Düşünce ve Kuram Dergisi

Sanat ve Hakikat Arayışı

Mahmut Yamalak

Sanat Her Zaman Taraftır Her Zaman Muhaliftir

 

Geleceğe dönük kurgular, esas olarak geçmişin ve bugünün izdüşümü olarak ortaya çıkarlar. Soyut bir gelecek tasarımı veya bugünü deterministçe geleceğe taşırma planları maddi gerçeklikle aramıza mesafe koyar. Ulaşmak istediğimiz gelecek, bugünün içinde vücut bulmazsa hayalden öteye geçemez. Geçmişten ve bugünden yola çıkarak olmayan bir zaman dilimi üzerinde tasarımda bulunma cesaretini bugünü kurtarma amacıyla sergiliyoruz. Bugüne yapılacak her olumlu katkı, geleceği inşa etmede rol oynayacaktır. Bugün, her davranışın gerçek arenasıdır. İnsanın “bugün” denilen hapishane duvarlarını kırıp kendi anlarının dışına çıkabilmesi, hakikate yaklaşmasıyla bağlantılıdır. Geleceği inşa etmek eylemi, ancak hakikatle anlam bulabilir.

Dönüşüm de ancak zaman-hakikat dengesiyle gerçekleşebilir. Dönüşüm, dönüşen şeyin kendi karakterini koruyarak devinmesiyle oluşur. Bir şeyin zıddına dönüşmesi dönüşüm değil, yok oluştur. Dönüşüm, olay veya olgunun kendi karakteristik özelliklerini koruyarak gelişmesi ve zaman içinde karşılaştığı her engele ve uygun duruma göre kendini uyarlayarak yaşatmasıdır. Ütopik bir gelecek tasarımı olmadığı gibi, geçmişin aynen tekrarı da değildir. Dönüşen, sahip olduğu bir “cevher”den yola çıkar. Bu cevherini koruyarak kendini zamana uyarlar. Zamanın akışında olası müdahalelere göre esneklik içerir ve değişimini bu şekilde süreklileştirir. Geleceğe aynen aktarılan bir “şimdi” yoktur; ancak gelecek hakkında bize ipuçları veren davranış ve eylemler vardır.

Dönüşüm adına eğer olay-olgu kendini klonluyorsa, bu bir süre sonra boğucu olur. Dönüşmek için köklerin dayandığı bir tarihi mirasa ve sağlam bir amaç bütünlüğüne ihtiyaç vardır. Aksi halde hep tekrar edilerek var olan değerler de tüketilir. J.G. Fichte, “Şimdiki duruma ancak daha iyi bir durumu şimdiden hazırlıyor diye katlanabilirim” der.[1]  Eğer her şey kaba bir tekrardan ibaret olacaksa, her dönem kurgulanmış bir oyun gibi aynı şeyleri yeni baştan oynayacaksak, yaşamak için bir nedenimiz kalmaz. Bilinen, denenmiş bir yaşam sıkıcı olsa gerek. Sanatın formlarını, üsluplarını kuşaktan kuşağa aynı biçimde aktaran anlayışlar da aynı sıkıcı tekrarı sürdürürler. Her çaba ve ürün potansiyel olarak yaşamdaki dönüşüme katılma özelliklerini içermezse “sanat” adına katlanılacak bir şey kalmaz.

Bu kısa yazı, değişen-dönüşen muazzam bir halk ve mücadele gerçekliğine rağmen bu dönüşüme ayak uyduramayan ve kendini tekrar girdabından çıkmakta zorlanan Kürdistan sanatının bu arayışına mütevazı bir katkı amacını taşımaktadır. Bu amaçla sanatın ne olduğuna ve nasıl olması gerektiğine ilişkin de tespitlere başvurulacaktır.

 

Bilgi Bilimsel Olarak “Sanat”

Bilindiği gibi, felsefenin iki temel sorusu vardır:

1-Var olanın doğası nedir?

2-Eğer bilebilirsek, nasıl bilebiliriz?

Bu iki soru insanlığın arayışının temellerini oluşturur. “Yaşamı kavramak isteyen insan dışında her canlıcansız varlık sadece kendi anlarını yaşayabilir.”[2] İnsan ise var olanı bilmek ister ve bu amaçla kendi zamanından çıkar. Kendini ve evreni bilmenin yollarını arar.

Bilmek için başvurulan üç temel yol-yöntem insanın bu sorunlarında ona yol gösterir.  Varlığın ne olduğunu soran “Varlık Felsefesi” , bilginin kaynaklarını ve niteliğini araştıran “Bilgi Felsefesi”, estetik ve ahlaki değerleri sorgulayan “Değerler Felsefesi.” Düşünen insan ile maddi varlık arasında; bilinç ile eylem arasında kurduğu bağa göre ayrışan felsefe, temelde yukarıdaki sorular etrafında dolanarak gerçeği arar.

Gerçeğe ulaşmanın yolları da insanı merkez almak durumundadır. İnsan, hakikat yolcusudur. Arayıştaki temel öznedir. İnsanı oluşturan şeyler sadece beden değildir. İnsan aklıdır, iradesidir, duygusudur. Diğer bir ifadeyle mantıktır, ahlâktır, duygudur. Bilme yöntemleri de bunlara göre çeşitlenir. Hakikate sadece mantık veya sadece duyguyla ulaşamayız. İnsan; aklı, iradesi ve duygularının eşgüdümüyle hareket ederse hakikate ulaşır. Akıl doğru ile yanlışı, irade iyi ile kötüyü, duygu güzel ile çirkini ayrıştırmaya yarar.

