Düşünce ve Kuram Dergisi

Sıfıra Eşitlemek Ve Yaşamı  Temsil Etmek

Filiz Dumlupınar

İnsanlığın toplumsallaşma tarihi kadınla başladı denilirse yerinde olur. Bunu bazı çevreler çok iddialı, taraflı bir tespit olarak görebilir. Söyleyen kadınlarsa daha da ‘taraflı’ bulunur. Böyle düşünenler de diğer taraftır diyebiliriz. Kadına kıyasla yazan şayet erkekse kimin yazdığına bakmaksızın objektif bir doğru, kabullenilmiş bir olgu, tespit olarak görülür. Algıda soru işareti yaratmaz. Kuşkuya yer vermeksizin peşinen kabullenildiğini var sayabiliriz.  Ama yazan kadın ise hangi araştırmalara dayandırdığı, gerçekliği, doğruluğu konusunda şüphe en başından başlar. Hatta yazan kişinin yaşam şeceresi dahil her şey kurcalanır, bakılır.  Mesafeli yaklaşım başından itibaren gösterilir.  Yani her şeye başlarken erkeğe göre eksiyle başlarsınız. Öyle bir eksi ki, hiçlik derekesinde!

Her şeyin bir başlangıç noktası varsa kadın önce ‘sıfırla’ eşitlenmeye gelme sorunu yaşar. Cinsiyetçi zihniyetin kodlanmış yapıları ne dediğinizden çok hangi cinsin söylediğine bakar. Kadının eğilimi toplumdaki yeri, statüsü kabullenilmesinde belirleyici olur.  Sıfıra eşitlenmek için bile bin fersah yol kat etmemiz gerektiğini biliriz. ‘Sıfır’ etkisiz değer kabul edilir fen bilimlerinde. Sıfır olmazsa, diğer değerlerin ölçümüne başlayamazsınız. Sıfır bir oluşumun adı, şeye varlık kazandırmak için hareket noktasıdır. Sıfır nötr, işlem görmeyen değer, cinsiyetsiz hesap edilir.  Ama ‘sıfır’ da cinsiyet yüklüdür.

İnsanlık serüveninin resmi kayıt altına alındığı tarih, İsa’nın doğumu milat kabul edilerek (0) sıfırdan başlar. Bu erkekle başlayan tarih demektir.  Kadınların tarihi de sıfır öncesidir. Milat öncesidir. Tabi sınıflaşma Milattan önce Sümer kent şehirlerinin kurulmasıyla başlar. Tarihi Sümerle başlatmak erkek uygarlık tarihinin de başlangıcıdır. Kadın uygarlık tarihi de ilk klan topluluklardan başlayarak Neolitik devrime kadar uzanır. M.Ö 4000 yılına kadar varlığını sürdüren kadın eksenli toplumsal yaşam bir sistemdir. Sümer şehir devletinde ana-kadının gücüyle dengede iken, adım adım rahiplerin karşı projeleri ve saldırılarıyla geriletilir. Böyle olsa da günümüze kadar toplumsal ilişkilerde, hafızada, kültürlerde varlığını sürdürür. Aksi durumda toplumsal yaşamdan söz edemezdik.

Kapitalizm, toplumsal yaşamı ortadan kaldırdıkça toplumu mekanikleştirdikçe, insanları makinaya dönüştürdükçe maneviyatı ortadan kaldırıp her şeyi maddi değerle, pazar değeri olarak yükselttikçe yerleşebilmiştir. Kapitalizm toplum yıkımıdır. Bunu ulus-devlet aygıtıyla yapar. Devletler, toplumsal yaşamı oluşturmaz, toplumsal ilişkilere, üretime, her şeye maddi çıkar ve iktidarları için biçim verirler, kullanırlar. Toplumların buna ses çıkarmaması için hukuk, yazılı kanunlar geliştirirler. Yaşamın özgürlüğü, sonsuzluğu, devinimi, zenginliği, renkliliği dondurulup katı bir levhaya sığdırılır. Devlet denen aygıt, kendisini anayasayla tarif eder. Devletin tanımı toplumsal bellekte yoktur, zorla oluşturulmuş ve yasalarla ifadeye kavuşmuştur. Herkesin itaat etmesi için yüceltilmiştir.

