Düşünce ve Kuram Dergisi

Yönetim Sorunu: İktidar mı, Özyönetim mi?

Ergin Atabey

“İktidar çekicidir ve tıpkı bir cehennem ateşi gibi, şöhret düşkünlerinin ruhlarını cayır cayır yakar.”
   Ateşi Çalmak *     

Tarihsel olarak yönetim sorunu, hiyerarşik ve devletçi iktidarın geliştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu açıdan yönetim sorunu, güncel olduğu kadar tarihseldir de. Yönetim sorunun doğru tanımı ve çözümü tarihsel ve güncel bağlamlarıyla ele alındığında gerçekleşebilir.

Yönetim sorununu önemli kılan şey, toplumsal yaşamdaki diğer tüm sorunların da bu sorunla bağlantılı olarak baş göstermesidir. Yani toplumsal sorunların bu denli yoğun olması ve çözülememesi yönetim sorunlarıyla bağlantılıdır. Tarihsel olarak toplumsal sorunların bilinen biçimiyle ortaya çıkması toplumsal yönetime müdahil edilmesi, bastırılması sonucu olmuştur. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu durumu, “yönetim olgusunun tecavüze uğraması” olarak tanımlamaktadır. “Güçlü ve kurnaz adam” tarafından toplumsal yönetim tecavüze uğramasa ve saptırılmasaydı, egemenlik, sömürü ve zorbalık bu denli kurumsallaşamazdı ve toplumsal sorunlar da verili biçimiyle ortaya çıkamazdı. Toplumsal yönetim gasp edilip bastırıldığı oranda toplumsal sorunlar da boy verir ve içinden çıkılmaz hal alır.

Bu nedenle yönetim sorununu ele almak toplumsal sorunların çözümünün de ele alınması anlamına gelmektedir. Yönetim, salt teknik bir olgu değildir; aynı zamanda toplumsal yaşama ve eko-sisteme nasıl yaklaşılacağının da yol ve yöntemidir. Dolayısıyla ekolojiyi, toplumsal ilişkileri ve yaşamı belirleyen bir olgudur. Bir toplumun özgür mü, yoksa köle mi olduğunu belirlemek (diğer bir çok faktörü inkar etmeden) yönetime bakılarak belirlenebilir. Olumlu veya olumsuz, tarihte tüm arayışların temelinde yönetim olgusunun olmasının nedeni de budur. Tüm mitolojik, dini, felsefi ve bilimsel külliyatın bir yönüyle “Nasıl bir yönetim?” sorusuna yanıt aramaktadır.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, yönetim olgusunu “toplumsal beyin” olarak tanımlamaktadır. Ezilenler açısından günümüzde yönetim sorunu, toplumsal beynin parçalanmış olmasıdır. Söz konusu parçalanma, hiyerarşik düzenden günümüze dek sürmektedir. Buna karşı ezilenlerin gösterdiği direniş ise toplumsal beyinlerini korumak olmuştur. Çünkü ancak o şekilde varlığını anlamlı bir yaşam ile sürdürebilme imkanına sahip olabilmektedirler. Toplumsal beyin olmadan toplumun varlığını anlamlı bir yaşam ile sürdürebilmesi imkansızdır.

Günümüzde kapitalist modernite ve onun her türlü gerici, diktatöryal yönetimine karşı ezilenlerin direnişi sürmektedir. Anlamlı bir direniş olmakla birlikte, söz konusu direniş hala yönetim gerçekliğini inşa etmediğinden ezilenler başarıya ulaşamamaktadır. Tam da bu noktada Öcalan, özyönetimi ezilenlerin vazgeçilmez seçeneği olarak sunmuştur.

Özyönetim, toplumun yabancı olduğu bir olgu değildir. Toplumsallaşmanın başlangıcından beridir şu veya bu oranda yanılgıya düşülmektedir. Her ne kadar devletçi-iktidarcı sınıf tarafından tecavüz edilip bastırılmış olsa da toplumu bugüne dek taşıyan, toplumsal ilişkilerde ve yaşamda varlığını sürdüren özyönetim olmuştur.

