Düşünce ve Kuram Dergisi

Sömürge, Ulus-Devlet ve Özerklik

Nevzat Öztürk

Uygarlık tarihinin her aşamasında, baskı ve sömürünün değişik araç ve yöntemlerle var olduğunu belirtiriz. Ancak kapitalist modernitede sömürünün nitel bir değişime uğradığının altını çizmek gerekir. Öyle ki, “Hiçbir sömürge yöntemi kapitalizm kadar toplumları bozucu, sürekli krizde ve de kaosta tutucu bir özellikte olmamıştır. Kendileri de hep baskıcı ve sömürücü oldukları halde, diğer tüm uygarlık güçleri, bu yapısından ötürü kapitalizmi sınırlayıcı dibe sürmeyi toplumun sürekliliği açısından zorunlu görmüştür.”1 Sömürgecilik, kapitalist modernitenin hegemonyacı karakteriyle bağlantılıdır. Çünkü onun iktidarı hegemonik karakterlidir.  Bu yönlü iktidar, birbirini yok etme yerine hegemonya kurma ya da hegemonya altına girme mücadelesi uyarıncadır. Bu ise onların kâr emelleri için daha elverişlidir. Kâr esaslı düşünce, sürekli daha fazla yeni alan kontrol altına almak ister. Hem ham madde ucuz iş gücü hem de yeni birer pazar olarak ele geçirme sömürü politikasının temelini oluşturur. Bu temel politika da kendini çevreye yarar, toplumun tüm gözeneklerine sirayet eder, çelişki ve çatışmayı derinleştirir.

Dinsel, kültürel, ekolojist, feminist hareketler kapitalizmin bu yıkıcı, dağıtıcı ve tahripkâr yönelimlerine karşı öz savunma, varlığını koruma savaşı vermişlerdir. Kapitalist modernite, toplumun zihinsel ve kültürel varlığını ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Topluma ait ne kadar maddi ve manevi değer varsa hepsini ele geçirmeyi ve bu konuda kendisine engel gördüğü toplumun ahlaki ve politik niteliğini yıkmayı amaçlamıştır. Varlığını sürdürmeyi toplumun iç dinamiklerini tahrip etmekte görmüştür. Onun için en acımasız yöntemlere başvurmakta sakınca görmemiştir. Daha fazla kâr elde etmek için gerek ideolojik argümanları gerekse de şiddet yöntemlerini iç içe geliştirerek toplum kırımına girişmiştir. Toplumdaki farklı kesimlere, cins, etnisite ve değişik inanç sahiplerine mensup insanları tek renk ile aynı potada eritmek niyetindedir. Bu sistemde farklılığa ve özgünlüklere yer verilmediği gibi, onlar ulusal birliğe zarar olarak görülmektedir. Bireyler kanun önünde “eşit” olsa da, inançsal ve kültürel alanda eşit ve özgür değildir. Aidiyet kimliği tanınmaz. Herkes vatandaşlık kimliği ile tanınır. Bu, aynı zamanda değişik kimliklerin inkârı demektir. İnkâr edilen kimlik ise inkâr edilen toplumdur, özgürlüktür.

Toplum, ancak kendi öz kimliğiyle kendini özgür kılabilir. İktidar-devlet bu kimliğe bir müdahaledir ve kendi varlığını kabullenmemedir. Kimlik ancak kimlikle mümkün olabilir. Özgürlük sorunu toplumun oluşumundan beri var olagelmiştir. Fakat kapitalist modernitede en uç boyuta ulaşmıştır. Birçok kimlik, tekleştirme politikasıyla soykırıma uğramış, kimisi inkâr edilmiş, varlığı yok sayılmıştır. 20. yüzyılda ise en somut haliyle bu soykırım, inkâr ve imha Kürtlere uygulanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, Kürtleri inkâr ederek tek millet, tek dil, tek bayrak sloganıyla onları Türkleştirmek istemiştir. Yıllarca bu politika uygulamaya konulmuştur. Milyonlarca insan bu politikanın mağduru olmuştur, olmaktadır. Bu ise ulus-devlet politikasının en katı yönü olmaktadır. 20. yüzyıl boyunca milyonlarca insanın yaşamını yitirmesi, sayısız etnisitelerin kültürel soykırıma tabi tutulması ulus-devlet politikasının soncudur.  Yaşanılan trajediler hafızalarda canlılığını korumaktadır.