Sanat bize güzelin ve çirkinin özelliklerini gösterir. Bizi güzele yakınlaştırırken, çirkine karşı uyarır. Dolayısıyla sanat, hakikate ulaşmada bir yoldur. Bilim gibi, inanç gibi sanat da kendi yöntemleriyle hakikati arar.

B. Magee “Filozof gibi, yaratıcı sanatçı da kendini tümüyle hakikat arayışına vermiştir. Şeylerin ardındakini görmeye ve insanın yaşantısını daha derinden anlamaya çalışır. Ancak görüşlerini filozoftan farklı bir biçimde duyurur ya da halka sunar. Ussal bir kanıtlamadan çok, doğrudan doğruya algıya ya da sezgiye dayanır” der.[3]

Sanat, diğer bilme yöntemleriyle iç içedir. Duyularla algılanan görüntüler dünyası, irade ve akılla algılanan dünyayla bütünleşerek insan zihninde hakikate ilişkin bütünlüklü bir algı oluşturur. Dolayısıyla sanat ahlakla, siyasetle, felsefeyle bir anlama kavuşur, var olur, değişip dönüşür.

 

Zaman-Mekândan Bağımsız “Tarafsız” Sanat Demagojisi

Sanatçının dünya görüşü ve yeteneğinden hareketle ortaya koyduğu faaliyetin özü, bir yaratma eylemidir. Sanatçı bu eylemi estetik imgeler aracılığıyla yapar. Bu bir emek sürecidir ve sanat üretimi de tüm diğer üretim süreçleri gibi kolektiftir. Buradaki kolektiflik sanatçının özelliğini yadsımaz, aksine onu açıklar. Yaratımına altyapısını oluşturan ve yalnızca yaratma eylemini yapan ne sanatçıdır ne de sanatçıyı hiçleştiren toplumdur. Yaratma: a) tarihsel-toplumsal brikim, b) yaşanılan çağın ve toplumun ihtiyaçlarına göre bir duruş, c) bireyin (sanatçının) nesnel ve öznel bakışının bir ifadesi olarak gerçekleşir. Bu özellikleri onu “sanat” kategorisine sokar.

Yaratma eylemi yalnızca sanatçının öznelliğiyle açıklanamaz. O, var olan bir toplumsal gerçekliği yine var olan bir üslup, yöntem ve teknikle anlatma, yeniden kurgulama ve o kurgunun içine kendi fikirlerini yerleştirme faaliyetidir.

Elbette bu eylem de bazı temel koşullara bağlıdır. Öncelikle sanatçı kendi uğraş alanında ve genel olarak sanat konusunda yetkinleşmiş olmalıdır. Bir müzik aletini çalmak için uğraşan biri güzel bir beste yapabilir, ancak bu onu sanatçı yapmaz. Sanatçı uğraştığı alandaki tarihsel birikimi, üslupları, anlatım tarzlarını ve bunların ardında yatan dünya görüşlerini bilmelidir. Ardından ressam boyaların, müzisyen ses ve ritmin, edebiyatçı sözlerin gizemini, gücünü, sınırlarını bilmeli ve kendini yetkinleştirmelidir.

İkinci olarak sanatçı yaşadığı çağın ve toplumun sorunlarına, bilgi düzeyine, zihinsel düzeyine ve önceliklerine vakıf olmalıdır. Sanatsal üretim, özünde bu zeminde hareket ederek yaratım ve paylaşım eylemidir. Sanat öznel duyguların yeteneğiyle anlatınca, kendisini anlayan birilerine ihtiyaç duyar. Onun ne demek istediğini anlamak için birilerinin onunla aynı zihniyeti, aynı kodları paylaşıyor olması gerekir. Aksi halde kendi çalıp kendi oynar. Sanatçı-eser-alıcı diyalektiği eser ve üslup üzerinden olduğu kadar, içerik mesaj üzerinden de sağlanmalıdır. Ezop dilli veya kekeme sanatçı olsa olsa dost, arkadaş çevresinden birkaç kişiye ulaşabilir. Sanat, simgeler aracılığıyla kendini anlatan bir disiplindir. Simgelerin dilini gereğinden fazla anlaşılmaz kılmak yerine sanatçı, toplumsal düzeyi ve dili bilince çıkarmalıdır. Sanatçının yaratımlarını diğer yaratımlardan ayıran şey de budur. Özel, duygusal ve özneldir ama buna rağmen toplumsaldır.

Bu özelliği estetik sanatın değerleri ile ideoloji arasındaki ilişkiyle de açıklamak gerekir. Estetik değerler “güzel”, “yüce”, “trajik” ve “komik” diye adlandırılır. Mantık “doğru”yu arar, etik “iyi”yi arar, sanat ise “güzel”in ardına düşer. Bu dört kategoriden en önemlisi “güzel” olandır. “Güzel”, zihnimizdeki nesnelerle, onların gerçeklikleri arasındaki uyumdur. Sanatçının “güzel” olarak yücelteceği şey, onun dünya görüşüne göre değişir. “Güzel”, diğer kategorilerden farklı olarak en çok tarihsel-toplumsal zihniyet düzeyine bağlı olandır. Toplumda “doğru” veya “iyi” kadar “güzel” de bir turnusol kâğıdıdır, zihin dünyalarımızı ayrıştırır, ayrı olanları gösterir.

Sanatta “güzel”, içerik, gerçeklik ve örgünün uyumuyla açığa çıkar. Çirkin bir olay da güzel bir şekilde anlatılabilir, aktarılabilir. Önemli olan, aktarılan şeyin “alıcı”da nesnel olanla öznel olan arasında yeni bir bakış açısı, gerçeğe farklı bir açıdan bakmayı sağlamasıdır.