Milat öncesi tarihe şaibeli, kurgusal, mitolojik bakılır.  Pozitivist sosyal bilimce antropolojik, arkeolojik değer biçilir. Tarihin cinsiyeti böyle başlar. Hayata gözlerini açan her kadın-erkek cinsiyetçi tarih şekillenmesinin toplumsal havuzunda, eko-sisteminde yeniden tohumlanır, büyür, son bulur… Tarihi, İsa’nın doğuşuyla başlatan erkek aklı, sadece tarihi erkekle başlatmış sayılmaz, aynı zamanda tanrısal fikir sahibi olarak kendisini sunar.  Tarih, erkek cinsiyetli başlatılınca tarihin cinsiyetçi şekillenmesi başlamış olur. Yaratılmıştır, sorgulanmazdır. Tarihin karanlık yüzüne hapsedilmiş kadından, yeri geldikçe tarihe katkı mahiyetinde söz edilir.  Toplumsal yaşamın kurucusu kadın, tarihin yapıcısı kadın, hiçleştirildiğinden bir varlık sorunu hep yaşar. Yok hükmünde sayılmak bir rastlantı, kendiliğinden toplumsal cehalet meselesi hiç değildir. Sistematik olarak oluşturulur. Hiçlik durumunda tutma, amaçlı düşünce-eylem yani sistematik baskıcı işleyişi gerektirir. Hiçliğe karşı varlık-hebun,  ‘seni ben yarattım’ diyen erkek zihniyet ve sistemine karşı var olma- xwebun olmanın adı, tarihin gerçek yapıcılarının kadın olduğunu açıklar. Varlık,var olma mücadelesi kadını anlatır.  Kendisini tanrı yerine koyan erkeklik, kadını sil baştan yaratmanın zihniyetinden, siyasal amacından, eyleminden tarih boyunca asla vazgeçmemiştir. Yeri gelmiş bunu dinle, yeri gelmiş bilimsel düşünceyle, felsefik teoremlerle temellendirmeye çalışmış ve bu amacı hep taşımıştır. Böylelikle büyük bir insanlık suçu ve günah işlenmiştir. İlk günahı işleyen erkektir. İlk günahı işleyen erkek, kime karşı işlemiştir diye sorarsak cevabımız çok açık kadına karşı!  Peki neden erkek, ilk suçlamayı, saldırıyı, günahı, yargılamayı kadına karşı işler? Sorunun kendisi, cevabını yeterince açıklar.

Ana-kadın düzeni erkek tarafından kontrole alınmadan, parçalanmadan hakim erkeklik gelişemezdi. M. Ö. 4000 yıllarına, neolitik toplumun sonlarına kadar devam eden ana-kadın kültürü, bir toplumsal sistemdi. Karakteri gereği, dayanışmaya, paylaşıma dayalı, otoriter tek güç olmaya, hiyerarşiye, biriktirmeye kapalı, komünal doğal topluluklar olarak toplumsal yaşam geçerliydi. Toplayıcılık, daha sonra hayvanları evcilleştirme, bitki üretimi gibi barışçıl faaliyet ağırlıktaydı. Toplumsal varlığın temelini oluşturan kadın başat özneydi

Analık, tanrıçalık kavramının günümüze kadar kutsallığını sürdürmesi bu temele dayanır. Tanrıçalar farklı toplumsal kültürlerde farklı adlarla anılsa da,  bu özü simgelerler. Avcılıkla uğraşan erkek şiddet, saldırı, ele geçirme faaliyetiyle güç biriktirerek ilk karşı saldırıyı ana-kadın düzenine karşı geliştirdi. Böylece ataerkil otoriteleşme sürecine girilmiş oldu. Tarihin bu dönemine ait saldırı ve direniş en çok sözlü destanlarda ve yazılı tabletlerde dile gelmektedir.

