topos’a anlam ve yer vermeliyiz ki hem ilk graphe’nin çizildiği çamura mekan olsun hem de her kim ki yeni’den bir çizgi çekmeye kalktığında dönüp yine aynı yerde cerrahi bir çizik atmayı ilk adım saysın. 

Tarihsel bir ironiyle “ilk insan”ın ayak izlerine de rastlanıldığı bu coğrafyada yeniden bir düzen verme çabasının sürekli modernize edilmiş aygıt ve projelerle operasyona tabi tutulması tarihsel “son”u ve nihayetinde zaferini ilan etmek isteyen “son insan”ın arzusudur. Başka bir tabirle Hegelci “kabul edilme” arzusuyla çabalayan saf insan bilincidir. Bu bilincin son bayrağı dikildiğinde ve karşıt sistem ya da siyasal program veya paradigmalar bayraklarını indirdiklerinde belki de tarihin sonu’na dünya ölçeğinde varmış olacağız.

Dünya ölçeğinde; çünkü son insan’ın tarihi tamamına erdirme uğraşısının ve evrensel takdir kazanmış bir mutlak bilinçle donanmış tarihselcilik arzusunun dünya gezegeninde ilan edilecek bir zaferle yetineceğini varsaymak ancak mümkün olduğunda bu son gerçekleşmiş olacaktır. 

Biçim verme ve biçimi bozma faaliyetinden beridir insanın bu faaliyete kaynaklık eden akıl ve düşünce üretme kabiliyeti onu sürekli diken üzerinde tutmaktadır. Elinde bu inşa faaliyetine zemin olan bir nesnesi var. [Tarih, bir inşa faaliyeti nesnesidir. Yapı, homojen ve boş bir zamanda değil, “şimdi’nin zamanı”nın doldurduğu bir zamanda yükselir.] Ve bu nesne süreksizliklere uğratılarak ya da kesintiye uğratılıp bir anlığına düşüncede askıya alınarak, kırılmaya uğrar. Bu kırılma şimdi’nin hükmünün esirgenmediği yerde homojen ve sonun ilan edildiği tarihin bir yerinden sürpriz yapar. İşte bu diken üstünde yaşam’ı kendisine rehber eden insan, yaşadığı gerilimi dünya ölçeğinin üzerine çıkararak evrensel bir kurtuluşun ve özgürleşmenin kapısını çalmaktan geri durmaz.

“Düşünce birdenbire gerilimlerle yüklü bir kümelenmede durduğunda, onu şiddetle sarsar, kendisi de bu sarsıntıyla kristalize olur, bir monada dönüşür.” Uygarlık ve ona biçim vermenin yarışında olan ideogramların özne’leri düşünsel sarsıntıdan doğan birer kristal olarak tarihsel ilerlemeye hız kazandırmaya çalışırlar. Dolayısıyla yeni bir düzen arayışının tarih bakımından birçok sarsıntı geçirmiş; mitolojik ya da dini, devletli ya da devletsiz birçok uygarlık tasarımına yer vermiş Ortadoğu gibi bir coğrafyada kristalize olup tarihsel zaferi ilan etmeyi seçmiş olmalarında bir gariplik yoktur. “Yeni” bir bakıma “son”a dönüşerek ilan edildiğinde tamama erdirilmiş bir tasarım olarak tarihteki yerini alır. Dinler ya da mitolojiler tarihi bu düşünsel sarsıntının ürünlerini ve birbirlerine “rıza” getirmenin çatışmalarından doğan siyasetin krizinden çıkan “yeni” oluşumlarla doludur. Bugün ya da başka zamanlarda başka biçimlerde görünür olan, her biri kendi tarihi yıkıntılarının arasından bir hortlak olarak zuhur edince “yeni”den düzen vermeye gün doğar. 

Peki kim bu “yeni” düzen verme çabasının hem oyunculuğunu hem de hakemliğini üstleniyor. Zira problemin temel dayanaklarından biri burası değil midir? Küresel bir hegemonyanın mirasını yarattığı çelişkiler yumağı bugün Ortadoğu’da bir karambole dönüşmüş durumdadır. Her sistem ya da sistem-karşıtı güç bu karambolden önce sağ, sonra galip çıkmaya çalışmaktadır. 

Tarihsel bir son’a varmanın henüz çok uzağındaki insanlık için kendi özne’lerini öne sürmenin şafağındayız bir kez daha. Tarihsel bir homojenliğe varıp insanlığı hoşnutsuzluklarla yaşayan bir türe vardırmadan bu sürekliliği bozup başka bir özgürleşme alternatifini mümkün kılacak pratik bir paradigmanın varlığı kendisini hissettiriyor. 

“… evrensel demokrasi mefhumu hala tesis edilememiştir ve modern devrimlerin ve mücadelelerin ulaşmaya çalıştığı bir hedef olarak kalmıştır. Modern devrimler tarihi, mutlak demokrasi kavramının gerçekleşmesine yönelik, duraklamalı ve eşitsiz ama kayda değer bir ilerleme olarak okunabilir. Bu kavram, siyasal arzularımıza ve pratiklerimize yol gösteren bir Kuzey Yıldızı’dır adeta.”

Gezegenimiz ya da başka bir yıldız kütlesi, kendi konumunun verdiği imkanla bir güneşe ya da karanlık bir şafağa doğru yol alırken yön verecek başka bir yıldıza çağrıyı gönderir. Tarih, bu çağrıya yanıtın olduğu yerden dönüştürücü el’in kapıyı aralamasıyla hız alıp her şeyi peşi sıra sürükler.

Modern bir “devrim hali”nin Ortadoğu’da kapıları çalmasının vaktidir. Tarihe hız verecek bir el’in/özne’nin varlığında her zaman ilerlemeye öncülük edecek bir Kuzey Yıldızı ya da “çiçeklerin yüzlerini güneşe dönmesi gibi” tarihsel ilerlemenin şafağında parlayan ve sabahı patlatan bir güneş olacaktır. 

Sadece tarihin değil, ideolojiler, sosyal bilimler, dinler ve sistem-karşıtı her şeyin de sonuna tekabül edecek bir kendi kendine çağrı ve ilandan önce mevcut düzensizlikten yeni bir düzeni çıkaracak olan şey, elinde megafonuyla tarihin sonunun çığırtkanlığını yapacak değil; tarihin yıkıntıları arasında “reel” kabiliyetsizliklerin bürokrasisine rıza göstermeyecek tarihin öznelerinin “kötü düzen”lere tamah göstermeden “başka” bir dünyanın mümkün olup olmadığına kanaat getirmeleridir. 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.