Sanatın diğer kategorileri de sonuçta gerçek olanla ideal olan arasındaki uyum ve dengeden doğar. “Yüce”, İdeal olana ulaşmada yol göstericidir. Bunu, gerçeğin sınırlarını zorlayarak yapar. “Trajik”, ideal olanı gerçekleştirme istemi ile onun önündeki engellerden doğan gerilimi yansıtır. Yaşamın gerçekliği zafer kazansa bile, ideal olana özlem bitmez. Bu çatışma ve gerilim yerini özleme bırakarak devam eder. “Komik” ise tıpkı trajik gibi, gerçek ile ideal arasındaki çatışmadan beslenir.

Bu kategoriler ideolojik duruşa göre anlam kazanırlar. Birisi için güzel olan, bir başkası için çirkin olabilir. Birisinin trajik bulduğunu, bir başkası komik bulabilir. Örneğin, “Türkçe’ yi konuşamayan cahil ve aptal bir Kürt” tipi hala dizi filmlerin ve edebiyatın “komik tipi” olarak kullanılır. Oysa bu tipleme Kürt trajedisinin özetidir. İki dil arasına sıkışmış, kendi dili ve kültürüyle eğitim alma imkânına sahip olamamış, yaşamın acemisi Kürt tipidir bu. İçerdiği özellikler tarihsel-toplumsal sorunları yansıtmaktadır. Aynı şekilde yoksul Kürt halkını dilenci derecesine koyup kamyonlarla “yardım” dağıtmak bazı çevreler için “yüce” bir davranış iken; Kürt halkı için bunun tam zıddı duyguları ifade eder. Bir faşist disipline riayet eden çocukları güzel bulurken, özgürlükçü biri ona kendini ifade imkânlarını kazandırarak onu güzelleştirebileceğini düşünür. Sömürgecinin güzel dediği şeye, sömürülen çirkin der. Ezenin yücelttiği değer, ezilen için bir trajediye yol açabilir.

Sanat, her zaman taraftır, her zaman muhaliftir. Sanatı ideolojiden, daha geniş anlamda zihniyet yapısından ayrı düşünemeyiz. Kürdistan’da sanat, her zamankinden daha fazla taraftır. Ya efendisinin dizleri dibine çökecek ya da kendi kaderini, geleceğini bugünden inşa ederek, değişip dönüşerek tarafını belli edecek.

 

Sanat Bir Hakikat Arayışıdır

“Sanat, kendi kimliğini bul, gerçeklerle bağlantını kur çağrısıdır.”[4]

Bu çağrı, bizi hakikati aramaya sevk eder. Güzel’i, yüce’yi, trajik’i, komik’i aşıp tüm kategorilerin toplamını içeren hakikate duygudan bağımsız olarak ulaşılamaz. Akıl ve irade kadar duyguya da ihtiyaç vardır. “Doğru” ve “iyi” kadar “güzel” de hakikatin bir yönüdür. Hakikat doğru, iyi ve güzelin; yani akıl, irade ve duygunun veya mantık, etik ve estetiğin birleştiği ve dengede olduğu toplumlara ve bireylere görünen bir gökkuşağıdır. Denge ve uyum olmadı mı hakikatin yalnızca bir yönünü bilebiliriz.

Sanat, insan ruhunun derinliklerine iner, değinilmeyen, keşfedilmeyen alanlara dalar, henüz çözümlenmemiş olanı bulup çıkarır ve çözümlenmeye bırakır. M. Kundera, “Yaşamın o zamana kadar bilinmeyen bir yanını keşfetmeyen roman ahlâka aykırıdır”(5) der. Bunu “sanat” olarak da okuyabiliriz. Yaşamın keşfedilmemiş alanlarına yelken açmayan sanat, geçmişin kaba bir tekrarından öteye geçemez.

İnsanı “güzel-çirkin” arayışına iten hakikat özlemidir. Aynı şekilde “iyi-kötü”, “doğru-yanlış” arayışına da yönelir. Bu, yaşamı anlamak, “ben kimim?” sorusuna cevap bulmak için başvurulan bir yoldur. Bilim ve felsefe gibi sanat da kendini, bir bilme gücü ve bir hakikat arayışı olarak somutlaştırır.

Bugün böyle bir sanattan söz edebilir miyiz? Sanatı ele alış tarzımıza bağlı olarak, cevaplar da değişebilir. Hakikati arama olanağı bulamayan sanat; yeşerebileceği ana kadar sabreder, zulaya çekilir, sessizleşir. Meydan “sanat” adına ortaya çıkan kaba tekrarlara ve “sanatçı” diye dolaşan şöhret düşkünlerine kalır. Sanat gerilediği dönemlerde parçalanır, üslup farkları bile “akım”, “ekol” halini alır. Cemaatler oluşur, onu tarihsel-toplumsal bağlamlarından koparıp bir zevk nesnesi haline getirmek isteyenlere adeta teslim olur. Ancak sanat ortadan kalkmaz. Gerçek sanat, ne zaman ki hakikat arayışı derinleşirse, bu arayıştaki yerini alır. Bilim, felsefe ve din gibi o da hakikate ulaşmak için sorular sorar ve onların cevaplarını arar. Yani kendi doğasına kavuşur. Fason üretim şeklinde kopyalanan sanat geriler; yaşamın anlamını arayan ve ona estetik değer katan, onu yaşanılır kılan sanat açığa çıkar.