Öcalan, “Doğada bir kural vardır: Her şey kendi kökeni üzerinden doğar,” der. Günümüzde de toplumsal yönetim, devlet dışı toplumun bağrındaki özyönetimin kökleri üzerinden yeşermektedir. Tıpkı insanlık tarihinin şafak vaktinde olduğu gibi, toplumsallığın gelişip yürüdüğü topraklarda toplumun özyönetim seçeneği, alternatifi geliştirilmektedir. Yönetim sorununu ancak bu seçenek çözebilir.

 

Yönetim Olgusunu Doğru Tanımlamak

Yönetim sorununun bir boyutu da onun doğru tanımlanmamasından kaynaklanmaktadır. Devletçi-iktidarcı siyaset felsefesi, bu konuda bilinçli bir çarpık tanımlamaya gitmiştir. Bu alandaki büyük kavram kargaşasının ve yanlış tanımlamanın kaynağı devletçi-iktidarcı siyaset felsefesidir. Aristoteles ve Platon’dan, Hobbes, Rousseau ve Hegel’e dek antik çağ ile kapitalist modernite dönemlerinin (bu çizgide olanlar) tüm siyaset felsefecileri, yönetim olgusunu devlet-iktidar ile özdeşleştirmişler; toplumu ise yöntemsiz, başıboş, mutlak anlamda bir devlet-iktidarı altına alınması gereken nesneleştirmiş yığın olarak ele almışlardır. Bu temelde en büyük toplumsal dağıtıcı güç olarak devletçi-iktidarcı yönetim, temel düzen sağlayıcı ve refah getirici olarak sunulmuştur. Yönetim denilince ilk akla gelen şeyin devlet-iktidar olması bu nedenledir. Bu alanda sağlanan ideolojik hegemonya ile bu çarpıklık sürdürülmektedir. Trajik olan ise ezilenler adına hareket edenlerin de bu çarpıklığı şu veya bu düzeyde esas almalarıdır.

Varoluşsal durumuna bağlı olarak doğru tanımı yapılmayan her olgunun sorunlaşması kaçınılmazdır. Tıpta olduğu gibi, yanlış tanı, doğru bir tedavi sonucunu doğurmaz. Kavramsal ve kuramsal olarak olguların doğru tanımlanması bu anlamıyla hayati derecede önemlidir. Öcalan’ın tüm çözümlemelerinin bu denli olguların kavramsal ve kuramsal tanımı üzerinde duruyor oluşu, işte bu hayati öneminden ileri gelmektedir. Tanımlamalar yön belirlemeden, yürünecek yolun seçiminden ve gerçekleşmeden bağımsız değildir. Her tanımlama bir yön belirliyor, yol seçiyor ve insanın, toplumun kendisini gerçekleştirmesini sağlıyor. Bu anlamıyla her tanımlama yaşama anlama yüklemedir, ona anlam vermektir. Anlam vermek ve yüklemek ise bilinebildiği kadarıyla hakikati ortaya koymak ve ona göre kendisini gerçekleştirmektir. Bu yönüyle her tanımlama, olumlu veya olumsuz bir gerçekleşmeyi beraberinde getirmektedir. Tüm paradigmasal ideolojik ve politik tanımlamalar gerçekleşmek için yapılmıştır, yapılmaktadır. Her paradigma, ideoloji ve politika, kaynaklandığı sınıfsal niteliğine göre olguların kavramsal ve kuramsal niteliği tanımını bu doğrultuda yapmıştır ve yapmaktadır. Bu noktada, devletçi-iktidarcı (yabancı) yönetim ile toplumsal yönetim (özyönetim) arasındaki ayrımı doğru yapmak gerekiyor.

Yönetim olgusu, varlığın varoluş durumunda mevcuttur. Varlık, rastgele ya da uzayda bir başıboşluk ile var olmamıştır. Varlığı dengede tutan virgül, sürekliliği sağlayan bir öze sahiptir. Öcalan bunu özyönetim olarak tanımlamaktadır.

 

Evrendeki Özyönetim

Özyönetim, salt insan ve toplumla sınırlı bir olgu değildir. İnsandakiyle aynı olmakla birlikte, evrende de özyönetim olgusu vardır.  Oluş, gerçekleşme, değişim-dönüşüm ve yaşam, evrenin özyönetimine göre olmuştur, olmaktadır. Büyük patlamadan sonra evrendeki kaosu gideren ve evrende düzenliliği sağlayan şey, evrendeki özyönetimdir. “İlk insan” evrene, yaşama anlam vermeye çalışırken ruh veya “tanrı”sallık olarak evreni yöneten gücü kutsamıştır. Günümüze gelindiğinde ise evrendeki özyönetim gücünün enerji olduğu artık bilinen bir gerçekliktir.