Ana-kadın toplumsal düzeninin adım adım dağıtılması, hiyerarşik ve devletçi toplum biçiminin de gelişimine olanak sağladı. Adına uygarlık tarihi dediğimiz süreç günümüze kadar süregelmektedir. Kadın, ezilen ilk sınıf olarak şekillendi. Kadının esareti, toplumsal ilişkileri, yönetim biçiminin de tamamen değişmesini getirdi. Askeri, dini otoriteye sahip erkek, toplumu egemenliğe dayalı yönetmede kurumlaştıkça toplumsal kültür değişime uğradı. Devletçi, iktidarcı kurum ve yapıların yükselişe geçmesi erkeğin de yükselişe geçmesi ve güç kazanmasını sağladı. Tersinden de kadının toplumsal rolünden düşürülmesi, değersizleşip pazarlanması toplumsal gücünü kaybetmesini getirdi.  Enuma Eliş Destanında tanrıça Tiamat mahkum edilmesi, toplumdan dışlanması, ortadan kaldırılması gereken kadın olarak anlatılır. Erkeğin ilk karşı yönelimi kadına olup bu denli acımasız, soy değerlerine savaş, kutsala pervasızca el uzatmadır. Bu saldırılar ataerkil sistemin dayandığı cinsiyetçi ideolojinin politik, sosyal, ekonomik, kültürel saldırıları olup sistematik süregelmekte. Ne münferit ne mekânsal ne de belli bir zamanla sınırlıdır.  Kadının ilk ezilen toplumsal sınıf olarak tanımlanması yerindedir. Ezen-egemen sınıf olarak erkek tahakkümünün kurumlaşması, kültürleşmesi bunun üzerinden gelişir. Zaten günümüzde de sıkça namus vb. gerekçelerle kadınlar erkek tarafından öldürülmekte. Öldüren erkek egemen sistemin kendisidir. Hem fiziki hem fikri saldırılarıyla yoğun ideolojik söylemleriyle zihniyeti döşeyen erkek, sistemleşmiştir. Tek tanrılı dinlerde de erkek fikri Tanrı emriyle sunulur. Ve kadın yasaklı, günahkar ilan edilir.

 

Egemen Erkek Damgalı Sistem Baskı ve Sömürüye Dayanır

Toplumun ahlaki kaidelerini oluşturan kadın değerleri, toplumun yaşam ideolojisiydi. Çalınıp çıkarları temelinde kullandığı gibi kötülenerek değersizleştirilmesi erkeğin ilk ideolojik saldırısıdır.  Kadın eksenli zihniyete egemen erkeğin darbesi sömürü düzenine sonuna kadar kapıyı açmadır. Ardından emeğinin sömürüsünü getirdi. Kadının saraylara, eve kapatılması varlık olarak sömürü  altına alınmasıdır.  Günümüzde çeşitli iş yerlerinde çalışan kadınlar da emeği, bedeni, ruhu ve düşüncesiyle sömürü altındadır. Sömürü bir düzen, bir sistem halini aldığından elbette sadece sömürülen kadın değil, aynı zamanda kapitalistlere, devletlere çalışan herkestir, erkektir de. Toplumun kendisidir.  Biraz daha somutlaştırırsak  kadın; erkeğin, erkeğin küçük devleti olan ailenin ve devletin, erkek;  devletin, iktidarın toplumdaki sömürgesidir.

Kapitalist sistemde kadın hem eve kapatılan, hem de dışarda pazarlanan nesnedir. Kadın eksenli toplumsal düzene karşıt gelişen uygarlık tarihi, bundan böyle farklı biçimler kazansa da öz olarak hiyerarşik, baskıcı, sömürgeciliğe dayalı devletçi toplum düzenlerinin tekrarıdır.

Erkek, egemen erk olarak, devlet, iktidar, hükümdar olmak için kanlı, vahşi savaş, saldırı politika ve eylemlerin sahibi olmuş. Zora, şiddete dayalı tahakkümün yanı sıra çeşitli yöntemlerle aldatmaya, yalana, hileye dayalı özel savaş sistemini uygular.

Erkek egemen sistem, karşıtı olarak hedeflediği kadın kimliğinin ve bu kimlik etrafında kültürleşen değerleri geriletmeyi, silikleştirmeyi, etkisizleştirmeyi, bu da yetmezse toptan hedeflemeyi stratejik amaç olarak yerine getirir. Erkek paradigması, kendi sistemini tepeden tırnağa kurduğu kadar hiyerarşi ve iktidarını güvencede görür. Oysa insanlar özgür doğar, özgür ruhludur. Köleliğe ise, içinde yaşadıkları zorba sistem gereğince alıştırılır ve tutulurlar. Her sistemin dayandığı bir zihniyet yapısı vardır. Öncelikle zihinlerde egemenlik kurar. Bütün amacı, herkesi iktidarının uzantısı, eki, gönüllü kölesi yapabilmek.