Sanatın eğilimi, insanın zihinsel arayışına ayak uydurmaktadır. Zihin geriledikçe sanat da geriler ve günlük ihtiyaçların teminine odaklanır; zihin kendi varoluşunu sorguladıkça sanat da derinleşir. Bu devinimi, onu toplumsal zihniyete bağlı kılar. Eğer toplumda bir özgürlük arayışı, felsefesi oluşmamışsa sanat da bunun içinde yerini alır; değerleri keşfeder, o toplum için güzel olanı bulur, çözümler ve topluma mal eder. Dolayısıyla sanat toplumsal sürekliliği besler, yayar ve diri tutar. İzbe bir işkencehanede bir kişi direnerek ölümsüzleşmişse, sanat onu tekrarlayarak değil, ama çözümleyerek bir yaşam tarzı olarak ortaya çıkarır ve topluma mal eder. Böylece direniş izbe bir işkencehanenin duvarları arasında kalmaz, oradan taşarak toplumsal bir kabul, yaşam anlayışı ve davranış formuna dönüşür. Direnişin süreklileşmesi için artık bir işkencehaneyi sergilemeye gerek kalmaz. Günlük yaşama, davranışlara, ilişkilere vd. yaşamın her alanına sonsuz çeşitlilikte serpilmiş bir direniş anlayışı olarak devam eder. Sanat, an’dan ve mekândan kurtulmak isteyen insanın elindeki en güçlü silahlardan birisidir.

Sanat arayışının özü, hakikat arayışıdır. Kendi anının ötesinde, geçmişin ve geleceğin sınırsızlığında en çok sanat dolaşabilir. İnsan zihninin kendi an’larını aşarak insanlaşma serüveninde sınırları zorlayan ve ufuk açan katalizör, sanattır.

Hem toplumsal hem de bireysel işlevlere sahip olan sanat, her iki alana da hitap eder. Bireyin ve toplumun kendini koruma refleksine bağlı olarak sanatın işlevi de, estetik beğeni kazandırmadan ahlaki ilkeleri anlaşılır kılmaya kadar genişler.

“Ben kimim?” sorusu, varlığın en temel sorusudur. Ben’in anlaşılması için dinsel, bilimsel, felsefik metotlar denendiğinde bile sanatın kavramlarına ihtiyaç duyulur. Eğlendiren, dehşete düşüren, güldüren veya düşündüren öykülemeler, mitolojik aktarımlar hep sanattan rol çalarlar. Sanat her durumda kullanılacak kaba bir araç olduğundan değil, “ben kimim?” sorusuna eğildiği için böyledir. Hakikati aramak, sanatta ontolojiktir. Sanat ben’liği arayış eyleminde en çok başvurulan alandır. Sanatsal eylemde sanatçı da, alıcı da bu arayışa kendi cephelerinden dâhil olurlar.

Sanatın paradoksal bir yönü de var. Bir yandan günlük estetik beğenileri eğlenme, haz alma, oyalanma, coşma gibi duyguları beslerken; diğer yandan evren, doğa, toplum ve insanın gizlerini yakalamaya yeltenir. Görünen gerçekliği aşıp mistik bir arayışa yönelse, toplumsal yanı zayıflar ve düşünsel bir faaliyete dönüşür. Tersinegünlük estetik beğenileri merkezine alırsa, bu kez kendi özünden uzaklaşır. Bir dezavantaj gibi görünen bu durum, sanatsal gerilimi besleyen kaynak durumundadır. Her yetkin eser, günlük yaşamda anlaşılabilen felsefik bir eserdir aynı zamanda. Sanat da kendi derinliğini bu gerilimle ölçer.

Müzikten tiyatroya, edebiyattan resme bütün sanat dalları hakikati arayış eyleminin bir yerindedirler. Sanatın evrensel sorusu olan “güzel nedir?” sorusunun etrafında dönerler. Alıcısına zevk ve eğlence kadar, bilgi ve hakikate dair gerçekler de sunar, onlara ölçü ve estetik kazandırır. İlk insanın büyü yaparken, kötü ruhları kovarken başvurduğu sanat da bugün insan yaşamına anlam katan sanat da yapısal olarak hakikati arar.

Buraya kadar sanatın bir bilme birimi, bir hakikati arama yöntemi olduğu gerçeği üzerinde duruldu. Bu işlevin, sanatın bütün kriterlerini ele alınış biçimiyle nasıl bir uyum içinde olduğunu bundan sonra bir-iki başlık altında vermeye çalışılacak.

 

Popülist Sanat

Sanatın popülerleştirilmesi, onun geniş kitlelere yayılması değil; kâr amaçlı kullanılan bir pazar nesnesi haline getirilmesidir. Popülerleşen sanat, çirkinden yana tavır alır. Kalıcılık, güzellik, estetik değer gibi şeyler önemsizleşip, sanat ürünü gerçek anlamda metalaşmış olur.

Estetik değerlerin zayıflamasıyla birlikte sanat eseri gibi toplumdaki ahlaki değerler de dejenere hale gelir. Ahlakı zayıflayan toplum kendine uygun politikaları oluşturmakta zorlanır ve sanatsal duyarlılıkları da geriler. Böylesi bir toplumda insan da bir meta gibi etiketlenip pazara sunulur. İnsanın kimlik ve kişilik erozyonu, sanatın ve ahlaki değerlerin yozlaşmasıyla at başı devam eder. Çünkü ahlak da, sanat da toplumsal zihniyetten doğarlar ve onlardaki her tür gerileyiş toplumun her alanına değişik biçimlerde yansır.