Evrendeki özyönetim olgusu enerji merkezlidir. Oluş, gerçekleşme, gelişim, değişim ve dönüşüm enerji merkezli gerçekleşmiştir, gerçekleşmektedir. Madde, enerjinin değişim-dönüşüm gücüyle farklı biçimler aldığı gibi, enerjinin oransallığıyla da denge sağlamaktadır. Bu anlamıyla enerji, her şeyin ‘anası’ olduğu gibi, her şeyi düzenleyendir de. Enerji kendisini gerçekleştirirken hem maddeye form vermekte, hem de maddeler arasındaki dengeyi sağladığı etkileşim ve iletişimle korumaktadır. Enerjinin “evrenin zekası” veya “maddeyi yöneten ruh” olarak tanımlanması bu özyönetim gerçekliğinden ileri gelmektedir. Enerji, etkileşim ve iletişim niteliğiyle maddeler arasında kurduğu bağlantılarla, evrendeki düzenliliği ve sürekliliği sağlamaktadır. Her cisimdeki farklı oranıyla adeta bir orkestranın şefi gibi koca evreni aynı ahenk içinde koordine etmektedir. Güneş sistemi, bu özyönetimin en harika göstergesidir. Güneş sistemindeki bilinen veya bilinmeyen milyonlarca yıldız evrenin özyönetimiyle gerçekleşmektedir.

Evren, kendi kendine yönetsin diye potansiyel olarak özyönetim yeteneğini insana da sunmuştur. Elbette insanda gerçekleşen özyönetim farklı olmaktadır. Bu fark, insanın evrendeki kültürel yaşamı sürdürebilen tek farklı canlı olma niteliğinden ileri gelmektedir.  İnsan kültürlenebilen bir varlık olduğu için özyönetimi de kendine özgü olarak ortaya çıkmıştır. Öcalan, insanda gerçekleşen özyönetim olgusunu “Yönetim de kültür gibi toplumda sürekliliği olan bir olgudur,” biçiminde tanımlamaktadır.

 

Özyönetimin Gerçekleştiği İlk Zemin: Doğal Toplum

Nitelik ve gerçekleşme özgünlüğü olmak birlikte yönetim olgusunun insanda gerçekleşmesi de onun özüyle ilgilidir. İnsan, kendi kendini yöneten bir varlıktır. Yönetim olgusu bu var oluşa kopmamacasına bağlıdır. Nitekim “ilk insan”, yaşama gözlerini açması ve adım atmasıyla birlikte varoluşundaki özyönetimle kendisini geliştirmiş ve toplumsallaştırmıştır. Yönetimin toplumsallıkla bağlantılı oluşu da bu nedenledir. İnsanlık kendi kararlarını kendi aldıkça, akıl, duygu ve diğer yeteneklerini varlığını koruma ve sürekliliğini sağlama temelinde gerçekleştirdikçe, yine maddi ve manevi kültür yönlerinden kendisini besledikçe toplumsallaşmıştır ve toplumsallaştıkça da özyönetimi etkinleştirmiştir.

Bu temelde ilk toplumsal yönetimin (özyönetim) gerçekleştiği zemin doğal toplumdur. Buna kadının öncülük etmesi de ayrıca önemlidir. Özyönetim, bir kadın yönetimi olarak ortaya çıkmıştır.

