Düşünce ve Kuram Dergisi

Rojava’da ve Tüm Ortadoğu’da Darüsselam’a (Barış Yurdu) Doğru…

Sedat Doğan

Rojava’da yaşanan gelişmeler ve tüm Ortadoğu’da cihat adıyla gerçekleştirilen eylemler, halklar arasındaki bağları zayıflatırken, iktidarların ve küresel egemen güçlerin planlarını uygulamada kolaylaştırıcı etkiler oluşturmaktadır.

AKP iktidarı Türkiye’de barış sürecini işletirken Rojava’da silahlı cihatçı gruplara destek vermektedir. Türkiye’de Alevi açılımına yönelirken, Suriye’de mezhepsel kavgaların ve binlerce insanın ölümüne sebebiyet veren iç çatışmanın fitilini ateşlemektedir.

Ortadoğu’da, özellikle kapitalizm sonrası açığa çıkan ulus devlet anlayışı ile birlikte cihatçı yapılanmalar da küresel sistem ve ulusal güçlerle mücadele etmekten çok halklar arasındaki inanç, etnik kimlik farklılıkları üzerinden eylemler düzenlemekteler.

Sünni Şii kamplaşmasının yanında Türk-Kürt Arap halkları arasındaki çatışmalar kadim Ortadoğu halklarının eşitlikçi ve barışçıl yapısıyla bütünleşmemektedir.

Devrimci peygamberlerin mücadelelerinde sağlanan eşitlikçi anlayışlar bir türlü Ortadoğu’da hâkim olamamaktadır. Kendisine tanrısal güçler atfederek insanlığı köleleştiren ve aralarını açan iktidarlara karşı Hz İbrahim ile başlayan tevhidi toplumsal yapının yerini; günümüze gelindiğinde çok parçalı ve birbiri ile çatışan halklar gerçeği almıştır.

Kâbe’nin Eşitlikçi Yapısını Çağımıza Taşımalıyız

Ortadoğu tarihi Nemrutlar’a, Firavunlar’a, imparatorluklara, oligarşilere karşı mücadele veren tevhidi peygamberlerin tarihidir. Hz İbrahim ile açığa çıkan tevhidi uyanışın emareleri Hz. Muhammed ile nihai şeklini almıştır. Olumsuz tanrı krallara karşı başlayan mücadelenin ana parametresini Kâbe oluşturmaktadır. Günümüzde hala şekilsel olarak bir ibadet etme biçimini karşılayan Kâbe aslında Ortadoğu halklarının barış, kardeşlik, eşitlik ve ortaklaşmanın temel yapısını ortaya koyan yegâne unsurdur.

Hz. İbrahim döneminde bütün insanlığın üzerinde tanrısal bir otorite kuran Babil Krallığı, bu otoritesini Babil kulesi üzerinden resmetmiştir. Her katında kralların zevklerine ve hevâlarına uygun hallerin yaşadığı bu krallık yeryüzündeki sınıflı toplum yapısının bir göstergesidir. Halktan sömürülerek elde edilen gelirler Babil kulesinde hiç edilmektedir.

Ortadoğu bu haldeyken Hz. İbrahim ilk kıvılcımı yaktı ve Babil kulesine karşıt Kâbe’yi inşa etti. Kâbe ise Babil kulesinin aksine göğe doğru yükselmemekte ve tek katlı yatay bir mimariye sahipti. Babil nasıl egemen tanrı kralları betimliyorsa, Kâbe de ezilen bütün Ortadoğu halklarını betimliyordu. Hacda ifa edilen ibadet şekilleri dahi adeta bu bilinci yerleştirmek için emredilmişti. Birçok dilden, renkten, kültürden kadın-erkek insanların beyaz elbiselere bürünmeleri ve hep birlikte tavaf yapmaları, yeryüzünde yaşayan bütün insanlığın tüm farklılıklarını muhafaza ederek ama kendi içinde de eşitliği ve barışı gözeterek ortaklaşan bir yaşamı örgütlemelerini anlatıyor. Tavaf ta aynı şekilde oval bir yapının etrafında kimsenin önde ya da arkada olmadığı ama birlikte olduğu bir toplumsal yapının izdüşümünü vermekte. Birlikte karar almayı, birlikte üretmeyi, birlikte bölüşmeyi yani kısaca tüm farklılıklarımızla birlikte yürümeyi bizlere anlatıyor ve ne mutlu ki bu İbrahimi gelenek şekilsel olsa dahi şu an bile yeryüzünde yaşamaktadır.