Kürdistan’da sanatın popülerleştirilmesi ise bundan öte bir anlam içerir. Sanatın karakteristik özellikleri, onu bu tarz gelişmelere karşı daha zayıf kılar. Bu özellikleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Kürdistan’da sanat, tarihsel-toplumsal olarak geleneksel kalıpları tam olarak aşamamış, rafine bir ayrışmayı yaşayarak ahlaka ve geleneksel kültüre karşı varlığını kanıtlayamamış, gelişme çağındaki bir sanattır. Müzikte, edebiyatta, resimde, mimaride belirgin anlatım formları ve üslupları oluşmamıştır. Sanatsal üretimde bir yoğunluk yaşanmamakta, sanat birey veya grupların kendi çabalarıyla ilerlemektedir. Toplum genelinde bu yaratım alanları birer odacık gibi kalmaktadır. Gelişme çağındaki her olgu gibi bünyesine yabancılaştırıcı, hasta düşürücü, yanlış yönlendirici mikropları almaya müsaittir.
  2. Kürdistan’da yakın dönem sanatı, her şeyden önce bir direniş sanatıdır. Geleneksel sanattan ve zihinsel gelişmeden beslenmektedir. Geleneksel sanatta beslendiği direniş damarı, bir sevda şarkısını dahi kimlik ve toplumsallığa bağlar. Stranlarda sevda, direniş, cesaret, ihanet gibi bireysel ve toplumsal değerler ve karşıdeğerler iç içedir. “Derwêş û Edûle” destanındaki sevda gibi özünde bireysel bir duygu bile toplumsal şartlara bağlanır. Direniş mücadelesi içinde gelişen sanat da son yarım asırdır bu mücadelenin yalın ve gür çığlığı olarak yankılanıp duruyor. Bu sanatın kendi kitleselleşme dinamikleri var ve bu dinamiklere dayanarak yayılıyor. On yıllardır “Bagok”, “Berîvan” gibi şarkıların eşliğinde halaylar çekilmesi, sosyolojik olarak da incelenmeye değerdir. Bu şarkılar amansız bir direniş öyküsünü anlatırlar. Müziğin bilinen yayılma kanallarına hiç girmeden, neredeyse her köşeye sızdılar. Onları çekici kılan sadece ezgileri değil, içerdikleri toplumsal mesaj ve temsil ettikleri değerlerdir. Şarkıların yaygınlaşması bu direnişlerin ahlaki ve zihinsel olarak sahiplenilmesi ve öğretilerek geliştirilmesidir. Şarkıların sınırları, onların kabul ettiği değerlerin kabul edilme sınırıdır. Sanat direniş içinde oluşuyor; yaşam ve davranış kalıplarının, ahlaki ve kültürel motiflerin oluşmasında rol üstleniyor, yaratıyor, oluşturuyor, oluşuyor ve oluşana aktifçe katılıyor. Bu, sanatın kabul edilmesi ve aynı zamanda içerdiği yaşam tarzının da tercih edilmesi demektir. Popülizmin yaratacağı etki de yalnızca bir sanat ürününün yozlaşması değil, aynı zamanda bu yaşam tarzının da yozlaşmasıdır.
  3. Kürdistan’da sanat, tüm avantajlı konumuna rağmen henüz akademik bir gelişme imkânı yakalayamamıştır. Uzmanlaşma ve yetkinleşme gibi sanatın vazgeçilmezleri, bireyler bazında oluşmakta; sanatın üretimi hala sanatçıların el yordamıyla ilerlemelerine dayanmaktadır.

Bu vb. nedenlerden dolayı Kürdistan’da sanatın popülizme yenilmesinin sonuçları topum nezdinde oldukça yıkıcı olacaktır. Kendini popülizm rüzgârına karşı koruyacağı akademik ve zihinsel dinamiklere tam ulaşamamış, kurumlaşamamış ve yetenekli bireylerin çabalarına bırakılmış bu sanatın popülistleşmesi, asimilasyona en uygun zemini hazırlar.

Popülist sanat ve sanatçı, asimilasyon politikalarının Truva Atı olarak toplumun içinde yıkıma yardımcı olur. Bu gerçeklik bizi yine olan ile olması gereken arasındaki gerilime götürmektedir. Olan şey, olması gerekene engel olmak için onun içine sızmakta, onun gibi davranmakta ve onu fethetmeye çalışmaktadır. Asimilasyon politikaları tam da bu işleve göre sanatı esir almaya yönelir.

Tekelci sistemin denetimindeki teknik ve bilimsel gelişmeler doruk çağını yaşamaktadır. Buna karşın ahlak ve sanat gibi toplumsal oluşumun özünde bulunan alanlar marjinalleştirilmekte, bu gelişmenin dışında bırakılmaktalar. “Modern dünya” sanatı bir eğlence aracı derecesine indirgemiş durumdadır. Sinema sektörü, müzik sektörü gibi alanlarda ideolojik hegemonyasını kuran sistem, sanatı bir “düzenleme” aracı haline getirmek istemektedir. Modern sanat duygu dünyasında bir çatışma yaratmıyor, bir arayış başlatmıyor; onun yerine düzene uyumu aşılıyor. Her türlü aykırı yönelimden sonra, sonuçta sistemin kabul edildiği “arayışlar” liste başı oluyor. Gılgameş’te ölümsüzlüğü arayan kahraman gibi, bugün de “simyacı” gibi popüler romanlarda kahraman aradığı şeyi yine kendi bahçesinde buluyor, var olana tabi olmayı kabul ediyor. Gılgameş ölümsüzlük otunu bir yılana kaptırma beceriksizliğini, var olana yeniden katılarak gidermeye çalışıyor. Başkaldırının bedeli olarak yoldaşı Enkidu’yu kurban verdikten sonra… Simyacı ise oryantalist bir yolculuktan sonra aradığı şeyi kendi evinin bahçesinde bularak var olana katılmayı yeniden yüceltiyor.