Doğal toplum incelendiğinde, yönetim olgusunu ortaya çıkaran temel yönelişin şu olduğu görülmektedir: Daha iyi, güzel ve doğru yaşamın yaşanması. Bu temelde topluluğun tüm üyeleri, gücü ve yeteneği oranında yönetime katılmıştır. Onun toplumsal özyönetim olarak vücut bulması da bu katılımcılığından ileri gelmektedir. Topluluğun her üyesi yaşam organize edilmeden, örgütlendirilmeden yaşamlarını idame ettirmelerinin imkansız olduğunun bilincindedirler ve bu nedenle de gönüllülüğe dayalı yönetime katılırlar. Topluluk içerisinde ana-kadın ve yaşlıların öne çıkması bilgi, birikim ve tecrübelerinden ötürüdür. Bu kesim de bu konumlarından hareketle kendilerini ayrıcalıklı görmez. Öne çıkmış olmaları, doğal otoriteye sahip oluşları, onlara daha fazla sorumluluk yüklemiştir. Bu bağlamda toplumsal yönetim komünal ve kolektif ilkelere göre olmuştur. Yönetimde esas olan toplumsal yararlılıktır. Herhangi bir yöneticinin yararı, çıkarı söz konusu değildir. Doğal toplumun ahlakiliği, yönetimi belli ölçülere bağlamıştır. Bu ölçülere göre her topluluk üyesi yönetime katılarak kendisini gerçekleştirmiştir. Ezen-ezilen, yöneten-yönetilen, sömüren-sömürülen ilişkisinin gelişmeyişi de bu nedenledir. Tarihin en uzun süresi bu yönetimle yaşanılmıştır. Toplumsal yönetimle taş taş üstüne konulmuş, toprak ekilmiş, hayvanlar evcilleştirilmiş, teknik, bilim geliştirilmiş ve demokratik uygarlık yaratılmıştır. Klanlar, kabileler, etnik ve dini toplumlar, aşiretler milyarlarca yıl bu yönetim ile varlıklarını sürdürmüş, zorlukları aşmış, toplumsal çelişkilerini çözmüştür; gereksinimlerin karşılanması ve sorunların birlikte çözümün yöntemini göstermiştir.

Yönetim olgusu tanımlanırken esas alınması gereken şey, evrende ve toplumda gerçekleşen bu yönetim tarzıdır. Ancak bu tanım ile güncellik ve evrensellik diyalektiğinde doğru bir yönetim anlayışı, pratiği ve toplumsal yönetim gereksinimine cevap olunabilir.

 

Devletçi-İktidarcı Yönetim ya da ‘Yabancı Yönetim’

Devletçi-iktidarcı siyaset felsefesinin yaratmış olduğu ideolojik hegemonyadan ötürü, yönetim sorununun kaynağı olan devletçi-iktidarcılık, bütünlüklü olarak ele alınmamaktadır. Bu nedenle yapısal olarak sorun olan egemen yönetim tarzı aşılamamakta ve yönetim sorunu da çözülememektedir. Dahası, bizzat yönetim sorununa kaynaklık eden devletçi-iktidarcı yönetimin farklı biçimleri çözüm olarak görülmekte, gösterilmektedir. Bu durum bir kısır döngü halinde sürüp gitmektedir. Söz konusu kısır döngüyü ise Yaşar Kemal’in “İnce Memed” romanındaki Abdi Ağa’ya benzetmek mümkündür. Sistem, ağalığı üreten bir nitelikte olduğu için bir ağa giderken yerine yeni bir ağa gelmektedir. İnce Memed, kısır döngüyü görmektedir, ama sorunu sistemsel olarak ele alamadığı için de çaresiz kalmaktadır. Sistem değiştirilmeden hep yeni ağaların türemesi gibi, yapısal olarak sorun olan yönetim tarzı aşılmadan da yönetimin bir dişlisi olmaktan kurtulunamamaktadır.

Yönetim sorunu kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Hiyerarşik düzenden başlayarak erkek ittifakının toplumsal yönetime müdahale etmesi ve iktidarcı (yabancı) yönetimin geliştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Peşi sıra rahip sınıfı ve diğer tüm tekelci uygarlık egemen sınıflar iktidarcı yönetimi etkinleştirdikçe yönetim sorunu katlanarak günümüze değin süregelmiştir.