Toplum, şiddet sarmalına tabi tutulur. Ancak bu yıkıcı ve dağıtıcı şiddet yöntemlerine karşı toplumun değişik kesimleri hep direniş içinde olmuştur. Baskı ve sömürüye boyun eğmemiştir. Bu direnişler, sermaye ve iktidar tekellerini politikalarını değiştirmeye zorlamıştır. Direnişlerle beraber dış savunma ihtiyacı baş gösterince iktidar-devlet yeniden yapılanma ihtiyacı duymuştur. “Milliyetçilik, cinsiyetçilik ve çeşitli bilimciliklerle toplum, iktidar ve devletin iç içeliği geliştirilir, yani herkes hem iktidar hem toplumdur. ‘Hem devlet hem toplum’ paradigmasına çekilerek ulus-devlet sürdürülmeye çalışılmaktadır. Böylece içte sınıf savaşını bastırıp, dışa karşı savunma pozisyonu hep açık tutulup burjuva ulus-devletin çözümü bulunmuş varsayılmaktadır. Dünya çapında denenen ve sorun çözmekten ziyade sorunu bastırmaya yönelik yöntemin en belli başlısı bu olmaktadır.” 2

Ulus-devletin (daha doğrusu devlet-ulusunun) inşasında burjuvazinin en etkili aracı milliyetçiliktir. Milliyetçilik, kutsallaştırılarak en yüksek değer olarak benimsetilir; hakim bir ulus etnisitesine dayanır ve diğer tüm etnisiteleri binlerce yıllık kültürleriyle (tek dil, tek ulus, tek vatan, tek devlet) yok sayma, yıkma, tasfiyeye ve asimilasyona tabi tutar. Tek renkli, birbirine benzeyen, aynı kalıptan çıkmış ruhsuz tip ve mekanik düşünen birey yaratmak esas kültür-politikasıdır.

Ulus-devlet, tekelci kapitalizmin geliştirdiği iktidarı meşrulaştırma, topluma benimsetme formülüdür. Daha fazla kâr, daha fazla parçalama düşüncesinin biçimidir. Devletler ekonomi-politikada merkantilizmi esas alırken, niyetleri ulusal pazar etkenini öne çıkararak bunu güçlendirmektir. Ulus-devlette; “Ulusal dil, sanat, tarih çalışmaları devletin denetimine girer. Uluslararası savaşlar artık milliyetçilik ve ulus-devlet tipi iktidar olmadan yürütülemez olmaktadır.”

19.yüzyılda mücadele kapitalist modernitenin merkezi ulus-devleti ile demokratik güçler arasında keskinleşmiştir. Bu dönemde Fransız komüncülerle İngiliz devrimindeki Leveller demokratik güçlerin temsilcileri konumundaydı. 1848 devrimleri tamamıyla halk devrimleriydi. Burjuvazinin ihanet etmesiyle bu devrimler tasfiye edildi. Demokratik güçlerin iç yetersizlikleri (birbirleriyle uğraşmaları) ve burjuvazinin ihaneti, tarihin seyrini değiştirmiştir.

Ulus-devletin teorik temelleri önceden hazırlanmıştır. Özü ulusal-pazar ve bu pazar üzerinde büyük kavga yürüten ve kendini ölümüne dayatan tekelci kapitalizmdir. Ulusal sanayi ulus çapında tüm kapitalistler için en çok kâr demektir. Makineli üretimin azami kâr tekeline koşturulması anlamına giren endüstriyalizm, bir ideoloji olarak ulusallık iddialarıyla direkt bağlantılıdır. Ticaret burjuvazisi bir ulusu tek başına temsil edemezken, merkantilizm de ekonomik tekel niteliğinden uzaktı. Endüstri tekelleriyle genişleyen burjuvazi artık “tüm ulus adına” konuşur durumu geldiğinde ise tarihi yeniden yazmaya başladı. Ulusal kültürü bu tarihin bir parçası haline getirdi. Ulus ve ordu, ulusal eğitime damgasını vurdu.

Endüstri devrimi burjuvazinin bir yaratımı değildir, çünkü devrimde ne teorik ne de pratik bir yolu olmuştur. Ticaret tekelleri daha fazla kâr için devrime el koymuştur. Endüstri devrimi esas olarak tarihsel birikimin dışa vurumudur. Endüstriyalizm ise endüstri üzerinde kurulan kapitalist kâr tekelidir; endüstrinin dinleştirilmesidir. Ulus-devlet formu bu çağda belirginlik kazanır.