Bu gelişim bize göstermektedir ki; sanat bir başkaldırı, hakikat arayışı ve yaşamı güzelleştirme yöntemi olmaktan çıkarılarak itaat kültürünün borazanı haline sokulmak istenmektedir. Kürdistan’da sanatın popülistleştirilmesi ve asimilasyonculaştırılması tam da bu amaçladır: Var olana itaat ettirme…

Ehlileştirilemeyecek kadar âsi, dağınık ve en önemlisi de bir direniş içinde kimliğini bulan Kürt sanatı, popülizmin hizmetine sokularak operasyon tamamlanmak isteniyor. Kürt sanatının direnen Kürt’e “evine geri dön” demesinin olanakları yoktur. Çünkü Kürt halkının temsil ettiği bir “sistem”e izin verilmemektedir. O “ev” işgal ve talan altındayken sanat nasıl eve dönüş çağrısı yapabilir ki? Dolayısıyla sanata yeni bir “işlev” bulunmalı ya da işlevi yeniden tanımlanmalıydı. Yeni işlev “asimile etme” olarak hayata geçirilmektedir. Bir Alman’ı, bir Yunan’ı, bir Fars’ı düzeniçileştirmeye çalışan sanat, Kürt’ü asimile etmeye yöneldi.

Sanattaki asimilasyon, bilinen inkâr-imha ve asimilasyon politikalarından farklı yürütülmektedir. Asimilasyoncu sanatın kodları küçümseme, ötekileştirme, öykünmeye sevk etme, öz-küçümseme gibi yeni kategoriler halinde düzenlenmektedir. Sanat eliyle yürütülen asimilasyonda özne “Kürt sanatçısı”dır. Bindiği dalı zevkle kesen bu sanatçı tipi düzen tarafından pohpohlanır.

Asimilasyoncu sanat için belli başlı birkaç özellik sıralanabilir:

  1. Asimilasyoncu sanatçı Kürt kökenlidir. Siyasette, dinde, eğitimde vs. Kürt olanlara izin verilmezken, sanatta buna özen gösterilir. Kürt sanatçı tipi ya sıradan birisidir ya da özgürlük mücadelesine sırt çevirmiş biridir. Her durumda bu sanatın icrasında baş aktördür. Siyasal kimlikleri geri planda tutulan bu tipler, ara sıra halkın duygularından uzak kalmamak için kimlik söylemine başvururlar. Ancak bu ifade nötr kalır, siyasal bir mesaj veya toplumsal bir içerik taşımaz. Siyasal olarak kimliğini sorgulama, hak arama gibi eylemliliklerden uzak dururlar. Yeni bir “Sırp prensi” olarak sultanın sarayında cemaati eğlendirmeye hazır tutulurlar.
  2. Bu sanatçı tipi, üstlendiği role göre statü kazanmıştır. Eğitimi eksik, sosyal durumu geri, siyasal bilinci zayıf; yine de üretim ve eğitim dışı bırakılmış milyonlarca Kürt genci için rol modeli olabilecek kadar bir statü sahibidir. Bu statüsünü “yırtarak”, yani sınıf atlayarak elde etmiştir. Bu, Kürt genci için “sen de yapabilirsin” mesajıdır. Çok uzak değil, bir el atımlığı mesafededir onun için. Tazının önündeki sopaya bağlanmış et gibi, hep önünde duran asla ulaşamayacağı bir av kadar yakındır ona. Kürt sanatçısı asimilasyoncu özne olarak kendini kopyalayacağı yeni modeller oluşturmaya gayret eder. Ne kadar çok kopyalanırsa o kadar yaşam şansı artacaktır.
  3. Asimilasyoncu sanat, pragmatist ve oryantalisttir. Kendi amacı için her türlü Kürt motifini, estetik değerlerini, tarihsel kişiliklerini, destanlarını, desenlerini fon olarak kullanır. Bu fonu ölmüş, donmuş, tarih ve toplumdışı kalmış ama zamanında “saygın” olan bir kültürden izler, damlalar biçiminde gösterir ve öyle kullanır. O, bize bir halkın sanatını anlatmaz; onun göstermek istediği “ölü bir sanat”tır. Ölü ve bir daha dirilmez, ancak nostaljik olarak yansıtılabilir bir sanatı anlatır.
  4. Asimilasyoncu sanat, estetik kaygı taşımaz. Sanata çeşitli kavramların yüklediği işlevi veya postmodernizmin işlevsizleştirmesini gündemine almaz. Sanat asimilasyon politikalarına alet olunca bilinen işlevlerinden uzaklaşır; yıkıcı, tahrip edici bir rol üstlenir. Bu durumda örneğin bir köy yakmayla bir demokratik gösterideki çocuğu vurmayla bu sanat arasında bir fark kalmaz. Hepsi de Kürt halkına ait canlı-cansız bir değeri yok etme amacıyla hareket etmektedirler. Artık estetiksanatsal kaygılar değil, bir halka ait değerlerin adım adım yozlaştırılarak eritilmesi hedeflenmektedir.