Bu anlamıyla yönetim sorunu özünde devletçi-iktidarcı yönetimin kendisidir. Devletçi-iktidarcı yönetim, toplumun yönetimi değildir. Çünkü toplumun gereksinimlerini karşılamayı esas almaz, toplumun sorunlarını çözme arayışında değildir. Toplumsal gereksinimler ve sorunlar devletçi-iktidarcı yönetim tarafından hiçbir şekilde algılanamaz. Onun ilgi ve algı alanı, toplumsal yaşam değildir; orada toplum, söz ve karar sahibi de değildir. Toplumun susturulması, dilsizleştirilmesi, iradesizleştirilmesi esastır. Topluma sonsuz itaat dayatılırken, egemen sınıfın veya kesimin çıkarlarını koruma ve kollamaya odaklanır, toplum da bunun için köleleştirilir ve yönetim işlerinden uzaklaştırılır. Topluma sadece yönetilme hakkı tanınır. Bu yönüyle devletçi-iktidarcı yönetimde özgür, eşit ve demokratik yaşam anlayışı yoktur. Tersine bu olgular egemen sınıfa veya kesime güç, zenginlik ve ayrıcalık getirmediği için devletçi-iktidarcı yönetimce ortadan kaldırılır. Bu nedenle kimin elinde veya kimin adına olursa olsun devletçi-iktidarcı yönetim daima eşitsizlik, özgürlüksüzlük ve despotizm üretir. Bundandır ki tarihin en büyük lanetliliği olan köleliğe ve kulluğa yol açmıştır. Devletçi-iktidarcı yönetim, karakteri gereği insanın ve toplumun kendisini özgürce gerçekleştirmesini sağlayacak olan tüm zeminleri ve yetkileri kurutur; insanı, toplumu çoraklaştırır.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, devletçi-iktidarcı yönetimi “yabancı yönetim” olarak tanımlamaktadır. Çünkü o, öze ait değildir, evrene ve topluma yabancıdır; yabancılaşmış, soy değerlerine ihanet eden ve egemen sınıf düzeyine çıkan bir kesimin yönetim tarzıdır ve bu anlamıyla da egemenlikçidir. Ya egemen kılar ya da köle. Bunun için savaşır, savaştırır. Egemenlik için yok edemeyeceği hiçbir şey yoktur. Tarihin tüm doğa ve toplum katliamları, fiziki ve kültürel soykırımlarına yabancı yönetim zihniyeti ve pratiği yol açmıştır. Yaratıcı değil asalak bir yönetim tarzıdır. En iyi bildiği şeylerden biri sömürgeciliktir. Başkalarının sırtında yükselir, yaşar ve yaşatır. Daima güç biriktirir. Güce dayalı olarak ayakta durur. İdeolojik egemenlikle rıza üretse de esas dayanağı güçtür. Güç zehirlenmesini yaşadığı için mutlak güç oldukça daha fazlasını ister. Zorbadır! Ahlaki ve estetik değerlerden yoksundur. Her yönüyle bayağı ve kabadır. Hegemon olmak için her yol ve yöntemi mubah görür. Aldatır, yalan söyler ve hilelere başvurur. Toplumsallığa yönelmiş en büyük komplodur. Toplumsal meşruiyete değil, yasa, kanun, emir ve talimatlara dayanır. Temsili demokrasiyi asma yaprağı olarak kullanır. Anti ekolojiktir. Tüm doğayı fethetmeye odaklanmıştır. Havayı, suyu ve toprağı zehirler. Her şeye alınır-satılır gözüyle bakar ve her şeyi öyle değerlendirir. Parasallaştırmadığı hiçbir şey kalmamıştır. Toplum bir derenin, denizin kenarında ve ağacın altında oturulamaz hale getirilmiştir. En önemlisi de cinsiyetçidir. Özgür topluma karşı olduğu gibi, özgür kadına karşı da düşmanca duruş sergiler. Yönetimi erkek mesleği haline getirmiştir. Yürütülüş tarzına egemen erkek zihniyeti damgasını vurmaktadır. Özgür kadın ve topluma tahammül etmez. Elitisttir. Kendisini dev gibi görür. Gözünde toplum karınca gibidir ya da güdülmesi gereken bir sürü!

Yönetim sorununun çözümü için, vazgeçilmez kılınıp kutsallaştırılan bu devletçi-iktidarcı yönetimin aşılması gerekiyor. Onun yarattığı döngünün dışına çıkılmadan yönetim sorunu çözülemez. Tarihte toplum için toplumsal yönetimi inşa iddiasıyla yola çıkanların yaşadıkları başarısızlıkların temel nedeni, işte bu söz konusu döngüyü kıramamış olmalarından kaynaklıdır. Sorun, az direnmiş ve mücadele etmiş olmalarında değildir. Tutturulan yol devletçi-iktidarcı olduğu için başarısız olunmuştur. Tarihi direnişlerine rağmen, ilk fırsatta yabancı yönetim biçimlerinden birini inşa ettikleri için toplumdan koparak, yabancılaşmışlardır; karşısında mücadele ettikleri sınıfa benzemişlerdir. Dolayısıyla yönetim sorununu çözmek yerine sorunun bir parçası olmaktan kurtulamamışlardır. Bakunin’in, “En içten demokratı tahta oturtun, hemen inmezse kesinlikle hainleşecektir,” tespiti devletçi-iktidarcı yönetimin gereğidir. Ya da İsa Peygamber’in sözleriyle, “İblisle işbirliği yapılarak şeytanlar kovulamaz.” Çünkü yönetim sorununu doğuran yönetim tarzıyla yönetim sorunu çözülemez. Devletçilik-iktidarcılık öyle bir şeydir ki, “iktidar sahibi sizi ayaklarıyla eziyorsa, onun tabanlarından hastalığı kaparsınız.”