Kadın eksenli sistem, demokratik-özgürlükçü zihniyete dayanır ve savunur. Egemen erkek damgalı sistem ise baskı ve sömürüye dayanır. Kendisini Tanrı yerine koyarak dünyayı yorumlayan, şekillendirmeye çalışan egemen erkek gerçeği tüm sorunların kaynağıdır. Kadınları ve toplumu kul-köle yaparak kendisine ait kılma arzusunu hep taşır. Askeri zor, siyasal baskı ve bunlarla birlikte dini pervasızca kullanır. Siyasal ve askeri zoru uygularken milliyetçiliği şahlandırır. Milliyetçilik yaparak vatansever, dincilik yaparak dindar kesilir. Tarihi kendisiyle başlatan erkek, din savunuculuğuna soyunarak kendi çıkarlarına göre kullanır. Egemen erkek, kadın karşısında milliyetçi, dinci, tekçidir. Tekil özne olarak tüm haklara sahip kendisini görür. Kadını, uysal nesne olarak, hizmeti kadar varsayar. Ulus-devlet iktidarları da toplum karşıtlığını milliyetçilik ve dincilikle örtbas eder. Erkek iktidar yapılanması olan ulus-devletlerin gerçeği anlaşılmaz kılınır.  Diktatör, teokratik, faşist vb. hükümetlere karşı isyan gelişse de bu iktidar değişimi olarak yer bulur. Ama iktidarcı yapılanmayı ortadan kaldırmaz. Çünkü devlet, devlet olarak hüküm sürdükçe, düzeni işledikçe asla kadınlar, halklar özgür yaşayamaz. Kapitalizm büyük sömürü sermaye sistemi olarak, sermaye dolaşımını devlet aracıyla yerine getirir. Kapitalizm sürekli iktidar sargılar ve kendisini böyle sürdürür. Daha demokratik, liberal ulus-devlet yönetim biçimlerinde baskı ve sömürü kaba olmadığından yeterince görünmez. Böylece toplumun hücrelerine yerleşmiş olan hakimiyete dayalı ilişki düzeninin varlığı çok az sorgulanır.

Devlet-iktidarlar, her alternatif çıkışı bastırmak için rencide, karalama, etkisizleştirme, dağıtma ve parçalamayı karşı devrim politikası olarak yürütür. Tüm zulüm ve baskılara rağmen önleyemediği kadın direnişi günümüze kadar gelebilmiştir. Günümüzde de inkarcı, zulümkar erkek egemen iktidarlar en çok dinci, milliyetçi, cinsiyetçi politikaya sarılmışlardır. Tarihte insanlığın zulme karşı sarıldığı inanç silahını kurnaz erkek ve iktidarcı yapılar, dincilik olarak karşı saldırıda kullanır. Kadını ve toplumları köleleştirmede en etkili silahı devrede tutar. Kadını yok hükmünde sayan, erkeğin basit uzantısı, eki, çocuk tarlası olmanın dışında bir rol atfetmeyen, cadı diye yakan, kötülükle özdeşleştirip ev-göz hapsinde tutan erkek dindar kesilir.  Hem kadının gücünden, rolünden, emeğinden sonuna kadar yararlanıp bunu hırsızlayan hem kadının iffetliliğinden dem vurarak kapalı toplumlarda eve hapseden de erkektir.  Yine kadın bedenini satan, üzerinde her türlü operasyonu yapan, ucuz iş gücü olarak emeğinden yararlanan da erkektir. Kadını günahkar olarak taşlayan, ‘fahişe’, ‘orospu’ nitelemelerle cehennemi yaşatan da erkektir. Kadını fahişeleştiren metalaştıran erkek,  devletin ve geleneğin gücüne dayanarak kadını suçlu, günahkar gösterir. Yavuz-hırsız misali bu döngüyü hep sürdürür.  Buna rağmen erkeğin, gerektiğinde ‘namus’ için cinayet işleyen, aile reisi, babası, evin direği ‘mertebeli’ konumu hep sürer. Kadını bu duruma getiren erkek itibarlı, kadın ise itibarsızlaştırılır.  Kadın zapturapt altına alınması gereken, ‘baştan çıkarıcı’, ‘ayartıcı’ olarak toplumun hafızasına yerleştirilir. Dinci, milliyetçi, cinsiyetçi erkek zihniyeti, insanlık değerlerini gasp ederek içini boşaltıp toplum karşıtı kullanır. Sömürgeci politikada ustalaşan erkekliğin vardığı nokta, en kurnaz ‘Tanrı’ rolüdür. Her erkek, kadın karşısında kendisini Tanrı gibi görür. Erkek buyurgan, kadın itaatkar roldedir. Her iktidar, toplum ve halk karşısında tanrı rolündedir.  İktidarlar faşist bir yapıya sahiptir. Toplumu denetlemede zorlandıklarında ya da amaçlarına göre hızlı şekillendirmek istediklerinde faşist gerçeklerini açığa vururlar. Buyurgan iktidar varlığı, itaatkar toplum varlığını işaret eder. Hakan, hanedan, hükümran, imparator, kral, bey, ağa, patron, baba bunların hepsi karşıtı üzerinden doğmuştur. Kul, tebaa, köle, köylü, işçi, kadınlık, erkeklik de sömüren ve sömürüleni ifade eder. Sınıflaşmayı ifade eden bu kavramlar, ezilenin ve hükmedenin olduğunu gösterir.