Ulus-devlet, ‘binlerce dil, on binlerce kabile, aşiret, kavim, arkeolojik miras ve kültürü’ heba etmiştir. Din, dil ve mezhep savaşları bu politikanın sonucudur. Bunun ilk uygulayıcısı Hitler’dir ve tek dil, tek ulus, tek vatan, tek devlet onun temel sloganlarıdır. Milliyetçilik, tek tipleşmeyi zihniyet ve duygu dünyasına aşılar. Ulus-devlet de bu zihniyet üzerinde şekillenir. Bu şekilde iktidarı topluma yayma, tek tip toplum yaratma hedeflenir. Toplumun doğasında farklılıkların iç içeliği ve çok renklilik olduğu için, bu durum, çatışma ve çelişkilerin yoğunlaşmasına neden olur. Çelişkili çatışmaların bastırma yöntemi de zor ve şiddet olarak karşımıza çıkar. Tarihin hiçbir aşamasında kapitalist modernitede olduğu gibi kimlik ve özgürlük sorunu varlığını hissettirmemiştir. Özgürlük mücadelesinin her boyutta kendini hissettirdiğini bu çağda görmekteyiz. Kimlik aynı zamanda özgürce yaşamanın simgesi olmakta. Dinlerin, kültürlerin, inançların, kadınların mücadelesi birer özgürlük çığlığı iken, diğer yandan da varlığı koruma mücadelesi olarak belirmekte.

Ulus-devlet, kültürel alanda soykırım politikasını uyguladığı gibi siyasal alanda da tek tipleşmeye özen gösterir; farklı siyasal oluşumlara yer vermez. Devlet bütünlüğü ileri sürülerek farklı düşünceler tehdit sayılır. Merkezi bürokrasi esas alınır. Yerelin yetkisi sınırlıdır ve bu alana hep kuşkuyla yaklaşılır. Farklı örgütlenmelere izin verilmez. Toplum değişik yöntemlerle gözaltında tutulur. Hapishane ve hastane toplumu en fazla gözaltında tutma mekânları olmaktadır.

“Bireyi vatandaş kılmak yoğun kullanılır. İktidara kapılanmak, ‘Devlet benimdir’ demek birey için güvenlik ve itibarın en kestirme yoludur. Toplumun yarısı devlet kurumlarında işçi-memur olarak istihdam edilir.”3 Böylece de devlete ortak edilir. Ortaklık duygusu, sahiplenme ve aidiyeti beraberinde getirir. Zorunlu vatandaşlık, zorunlu eğitim, zorunlu hizmet, zorunlu askerlik ile devletin belirlediği sınırları aşmayan mekanik, topluma yabancı, günü-birlik yaşayan, farklı düşünemeyen, üretemeyen tüketici bireyler yaratılır. Kadın cinsi, en derinlemesine köleleştirilir. İktidar ve devlet bilinci vatandaşlık biçimlenmesine önemli katkılar sağlar. Burada “hukuk vatandaşlığı” da devlet üyesinin simgesidir.

Vatan, milletin uğrunda öleceği en yüksek değer olarak benimsetilir. Devlete vergi ödemek ya da askere gitmek, vatandaşın vazgeçilmez görevlerindendir. “Vatandaşlık kimliği” devlet üyeliğini ifade eder. Devlet politikalarına karşı söz söylemek ülkenin birlik ve bütünlüğünü bozucu davranışlar olarak görülüp, cezalandırılma gerekçesi sayılır. Devlet eleştirilmez, eleştirilemez kılınır! Vatandaşın “hakları” yasalarca belirlenir. Vatandaş ancak yasalarca belirlenmiş “haklarından” yararlanabilir. İhtiyaç durumunda devlet talebi makul(!) görürse karşılar, görmezse reddeder. Ulus-devlette yurttaşlık/vatandaşlık özünde biçimsel değişikliğe uğramış köle demektir. Fakat topluma empoze edilen farklıdır. Vatandaşlık, modernleşmenin sıfatı anlamında algılanmaktadır. Dolayısıyla ulus-devlet vatandaşlığının eşiti, iktidara bulaşmış köleliktir. Devletin bazı kademelerinde yer almak bir şeyi değiştirmez. Köleliğin yoğunca yaşandığı yerde özgürlük arayışı da kendini yakıcı bir şekilde hissettirir. Özgürlük aynı zamanda ahlaki-politik topluma sahip çıkma ve ona uygun yaşamaktır.