 

Ezilen Toplumların Vazgeçilmez Seçeneği Olarak Özyönetim

John Holloway, toplumu çepeçevre sarıp bağlayan devletçi-iktidarcı yönetimi örümcek ağına, toplumu ise ağa yakalanmış sineklere benzetmektedir. Bu durumdan çıkış için ise toplumun ağır kör düğümlerini çözmekten başka yolu yoktur. Her birey ve topluluk, bulunduğu yerde, ancak onları sıkı sıkıya saran örümcek ağının iplerini teker teker kopararak çıkış yolunu açabilme imkanına sahiptir. Özyönetimle, her türden devletçi-iktidarcı yönetimin bağı reddedilerek sinek olmaktan kurtulabilinir ve dolayısıyla da örümcek ağının dışına çıkılabilinir, özgürleşilebilinir.

Geçmişte özgürleşme adına yola çıkılıp da başarısız olunan deneyimler, kesinlikle devletçi- iktidarcı yönetimden kurtuluşun imkansız olduğunu kanıtlar nitelikte değildir. Tersine, özgürleşme adına devletçi- iktidarcı yönetimin ele geçirilmesi düşüncesi başarısızlığa uğramıştır. Bu durum özyönetimin gerekliliğini daha güçlü bir şekilde ortaya çıkartmıştır. Toplumun özgür yaşam için tasavvur edebileceği böylesi bir gerçekliğin tek mümkün yol olduğu daha açık bir şekilde kanıtlanmıştır.

Günümüzde toplumun karşı karşıya kaldığı sorunların temelinde özyönetimin inşa edilememiş olması vardır. Öcalan, “Özyönetimden yoksun kalmış bir toplum sömürge olmaktan kurtulamayacağı gibi, bunun doğal sonucu olarak onun asimilasyon ve soykırımla süreç içinde yok olması da kaçınılmazdır,” der. Özyönetim, dışarıdan birilerinin getirip topluma sunacağı bir olgu değildir. Özyönetim, özbilinçle geliştirilebilen bir olgudur. Bu yönüyle toplum özyönetime yabancı değildir. Temel toplumsal zihniyet, uygulama olarak toplumun yaşadığı ve yaşattığı bir olgudur. Bu anlamıyla özyönetim yoktan var edilen bir durum değildir. Önemli olan, devletçi-iktidarcı yönetimi geriletip, var olan özyönetim gerçekliğinin güncel ve evrensel gereksinimleri karşılayacak düzeye getirmektir. Özyönetim, klasik devrimci anlayışta olduğu gibi geleceğe ertelenemez. Özyönetim an’da inşa edilebilen ve gerçekleşen bir olgudur. Onun için gelecekte oluşturulacak özel şartlara gerek yoktur. Özyönetimin var olabilmesi için toplumsal yaşam, an ve mekan yeterlidir. Özyönetimin amacı dünyayı fethetmek olmadığından, dünyayı fethedecek maddi koşulların oluşmasını beklemez. Temel amacı eşit, özgür, demokratik ve ekolojik bir yaşamın yaratılmasıdır.