Kadın özgürlükçü paradigma yerine zorla geçirilen erkek egemen paradigmasının savaşları, yıkımları, oluşumları insanlık tarihinin özü olmaktadır. İnsanlığın var oluş hikayesini oluşturan kadın-erkek, bu tahribatlarla birbirine yabancılaşma, karşıtlaşma süreci yaşar. Egemenin varlığı, kadının yokluğu üzerinden şekillenir. Ezen-ezilen, efendi-köle, sahip-kul ilişkisi böylece başlar. Ortada iktidar olarak var olmadan söz ediyorsak bu ancak baskı, şiddet ve zorla bir kesimin tahakküm altına alındığını gösterir.  Daha özelde her iki cinsin birbiri karşısında durduğu nokta erkek ezel-ebed hükmeden güç olarak kanıksanmıştır. Ulus-devletler de ezel-ebed sürmesi gereken hem de toplumların yaşamı için sürdürülmesi gereken güç olarak görülür. Bu kapitalist sistem içinde oluşturulmuştur.

Kadın üzerine yayılmış kölelik ve mülkiyet dalga dalga tüm toplumsal düzeye yayılır. Böylelikle de toplum ve bireyin zihniyet ve davranış yapısına mülkiyetçi ve köleci her duygu ve düşünce yerleştirilir. Toplum her tür hiyerarşik ve devletçi yapılanmalara uygun hale getirilir. Bu ise, uygarlık denen sınıflı her tür yapılanmanın rahatça ve meşruiyet kazanmış olarak sürdürülmesini getirir. Böylece kaybeden sadece kadın olmuyor. Bir avuç hiyerarşik ve devletçi güç dışında tüm toplum oluyor. Sömürge kadının varlığı, sömürge toplum varlığının ifadesidir. Kadının içinde tutulduğu durum, toplumun özetidir.  Sosyolojik olarak böyledir.

 

En Büyük Savunma, Her Bir Kadının Örgütlenmesidir

Kadın-yaşam-özgürlük üçlemi kadınla toplumun kurtuluşunun kopmaz denklemidir. Bu denklemin kuramcısı Öcalan’dır.  Denklem, Öcalan’ın özgürlük-demokrasi teoreminin sosyolojik derinliğini açıklar. Kadın ve toplum özgürlüğünün bağlamı konusunda en özlü, sade, çarpıcı tanım bu olsa gerek.  Kadın sorunu tanımlanmadan, diğer toplumsal sorunların tanımlanamayacağını ifade eder. Kadından başlayıp evrensel özgürlüğü, evrensel olan özgürlük olgusundan başlayıp kadını tanımlayabiliriz. Kadınlar bu bilince vardıkça öncülük rollerinde kararlaştılar. Elbette burada tek sorun, kadın sorunudur demiyoruz. Ama sorunların ana kaynağında yatan sorundur diyoruz. Diğer toplumsal sorunlar buna dayalı gelişir diyoruz. Böylelikle Jin-Jiyan-Azadi (Kadın-Yaşam-Özgürlük) formülasyonu çözümün gerçek anahtarını ele verir. Kadının toplumsal rolünün aydınlatılması toplumsal sorunların çözümünde temeli teşkil ediyor. Bu nedenle henüz bilimler arasında kendisine yer bulmaya çalışan Jineolojiyi bilimleştirme gündeme gelmiştir. Sosyal bilim olarak jineoloji, sosyal bilimlere cesurca meydan okumadır.  Abdullah Öcalan’ın jineoloji (kadın bilimi) adımı ilktir. Ataerkil yazılımlara, zihniyet yapılarına ve kurumlara yöneltilmiş bilimsel eleştiri ve devrimci müdahaledir.