 

Farklı Ulus-Devlet Modelleri

Ulus-devlet modelleri farklı biçimlerde uygulanmaktadır. Kimisi hukuku, kimisi kültürü esas alır, kimisi de hukuk ve siyaseti iç içe işleterek uygular:

Fransa’da uygulanan modelde, hukuki ve siyasal yöne ağırlık verildiği için faşizme düşülmemiştir. Bundan dolayı da ırk ve etnisitesi “bağnaz” değildir. Fransız dili ve kültürünü paylaşan herkes Fransız ulus-devletinde yer alabilir. Ulus-devletin olgunlaşmış modelidir. Kârı, merkeziyetçi yönleri uzun süre ayak diretse de reform ve restorasyonlara uğratılarak günümüzde ademi-merkeziyetçiliğe açık hale gelmiştir.

Alman ulus-devlet modeli ise kültürü esas alır. Alman ulusuna özgü kültür hem vatandaşlığın hem ulus-devletin şartıdır. Faşizme daha çok eğilim göstermesi Alman ulus-devletinin bu temelde gelişmesiyle bağlantılıdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD tarafından federal dönüşüme uğratılmıştır.

İngiliz ulus-devleti de ulus-devletin ilk aşaması olması dolayısıyla biraz daha esnektir. Farklı siyasal oluşum ve kültürlere daha çık bir modeldir. Siyasal anlaşmalara açıktır.

Bu her üç modelin değişik versiyonları başlangıçtan (ilk oluşumdan) günümüze kadar varlığını hep korumuştur. TC ulus-devleti, siyasi-hukuki yönüyle Fransız ulus-devlet modelinden, kültürel yönüyle Alman ulus-devlet oluşumu modelinden esinlenmiştir. Katı-merkeziyetçi yönünü bunlarla pekiştirmiştir.

 

Ulus-Devlet’e Karşı “Demokratik Ulus”

Devlet oluşumu itibariyle kimi değişimlere uğramış olsa da toplumsal alanda sorunları çözümleyen bir model olmamıştır ve olamaz da. Tam tersine, o, çelişki ve çatışmaların yoğunlaşmasına neden olmuştur. Biçimsel değişiklikler iktidarın varlığını sürdürmeyle bağlantılıdır. Dolayısıyla toplumsal sorunları bastıran, farklılıkları tekleştiren ulus-devletin alternatifi ancak demokratik ulus ile mümkündür. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın belirttiği üzere, “Ulus, klan, kabile, aşiret, kavim milliyetten sonra temel toplum biçimlenişinin yeni bir aşamasıdır.“4 Ulus, özü itibariyle toplum biçimlenişinin de üst aşamasıdır. Ulusun devlet-iktidarla bir bağlantısı bulunmamaktadır. Devlet baskı ve sömürüyü ifade ederken ulus ise toplumun kültürel ve zihinsel ortaklığını ifade eder. Ulus-devlet formülü kapitalist modernitenin bir icadıdır. O, daha çok sömürüsünü meşrulaştırma ve benimsetme çabası içerisindedir. Bunun için de toplumun tüm birimlerini/kesimlerini işin içine katarak varlığını sürdürmeyi amaçlar. Ulus-devlet, devletin ulusa tecavüz etmesi ve kendisine koşturması olarak da tanımlanabilir. Dolayısıyla ulus ile devleti birbirinden ayrıştırmak önem arz etmektedir. Diğer bir deyişle bunlar, birbirine zıt iki oluşumdur.

Demokratik Ulus, özgürlüğe ve eşitliğe en yakın formüldür. Zihinsel ve kültürel ortaklığı esas alır. Farklı dillere, kimliklere açıktır. Tüm ulus üyelerini birleştirip irade olmalarını sağlar. Yönetim tarzı özerktir. Yani merkezi yönetim yerine yerel yönetimleri esas alır. Bu temel özelliği farklı kimliklerin eşit ve kendilerini özgürce ifade etmesine imkân sunar. Günümüzde somut olarak Rojava Devrimi’nde bunu görebiliriz. Dinlerin, etnisitelerin ortak yönetimini oluşturması, kendini savunması demokratik özerkliği ifade etmektedir. Rojava yönetimi herhangi bir etnisiteyi esas alan bir yönetim değildir. Ağırlıklı olarak bölgede yaşayan halkların öz yönetimidir. Kanton biçiminde kendini ifadeye kavuşturması bu gerçekliği ispatlamaktadır.