 

  1. Asimilasyoncu sanat, bir özel savaş konseptidir. Zamana yayılmış sistemli bir soykırımda kullanılan önemli bir silahtır. Sanatsal değerleri popülerleştirir, Kürt sanatçısını kendine çeker ve özgürlük değerlerine, toplumsal estetik değerlere dönük sistemli bir dejenerasyon politikası uygular. Kürt sanatına dönük asimilasyonun bir de toplumsal ayağı vardır ki, esas olan da budur.
  2. Son olarak asimilasyoncu sanat kendi inkârının da sarayını yapar. Bu amaçla yapılan sanat Kürt sanatı değildir; Kürt sanatının aslında hiç olmadığının ispatı faaliyetidir. Bu sanatçı tipi, kendi katiline âşık olan maktul gibi, kendi halkının sanatını Türk, Arap, Fars sanatı gibi göstermeye çalışır. Kürt sanatsal dünyasını egemenlerin uzantısı, izdüşümü, gölgesi gibi, yani aslında hiç olmayan, oluşmayan sadece yansıma olarak tanımlanabilecek bir sanat gibi yansıtmaya gönüllü olarak çabalar. Böylece, “Kürt halkının aslında hiçbir şey üretemeyecek durumda olduğunu” iddia eden sömürgeci tezi besleyerek, Kürt sanatını, Kürt sanatının olmadığını ispat etmek amacıyla icra eder.

 

Yeni Sanatsal Duruş

Değişim-dönüşüm içinde olan, kendi geleceğini oluşturan Kürt halkı adına üretilen sanat, bu dönüşümün aktif bir elemanıdır. İnşa eder, kurar, olumsuzu reddeder ve yeni ölçüler oluşturur. Sanat bu eyleminde ideolojiden, zihinsel dünyadan beslenir. Toplumsal zihniyetin gelişme dinamiklerini ve geldiği aşamayı bize gösterir. İdeolojinin, zihniyetin yaratımlarını toplumun algılayabileceği açıklığa ulaştırır, ahlaki normları yaşama hâkim kılmada rol oynar. Toplumsal yaşamın ihtiyacı olan estetik değerleri anlaşılır kılar ve yaygınlaştırır. İnsanda duyarlılık, hassasiyet, ruhsal ve düşünsel zenginlik, estetik değer gibi özellikleri geliştirir ve yaygınlaştırır.

Kısacası, sanat yaşamın devingen, dinamik ve inşa edici yanlarını temsil eder. Sanatı reddetmek, birkaç şöhret düşkününün tasarrufuna terk etmek, kendi elimizle yaşamı eksiltmek olur. Sanat, hakikat arayışında hep yanı başımızda olması gereken değerler bütününü ifade eder. Yaratılan zihniyet dünyasına dayanan, komünal değerleri özümsemiş ve estetik güzelliği topluma hâkim kılmayı ilke edinmiş sanata, toplum olarak ihtiyacımız var.

Ancak bunun nasıl elde edileceği en az sanatın kendisi kadar önemlidir. Sanat alanında en iyi cevap ürünlere verilir. Ekoller, ideolojik tercihler ancak ürünlerle oluşturulur. Kürt sanatında ürün ortaya çıkarmanın bir hayli sorunlu bir iş olduğu düşünülürse, bu gibi çalışmaların sonuç alması için zamana ihtiyacımız olduğu görülecektir. Bunun yanında, sanatsal bir anlayışı oluşturma sürekli bir çaba işidir. Bugünden sanata yapılacak en büyük katkı, yeni sanatın özelliklerini tartışmak ve netleştirmek olacaktır. Sonuç bölümünde sanata komünal bakışın kimi özelliklerine değinerek bu tartışmalara katkı sunmak amaçlanmaktadır.

 

A) Modernist-pozitivist sanat anlayışı çözümlenmelidir:

Kapitalist modernite, toplum üstü bir felsefeye dayanır. Onun zihniyet yapısını oluşturan pozitivizm bir kopuş ideolojisidir. Toplumdan, tarihten ve doğadan kopan, kendi başına, kendi “çabasıyla” ayakta kalan; öznelci, bireyci bir ideolojidir. Birey eksenli düşünür, toplumsal norm ve ölçüleri yadsır ve önemsizleştirir. Sanatsal değerleri de birey eksenli değerlendirir. Evrensel olanı yok edip bireysel olanı yüceltir. Bu, bireyi evrende tek başına da olsa “bireysel yetenekleriyle” ayakta kalabilen Robinson Crouse’ye indirger.

Sanat öncelikle bu felsefeyle hesaplaşmalıdır. Sanat eylemi bireysel yeteneğe ihtiyaç duyduğundan, bireysellik tuzağına en yakın duran sanattır. Kürt sanatçısı pozitivizm karşısında komünalizmin gücünü açığa çıkarmalıdır. Bireysel yeteneğin de sonuç itibarıyla toplumsal bir birikimle oluştuğunu, sanatçı sanatıyla da göstermelidir. Bu da ancak komünalist felsefeyi özümsemekle olur.

 

B)Sanatsal kategoriler toplumda ortaklaştırılmalıdır:

Sanat güzeli, yüceyi, trajik’i, komik’i içerir. Güzel olan nedir ve kime göre güzeldir? Sorusunun cevabı ise ideolojiktir. Komünalist felsefede güzel olan toplumsal olandır, toplumun çıkarlarına uygun olandır. Bireysellik, yabancı işgal, halkın/halkların dışlanması, ötekileştirilmesi; sömürünün her türü baskı, işkence, kadın üzerindeki erkek egemenliği, çevre katliamı, kâr hırsı gibi olgular toplum-dışıdırlar, topluma zarar verirler. Sanat kategorilerine göre bu gibi olgular güzel ve yüce değildir. Sanat, toplumdan doğar ve toplumda kategorilerini oluşturur. Sanat ihaneti çözümler, ama yüceltemez. Çünkü ihanet toplum karşıtıdır. Sırf bize zarar verdiği için değil, sanata göre de sahip olduğu bütünlüğe aykırı düştüğü için yüceltilemez. Aynı şekilde toplumsal bir değeri aşağılayamaz, bir halkın karakteristik özelliklerini alay konusu yapamaz. Olay ve olguları ele alırken temel ölçütü toplumdur. Estetik değerleri de toplumun her katmanına hâkim kılmayı esas alır.