Öcalan bunu şöyle açıklamaktadır: Toplumsal sorunların temelinde kadın-erkek ilişkilerindeki sorunsallık yatar. Hiyerarşik uygarlık toplumunda kadına tek taraflı dayatılan evlilik kurumu; erkek egemenliğini çok yönlü inşa ederken belki de doğada hiçbir canlının yaşamadığı, yalnız insan toplumuna özgü bir bağımlılık, kölelik kurumunun da temeli atılmış demektir. İlk ezen-ezilen toplumsallık, sınıfsallık, ulusallık statüsü hep bu temel üzerinde yükselir. Her tür kavga ve savaşların da temelinde bu yatar. Uygarlık tarihi ve en son aşaması olan kapitalist modernitenin en çok örtbas ettiği, ters ve olumsuz yansıttığı, bu temeldeki kadının kölelik statüsüne ilişkin gerçekliktir. Kadının adı uygarlık toplumunda şeytanla özdeşleştirilmiş iken, modernitenin sosyolojisinde konformizmin en uysal, ücretsiz ev işçiliğinin çocuk annesidir. Kadın yaşamına binlerce yılda zorba ve sömürgen erkek eliyle-aklıyla yedirilen kölelik düzeyinin tüm içerik ve biçimleriyle kavranması gerçekler sosyolojisinin ilk adımı olmalıydı. Çünkü bu alandaki kölelik, sömürü biçimlenişleri tüm toplumsal kölelik ve sömürü biçimlerinin prototipidir. Tersi de geçerlidir. Kadın yaşamına içerilmiş köleliğe, sömürüye karşı özgürlük ve eşitlik mücadelesi ve bu mücadelenin kazanım düzeyi tüm toplumsal alanlardaki köleliğe ve sömürüye karşı özgürlük ve eşitlik mücadelesinin temelidir. Uygarlık tarihinde ve kapitalist modernitede yürütülen özgürlük ve eşitlik mücadelesinin doğru temelde gelişememesinin ve güçlü başarıya yol açamamasının temel nedeni de kadına yaşamda içerilmiş ve biçimlendirilmiş kölelik ve sömürü kurumlarının, zihniyetlerinin yeterince kavranamaması ve bunlara yönelik mücadelenin temel alınamamasıdır. Tarih derinliğine araştırıldığında anlaşılacaktır ki kadınlar tamamen sosyal ve siyasal egemenliğin ilk kurbanlarıdır. İnsanlığa dayatılan her tür eşitsizliğin ve köleleştirmenin ilk sınıfıdır. Kadın köleleştirildikten, evin uysal ve evcil nesnesi (özne değil) haline getirildikten sonra, sıra sınıflı toplumu ve devleti yaratmaya gelmiştir.’’

Kadın üzerinden geliştirilen tarihsel komployu, oyunu bozmak büyük bir zihniyet gücü, eylemi, örgütlenmeyi gerektirir. Kadın mücadelesi, egemen erkek yapılarca örülen komployu, karşı devrimi deşifre etti. Komployu bozdu, bozuyor, bozacak!  Bozmakla kalmayıp kadın özgürlüğüne dayalı demokratik toplumsal yaşamın siyasal sisteminin örgütlenmesinde, savunulmasında öncü rol olarak çıkış sahibidir.  Öncü rol sahibi olmanın arkasında devasa bir kadın mücadele birikimi ve toplumsal tarihin gerçekleri yatmaktadır. Öncülüğe cesaret etmek, sadece bireysel kurtuluş arayışı olmayıp toplumun kurtuluşuna soyunmaktır. Mücadeleci kadınlar öncülük misyonunu tespit olmaktan çıkarıp bunun pratiği, eylemi içindedir.