Cihat Adaletin ve Eşitliğin Tesisi İçin Yapılır…

Yöneten yönetilen, zengin – fakir, kadın – erkek, inanan inanmayan gibi toplumları bölen modernist kapitalist ideolojilere karşı tek çıkar yol Kâbe’de formülize edilen hoşgörüye dayalı, mülkü ve otoriteyi ortaklaştıran Ortadoğu’nun eşitlikçi yapısına bürünmektir. Eğer bu anlaşılamaz ise cihat yaptığını sanan gruplar zulüm ettiklerinin farkına varamayacaklardır.

Kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi inanmayan, kendisi gibi yaratılmamış halklarla savaşmayı cihat zannetmek hem vahiyden hem de kadim Ortadoğu pratiğinden ne kadar uzaklaşıldığının göstergesidir. Cihat aslında tam da bütün farklılıklarıyla yaratılmış olan insanların doğuştan gelen haklarının temini için mücadele etmektir. Bir halkın dilini, kültürünü, yaşayışını savunmak Allah’ın ayetini savunmaktır (Dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu Allahın ayetlerindendir ( rum 22 )

Yeryüzünde mülkü ve otoriteyi elinde bulunduran bozguncu yönetimlere karşı mücadele etmektir cihat. Cihad etmenin temel kıstası adalettir. Yeryüzünde Allah’ın dinini ileri götürmek ve O’na giden yol üzerindeki engelleri kaldırmak, insanlara tahakkümün, zulmün, sömürünün kaldırıldığı mutlu bir ortamı sağlamak için yapılır. Kuran’da hiçbir yerde inanmayanlarla cihat edilmesi gerektiği belirtilmez. Dinde zorlama yoktur ( bakara 256 )ayeti temel dayanaktır. Hanefi, Maliki, Hanbeli olmak üzere İslam hukukçuların çoğunluğu savaşın sebebinin insanları İslamlaştırmak olmadığını, aksine savaşın sebebinin yol kesmek, adam öldürmek gibi insan haklarına aykırı davranışlar ve cürümler olduğunu belirtirler. Bir insan, başka bir suçu yoksa sırf İslam’a ya da İslam’ın hâkim bir yorumuna muhalif olduğu için öldürülemez. Bu konuda birçok alanda eleştirdiğimiz Osmanlının ünlü şeyhülislamı Ebussuud Efendi’nin bir fetvası dahi aslında diğer inanışlara ve dinlere en azından kâğıt üzerinde ne kadar hassas davranılması gerektiği açısından manidardır. Ebussuud Efendi’ye sorulur: Müslüman olmayan bir Ehl-i kitap, kendi inancını, doktrinini açıklarken İslam’ın kutsal saydığı değerlere dil uzatırsa, onlara küçültücü ifadeler kullanırsa buna ne lazım gelir? Ebussuud Efendi’nin cevabı ise oldukça ilginçtir : “Hiçbir şey lazım gelmez. Amacı İslami küçültmek değil, kendini doktrinini ortaya koymaktır. Yapılacak herhangi bir şey söz konusu değildir.”[1]

Osmanlı hatta Ebussuud Efendi birçok alanda sonuna kadar eleştirilmelidir. Ama yukarıdaki fetvayı en azından vermek durumundadır. Çünkü Kuran’ın birçok ayetinde farklı görüş ve inanışlara karşı hoşgörüye dayalı ayetler mevcuttur. Temel inanış, hiç kimsenin insanların dilleri, dinleri inanışlarını değiştirmeye gücünün yetmediğine dairdir: Rabbin dileseydi, yeryüzündeki herkes iman ederdi. İnsanlar inansınlar diye zorlamak isteyen sen misin? (Yunus 99)

Rojava’da ya da Suriye’nin genelinde bugün Selefilik adına cihat ettiğini düşünen gruplar aynı dini, tarihsel geçmişi olan kardeş Kürt halkına karşı yaptıkları saldırılarla kardeş katli yapmaktadırlar.

Kuran-ı tabir ile yaptıkları bozgunculuktur.