 

C) Sanat pazara sunulan meta değildir:

Bu konu istismara açıktır. “O halde sanatçı nereden para kazanacak?”, “Boya, müzik aleti, kalem, defter gibi araç-gereçleri satın almak için bile paraya ihtiyaç var. Bu para nasıl temin edilecek?” gibi sorular ucuz söylemlerdir. Bugün müzisyenin, ressamın, şairin kitlelere ulaşması bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç belli dolaşım-pazarlama vs. kanallarıyla gerçekleşmektedir. Bu da zorunlu olarak paraya dayalı bir akışı oluşturmaktadır. Dolayısıyla sanatçının kendi emeğinin karşılığını alması doğal ve olması gerekendir.

Sorun, sanatsal üretime hangi saiklerin hâkim olduğudur. Eğer sanatçı pazarı, kâr etmeyi düşünerek üretirse sanatsal kaygılar değil, ekonomik kaygılar devreye girer. Sanat bireyin en samimi yaratımıdır. Platon sanatlara karşı çıkmasına rağmen şiiri “tanrı kelamı” olarak kabul eder. Sanat yaratımı bir çeşit vecd halidir. Birey sesin, rengin veya kelimenin yardımıyla kendi ruhunun derinliklerine iner, orada evrensel olanı bulur ve ona bir vücut kazandırır. Ardından bulduğu bu “şeyi” başkalarıyla paylaşarak ortaklaşmaya, sesine ses aramaya koyulur. Sanatçı ile sanatın ilişkisi ana-çocuk ilişkisi gibidir; kaygılardan, hesaplardan uzak olmalıdır. Sanatçı pazarı, nasıl kâr edebileceğini düşünerek üretince bir ekonomist gibi hareket eder. Önce pazar araştırması yapar, en çok satan resim, müzik, roman tiplerini, konu ve temalarını inceler, ardından fiyat araştırması yapar ve sonuçta o dönem yaygın olarak tüketilen bir temayı (cinsellik, tarih, polisiye, macera) seçer ve bir “eser” oluşturur. Ortaya çıkan şey sanat olmaz, sanat adına bir metanın pazarlanması olur.

Sanata yön veren kaygı, estetik kaygıdır. Bu da sanatçı-eser-alıcı diyalektiğiyle oluşmuştur. Sanatçı, eser aracılığıyla kendini ifade eder ve yine eser aracılığıyla bu ifade edişin sonuçlarını alır. Bunun dışındaki hesaplar sanatı metalaştırmaya hizmet eder.

 

D) Toplumdan kopuk, elit sanatçı olamaz:

“Sanatçı” diye toplumüstü bir kategorinin oluşumu toplumsallığa aykırıdır. Kapitalist modernite “futbolcu”, “aktris”, “şarkıcı” gibi karakterleri toplumsal yaşamın dışına taşırarak iki şeye hizmet eder: Birincisi, topluma dönük rol modelleri oluşturur ve gençliği, geniş halk yığınlarını bu modele uymaya ikna ederek yeni sömürü alanları oluşturur. İkincisi, spekülatif sermayenin, kara paranın dünya üzerindeki dolaşımını sağlar.

Toplumsal dinamiklere dayanan sanatın üreticileri de toplumun içinde olmalıdırlar. Sanatı toplumsallaştıran pratik süreç ancak böyle işler. Toplumun her türlü ihtiyaçları, öncelikleri, eğilimleri ancak toplumun içinde yaşayarak anlaşılabilir. Toplumun eyleminde, günlük yaşamında, üretiminde olmayan sanatçı, toplum adına sanatsal üretim de yapamaz. Bu, kaba bir “toplumculuk” ile ulaşılacak bir şey değildir; kendini toplumun bir parçası olarak görme ve ona karşı sorumluluk duymadır.

 

E) Son olarak sanatçı bir dünya görüşüne sahip olmalıdır:

Bu bir yaşam felsefesine, bir amaca ve duruşa sahip olmak demektir. “Tarafsızlık” gibi, kendi sahiplerince bile savunulamayan ucuz söylemler, yeni sanat anlayışının etki alanının dışında bırakılmalıdır. Sanatçı, kendi sanatına yön veren bir dünya görüşüne sahip olmazsa estetik değer ve kategorileri işleyemez. Güzel ile çirkin birbirine karışır, her şeyin anlamı değişir. Kuramsal olarak da bir dünya görüşüne sahip olmamak mümkün değildir. Yeni bir sanat anlayışına giderken ulaşılması gereken ilk gerçek; zihniyetsiz, ideolojisiz, ütopyasız sanatın olamayacağıdır.

Sonuç olarak sanat, tanımlanmayı bekleyen hakikatin arayışçısıdır. Bu arayışını rastgele değil, bilmenin bir biçimi olarak ilkeler üzerinden yapar. Sanatsal söylem, bu arayış eylemini ideolojisinden aldığı güçle açığa çıkarıp nesneleştirir. Böylesi bir sanatın başarısı da, onun tüketilirken yeniden üretilmeyi sağlayabilme gücünde aranmalıdır.

 

Yararlanılan Kaynaklar

[1] Johann Gottlieb Fichte, İnsanın Kaderi Üstüne

[2] Özgürlüğün Sosyolojisi

[3] Bryan Magee, Felsefenin Öyküsü

[4] Milan Kundera, Roman Sanatı, S.13, Çev. İsmail Terguz, Afa Yayınları

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.