Kadın eksenli çözümü geliştirme, komple beş bin yıllık ataerkil sistemle savaş hali oluyor. Bu hiç de kolay bir savaş değil. Adeta, çok başlı bir devin daha etkili harekete geçmesidir. Günümüzde kadın mücadeleleri, örgütlenmeleri en sert saldırılarla karşı karşıyadır. Bazı alanlarda kadın hakları üzerinden yürütülse bile esas kadın mücadelelerinin büründüğü karakter toplumsal değişimde birinci öncül olmasıdır. Kadın eksenli çözümün kendisini yansıtacağı en etkili alan politikadır. Kadın mücadelelerinin kazanması buna bağlıdır. Toplumu cinsiyetçi, milliyetçi ve dinci politikalarla yöneten iktidarların aşılması ancak toplumsal siyasal değişim gücü olarak kadın mücadelesinin rol oynamasına bağlıdır. Örgütlü kadın, yenilmezdir.  Kadın mücadelelerinin damgasını vurduğu toplumsal mücadeleler mutlaka kazanmıştır. Bu nedenle kadınlar ve mücadeleleri ulus-devlet iktidarlarının birinci hedefidir.  Örgütlü, militarist devlet güçlerine, erkek şiddetine karşı savunmasız bir mücadele düşünülemez. En büyük savunma, her bir kadının örgütlenmesi ve toplumsal değişim gücü olarak kimlik kazanması olurken bir de askeri ve her türlü saldırıya karşı savunmasız bir kadın hareketi düşünmek de mümkün değildir.  Savunmasız kadın, kurban kadındır.  Artık kadınlar bunun farkındadır. Farkındadır derken, her bir kadın savunma temelli bir örgütlenme içinde olduğunu belirtmiyoruz. Ancak, kadını ve toplumu savunabilecek kadar örgütlü bir gücü oluşmuş durumda. Savunma anlayışını tüm topluma yaymak ve örgütlü hale getirmek ise kadın hareketlerinin ve toplum adına faaliyet yürüten her bir sivil toplum örgütün çalışması olmalı.

Kadınların gelişimi yeterli olmasa bile, eski pozisyonunda da değildir.  Bu gelişim düzeyine sarılıp yapılanları yeterli göremeyiz. Erkek, devlet, gelenek kurbanı olmaktan çıkmamışsa bile buna  dur diyen kadın iradesi oluşmuştur. Sadece kurban olan kadınlar gerçeği yoktur, kurban olma gerçeği tamamen ortadan kalkmamıştır ama karşı mücadeleyi etkili geliştiren kadınlar vardır.  Ulus-devlet iktidarlar işgal savaşlarını, paylaşım savaşını geliştirmek istediğinde öncelikle kadının örgütlenme gücünü dağıtmayı esas alır. Savaş politikasının ve kadına şiddetin eş zamanlı gelişmesi tesadüf değildir.  Aksine bu politika etkili uygulanır. Kadın cinayetleri, şiddeti politiktir! Jin Jiyan Azadi sloganları böyle bir bilincin karşı harekete geçmesidir. Kadın şiddetini münferit gösteren, cinsiyetçi geleneği özellikle propaganda edip canlı tutan iktidarlar kadını bilinçli hedef göstererek toplumu korku ve şiddetle teslim almak istemektedir.  Kadının yeri, rolü, doğum oranıyla nüfus politikası, vazifeleri vb. tüm konularda temel politikasının merkezine almayan hiçbir devlet yoktur.

Toplumsal statüsü değişmiş, özgür ve eşit ilişkilerle toplumsal ilişkilere, yaşama katılan kadın yeni bir toplumsal yaşamın şekilleneceğini ifade eder.  Bu anlamda toplumsal sorunların çözümünde kadın sorununun çözümü, merkezi roldedir.  Yaşanan sorunların niteliği devrimlerin yaşanmasına, tarihin seyrini değiştirmeyi bağrında taşıyan özelliğe sahiptir. Ulusal, sınıfsal, bölgesel sınırları aşmıştır. Kriz küresel olduğu için krizi çözmeye çalışan toplumsal hareketler de bölgesel, küresel mücadeleyi esas almalıdır. Faşizm ve tüm iktidarlar, erkek aklı ve üslubu ile gelişen siyaset, savaşlar, toplumsal ve ekonomik buhranlar en çok kadınları etkilemektedir. Ve bunları değiştirmek için aktif mücadele, iddialı karşı duruş, alternatifi yaratmak için örgütlenmeyi eylemle bütünleştirmedir.