Bu bağlamda eşit, özgür, demokratik ve ekolojik yaşamın varlığı özyönetimin varoluş gerekçesidir. Kadınlardan gençlere, emekçilerden köylülere,  farklı etnik ve dini kültürel topluluklara dek herkesin farklılıklarını koruyarak yaratıcı ve aktif bir şekilde yaşama katılımını sağlar. Gerçek anlamda eşit, özgür, demokratik ve ekolojik yaşam, ancak kimsenin bir diğerinin özgür iradesi ve yeteneğiyle toplumsal yönetime katılımını engellemediği, bu hakkını gasp edemediği yerde yaşanabilir. Özyönetim bu anlamda her bireyin söz, karar ve pratik gücüyle kendisini gerçekleştirdiği ve yaşama kattığı gerçek bir özgür yönetim gücüdür. Özyönetimde birileri ekonomik, kültürel, sosyal, özsavunma vd. alanlardaki gereksinimlerin karşılanması hakkında toplum adına karar vermez, aldığı kararlara uyulması için toplumu zorlamaz. Yerelden genele doğru toplumun katılımıyla gereksinimler belirlenir ve karşılanır. Sorunların çözümü de toplumun katılımıyla gerçekleştirilir.

Özyönetimde herkesin her düzeyde kendisini geliştirme imkanı vardır. Herkes gücü ve yeteneği oranında her türlü toplumsal hizmet görevinde yer alabilir. Yöneticilik, hizmet içindir. Özyönetim yöneticiler sınıfına ve ayrıcalıklı, daima yönetici olan bir zümrenin oluşmasına izin vermez. Doğrudan demokrasiyle toplumsal katılımı sağladığı gibi, devletçi- iktidarcı yönetim hastalıklarının gelişmesini de engeller. Söz, karar ve yetki merciini elinde bulunduran olarak toplumun olduğu yerde, egemenliğin, sömürgeciliğin, baskının, savaşın, fiziki ve kültürel soykırımın, asimilasyonun, ekolojik yıkımın, cinsiyetçiliğin ve tahakkümün gelişmesine toplum izin vermez. Bu amaçlar peşinde olanları toplum yönetimden uzaklaştırır.

Bu noktada özgün olarak kadının özyönetimdeki yerine vurgu yapmak gerekiyor. Özyönetimle devletçi-iktidarcı yönetim dışı bir toplumsal yönetimin var olduğunun en önemli göstergelerinden biri, kadının tüm gücü ve yeteneğiyle toplumsal yönetime katılmasıdır. Kadının özgür iradesi, özgücü, örgütlülüğü, ahlaki ve estetik ölçüleriyle özyönetimde yer alması toplumsal yönetimin devlet-iktidar yönetimi dışında işlerlik kazanmasını ortaya çıkaracaktır.

Tüm bu nitelikleriyle özyönetimde ‘yapmak’ veya başka bir deyişle ‘pozitif inşacılık’ esastır. Özyönetim, komünal ve kolektif niteliğiyle toplumun daima yapabilme edimini, yaratma gücünü oluşturur ve bunu pratiğe döker. Her bireyin ve toplulukların yapma kapasitesini arttırır. Komünal ve kolektif katılımcılığıyla adeta unutulan yapma gücünün toplumsallıkta olduğunu gösterir. Toplumu en iyi, en güzel ve en doğru yaşamı inşa etme ve koruma amacı etrafında birleştirir. Birlikte kendilerini gerçekleştirmenin, inşa etmenin coşkusunu ve moralini yaşatır.

Ezilenlerin biricik ve vazgeçilmez seçeneği olarak özyönetimin, bu temelde zihniyet olarak varoluşu tek başına yetmemektedir. Özyönetimin yaşamsallaşması için bedenselleşmesi gerekmektedir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, özyönetimin bedenselleşmesini üç başlık altında formüle eder:

1) Radikal demokrasi,

2) Demokratik Özerklik,

3) Demokratik Konfederalizm  

Köyde, mahallede, ilçede, okulda, işyerinde… Yani yaşamın her alanında özyönetimler, radikal demokrasi ve demokratik konfederalizm temelinde alternatif bir sistem olarak inşa edildikçe yönetim sorunu da çözülecektir.

Zapatalar, “Dünyayı fethetmek zorunda değiliz. Bize onu baştan yaratmak yeter,” diyorlar. Ezilen toplumlar, yeniden yeni bir devletçi-iktidarcı yönetim biçimini üretmek zorunda değildir. Ezilen toplum için gerekli olan kendi kendisini yönettiği özyönetime dayalı sistemiyle eşit, özgür, demokratik ve ekolojik bir yaşamı yaratmak ve yaşatmaktır.

 

 

* Serebryakova, Galina. Ateşi Çalmak (I. Kitap). Çev: Nurşen Özkan. Evrensel Basım Yayın. İstanbul: 2000
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.