Demokratik Ulus, siyasal alanda demokratik siyaseti esas alır. Sistemsel açıdan kendini konfederal biçimde örgütler. Demokratik konfederalizm, toplumun tüm renklerini içinde barındıran, toplumun öz yönetimini esas alan ve sisteme kavuşturan bir örgütlenme modelidir. Bu, ulusal çapta olduğu gibi bölgesel çapta da uygulanabilir bir modeldir.

Demokratik Ulus’un vatan ve pazar anlayışı farklıdır. Buna göre; vatan, üzerinde yaşanan topraktır ve değerlidir. Kapitalist modernitenin “vatanı” fetişleştirip onu toplumdan öncelikli kılması kâr amaçlıdır. Öcalan’ın belirttiği üzere, “‘Her şey vatan için’ anlayışı faşist bir ulus anlayışından kaynaklanır.” Oysa bunun tam tersi olması gerekir. Yani “her şey” toplumun refahı ve huzuru için olmalıdır. Çünkü vatan, özgür yaşamın bir aracıdır.

Demokratik Ulus, ekonomik alanda da tekelciliği reddeder. Çevreyle uyumlu ekoloji, doğa ve insana zararsız tekniklerin kullanımını esas alır. Ekonomide tekelciliği gütmeyen üretim-tüketimi dengeleyen bir politikayı temel alır. “Demokrasinin ekonomiye yansımış biçimi olarak ekolojik endüstriyi komün ekonomisini esas alan” Demokratik Ulus, kâr ve sermaye amaçlı ekonomi yerine, toplumsal refaha dayanır. Buna göre, toplumun çalışmalara katılabilmesi için kooperatif tarzında örgütlenmelere gidilir.

Hukuk-ulusu, günümüz dünyasında ulus-devletin sorunlara çözüm (sorunları derinleştirme) getiremediğinden, bir uzlaşı modeli olarak öne çıkmaktadır. Hukuk-ulusu herhangi bir etnisite ve milliyete dayanmayan, anayasal çerçevede hukuki vatandaşlık bir formül olmaktadır. Özellikle Avrupa ulusları giderek hukuk-ulusuna doğru evrilmektedir. Belli bir esnekliği, uzlaşıyı getirse de toplumsal sorunları köklü çözmekten uzaktır. Dolayısıyla en makul ve gerçekçi çözüm yine Demokratik Ulus formülüdür. Hukuk-ulusunda haklar, Demokratik Ulus’ta ise özerk yönetim esastır. Özerklik eşit ve özgür yaşamın biçim kazanmış halidir. En tehlikeli ulus modeli ise tetikçilikle başlayan tek dil, tek millet, tek vatan, tek bayrak gibi kavramları sloganlaştıran “ordu, millet” zihniyet ve kurumlaşmasını sağlayan diktatörlük ve faşizmdir.Burada, her şeyi kutsallaştırmanın altında yatan gerçeklik ise iktidarın kendini gizlemesinden başka bir şey değildir.

Sonuç olarak ulus-devlet paradigmasına karşı Demokratik Ulus modeli bir cevap/alternatif olabilir. Günümüz koşullarında en gerçekçi ve çözümleyici model Demokratik Ulus’tur. Demokratik siyaset, farklılıkların bir arada yaşaması, özerk yönetim, dilde çoğulculuk, zihinsel ve kültürel ortaklık demokratik ulusun belli başlı ilkelerindendir. Farklı kimliklerin hayat bulduğu yer demokratik özerkliktir. Kısacası yönetim şekli demokratik özerklik olurken, toplumsal örgütlenme ve sisteme kavuşturma biçimi de demokratik konfederalizmdir. Yerelin, bölgenin sorunları bu biçimde çözüm bulacaktır. Nitekim özerklik de özgürleşmenin bir formu ve düzeyidir.

 

 

* Bu yazıda yararlanılan kaynak için bkz. Abdullah Öcalan‘ın “Demokratik Uygarlık Manifestosu

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.