Kadın Hareketlerine, öncü şahsiyetlere, direnişe geçen kadınlara fütursuzca saldıran, DAİŞ’le korku salan yanı sıra cinsiyetçi toplumu daha fazla teşvik ederek kadın ölümlerine yol açan bir taraftan da açlık ve yoksullukla çaresiz bırakan iktidarların çizdiği kara tabloya inat, kadınlar kendi umutlarına sahip çıkıyor. Savaş, kaos, kriz ve ölümlerin normalleştirildiği tarihin bu ağır döneminde yeni bir çıkışla cevap veriyor. Kürdistan’ın farklı alanlarında ve yurt dışında Kürt Kadın Hareketleri, DEĞİŞİM VE ÖZGÜRLÜK ZAMANI tespitiyle DAİŞ’e karşı zafer kazanmanın yıldönümü olan 19 Temmuz’u hamlesel eylem süreciyle karşıladılar. Umutsuzluğu, karamsarlığı yayan savaş dışında başka bir mahareti olmayan faşist, merkeziyetçi, anti-demokratik iktidarlara karşı bir yıllık eylem programını açıklayarak süreci nasıl yürüteceklerini ortaya koydular. Bu hamle sürece kadın politikasıyla müdahaleyi gerçekleştirmedir. Yine bu hamle,  değişim ve özgürlük için hemen harekete geçmenin aciliyetine dikkat çekerek herkesin tutum sahibi olmasını sağlamadır. Sürecin vasat eylem ve politikalarla karşılanamayacağını göstermedir.  Kadın hareketleri  böylesine bir süreçte inisiyatifli olmaz ve değerlendirmezse kaos, kriz ve savaştan kadınlar lehine başarılı sonuçlar çıkmayacağının farkındadır. Hatta şimdiye kadar kazandıklarımızı bile kaybetme riski vardır.  Bu dönemi kazanmak, tarihi kazanmak olacaktır.

Şimdi Değişim ve Özgürlük Zamanı Hamlesi ile çözümün kendisi olarak ortaya çıkmadır.  Toplumsal mücadelenin kadın özgürlük sorununu gündemleştirerek başarıyı kazanmadır.Yaşadığımız çağ erkek aklının toplumu uçurumun kenarına getirdiği mahşeri bir çağ. Toplumsal, ulusal, sınıfsal, çevresel vb. çelişkiler dorukta yaşanıyor. Bu beş bin yıllık uygarlık tarihinin bir sonucu ve çürümesi aynı zamanda. Tüm toplumsal sorunlar erkek egemen akıl ve iktidarın yaratımlarıdır. Yaşanan kadın kırımı, toplum kırımdır. Buna karşı “toplumu savunmak” kadınların görevidir. Kadın mücadelesi ve kadın devrimi ile toplumsal değişim ve dönüşümü gerçekleştirmenin zamanıdır.

Başlatılan hamle, verili kültürü ve geleneğin eleştirisini pratikte yoğunlaştırmayı amaçlamakta. Kadına belirlenen rollerin ve geleneğin sorgulanarak değişimini  hedeflemekte. Bu toplumsal cinsiyetçiliğin sorgulanmasını sağlama, savaşçı politikalara karşı demokratik çözümü yoğunlaştırmadır. Ayrıca kadın özgürlüğünün önünde engel olan yapılanmaların aşılmasını ve değişiminin nasılını ortaya koymadır. Cinsiyetçilik, milliyetçilik, dincilik ve bilimciliğe karşı mücadelede ivme kazanmadır. Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite, çevre ve doğa yıkımına karşı ekolojik mücadele, kapitalist soygun düzenine karşı alternatifini ortaya koymadır.

Kadınlar, bu hamleyle çözümü kimseden beklemeden ama toplumsal vicdan sahibi olan herkesi davet ederek ve rollerini oynamaya çağrı yaparak kendisinin de çözüm gücü olduğuna inanarak mücadeleyi yükseltme iddiasındadır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.