Medine Vesikası Darüsselama Giden Pratik Yoldur

Emeviler’le başlayan saltanatçı ve mülkiyetçi imparatorluk anlayışları bizi birbirimizden kopartıp, kendi kendimizle savaşır duruma sokmuştur. Saltanatı elinde bulunduran azınlık sınıf kendine uygun bir tebaa oluşturup onun dışında kalanları ötekileştirip katletmiştir ve etmektedir de. Yaşadığımız coğrafyada Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere birçok kardeş halk, ulus devlet öncesi ve sonrasıyla sürekli olarak ezildiler. Aslında aynı şekilde muhafazakâr Sünni halk ta egemenler tarafından ezildi.

Ne imparatorluk ne de ulus devlet anlayışı bir çözüm getirdi. Her ikisi de Ortadoğu halklarına dar geliyor. Ortadoğu halkları özgürlüğü, adaleti, eşitliği ve kardeşliği üretmiştir. Kalıpları, baskıcı yönetimleri, sömürücü anlayışları daha fazla bünyesinde barındıramaz.

Hz. Peygamberin Medine’de ortaya koyduğu gibi, rızaya dayalı yepyeni bir sözleşmeye ihtiyacımız var. Bu topraklarda yaşayan her bir bireyi kapsayacak kimseyi dıştalamayacak ve herkesin öznel koşullarının korunacağı gerçek bir toplum sözleşmesine ihtiyacımız var.

Hz. Peygamber Yahudilerle Müslümanları Evs ve Hazreç kabilelerini Mekke’den, Habeşistan’dan gelenlerle Medine halklarını sözleşme ile bir arada tuttu. Bu sözleşmede herkesin inancı, yaşam tarzı, dünya görüşü teminat altına alındı ve adalet üzere bir metin ile mülkiyet ve otorite belirli ellerde değil sözleşmenin muhatabı bütün kesimler arasında ortaklaştırıldı.

Ey insanlar! Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır. (Hucurat 13)

Tekrar Hucurat suresinde de ifade edildiği gibi birbirimizi yaratılışımızdan gelen bütün farklılıklarımızla kabul edip, üstünlüğü belirli bir ulusa hasretmek değil; eşitliği sağlayacak bir toplumsal mutabakata ihtiyacımız var.

İmparatorlukların hanedanlara bağlı kıldığı, ulus devletlerin tek bir ulus tanımı yaparak farklılıkları görmezden geldiği yapının aksine, bütün farklılıkların açığa çıktığı ve birbirine engel teşkil etmeden ortaklaşa yaşadığı bir düzene ihtiyacımız var.

Yeni toplumsal düzen ve barışın iktidarın kapalı odalarında değil halkların kendi kültürlerinde, inanışlarında, geleneklerinde yeniden üretilmesi gerekmektedir.

Kapitalizmin açıklarını kapatmak ve yeni tüketim toplumları inşa etmeye değil; ihtiyaca dayalı ekonomi anlayışı ile paylaşımı ve dayanışmayı esas alan kadim kültürümüzü yeniden açığa çıkarmaya ihtiyacımız var.

Ortadoğu bütün dünya halklarının ortak mirası, birikimi, tarihidir. Otorite tanımayan bedevileriyle, konfederatif yaşam biçimlerini örgütleyen çobanlarıyla, hiçbir otoriteye boyun eğmeyen bağımsız dağ çiftçileriyle kadim Ortadoğu halkları hepimizin ortak değerleridir.

Krallara, Firavunlara, Karunlara karşı duran bütün peygamberler Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Şii, Alevi, Sünni, Türk, Kürt, Arap hepimizin ortak değerleridir.

Bu değerlerimizi yeniden örgütlemenin tam da zamanı. Özgürlük özden gelir, modern kapitalist tahayyüllerden değil… Allah’ın bizleri çağırdığı yerde buluşmamız gerekiyor. Halkların kardeşliği Allah’ın çağırısına uymaktan geçer:

“Allah Dârü’sSelâm’a ( Barış yurdu ) çağırıyor. Allah kimi layık görürse onu doğruluk ve dürüstlük yolunda yürütür.” (Yunus; 10/25)

 

[1] GENÇ Mehmet, Osmanlı’da devlet ve ekonomi, syf : 76

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.