Düşünce ve Kuram Dergisi

Tecrit: Hukuksuz Bir Düşmanlık

Suat Bozkuş

“Mesele esir düşmekte değil,
Teslim olmamakta bütün mesele”
Nazım Hikmet

İnsan için birçok tanım yapılır. Konuşan hayvandır, düşünen hayvandır, politika yapan hayvandır vb. İşin özü ve özeti insan sosyal-toplumsal bir varlıktır. İnsanın varlığı ve hakları ancak bir toplumsallık içinde anlam kazanır. İnsanın yaşaması ve bazı temel haklara sahip olması ancak bir toplumsallık içinde gerçekleşebilir. Toplum dışında bir insan, toplumdan koparılmış ve soyutlanmış bir insan olamaz. Olursa insanlıktan çıkarılmış ya da çıkarılmak isteniyor demektir. Yaşama hakkı en temel insan hakkıdır. Çünkü bütün diğer hak ve özgürlükler ancak yaşama hakkı ve güvencesi temelinde anlam kazanabilir. Çünkü bu hak olmayınca var olduğu söylenen diğer bütün haklar havada kalır, anlamsızlaşır, değersizleşir. Yaşama hakkı ise sadece biyolojik olarak yaşamak değildir. İnsan toplumsal bir varlık olduğuna göre, yaşaması demek öncelikle toplumsal olarak yaşamaktır. Yani tüm toplumsal haklarıyla, dil-kültür-düşünce ve bilgiye ulaşma ve yayma haklarıyla birlikte olması şartıyla ona yaşama hakkı diyebiliriz. Bu nedenle tecrit ve zindan konusunu değerlendirirken bütün bu açılardan tartışmak zorunludur. Tarih boyunca egemenlere karşı bayrak açan aykırı insanlar, hep “sorun ve bela” olarak görülmüştür. Kendi iktidarlarını kaybetmekten korkan egemenler en küçük itirazı bile anında susturmak için her şeyi yapmışlardır. Deyim yerindeyse karıncayı balyozla ezmeyi çözüm olarak görmüşlerdir. Egemenlerin bu amaçla işledikleri cinayet ve katliamlar toplumsal hafızada unutulmaz izler bırakmıştır. Ne kadar gizlenirse gizlensin cinayetler ve katliamlar bir gün mutlaka ortaya çıkacağı için toplumda bir tepki ve öfke yaratmakta, toplumsal hafızaya kazınmaktadır. Bu nedenle egemenler ilk başta halkı sindirmek ve susturmak için ne kadar zulüm yaparsa yapsınlar bu yeterli olamaz. Bu nedenle en kaba zulüm ve baskı yöntemleri ile en ince tecrit yöntemleri birlikte uygulanmaktadır. Kişileri toplumdan tecrit etmenin en basit yolu zindanlar-hapishaneler olmuştur. Tarih boyunca bütün diktatörlüklerin, imparatorlukların hala unutulmayan zindanları, işkence haneleri olmuştur. Burada esas amaç insanların direniş iradesini kırmak, deyim yerindeyse boyun eğdirmek, ruhunu, kişiliğini teslim almaktır. Bir kişinin iradesini teslim almakla diğer insanlara da gözdağı verilmiş olmaktadır. Hele bu kişi önder bir kişilikse onun şahsında tüm toplum teslim alınmak istenmektedir. Doğal komünal toplumun tasfiyesi ve sınıflı toplumun ortaya çıkışından beri işkence ve zindan insanlığın hayatına girmiştir. Ama ortaçağ boyunca zirveye çıkmıştır. Her bölgede, her din ve inançta bin bir çeşit işkence ve zindan örnekleri yaşanmıştır. Ezilenlerin isyanlarını bastırmak için ilk başvurdukları yol işkence, zindan ve zulüm olmuştur. Burada işlenen katliamlar kadar, katliamın biçimi de önem kazanıyor. Kelle uçurma, asma, giyotin, kazığa oturtma, derisini yüzme, yakarak öldürme, recm-taşlayıp öldürme gibi birçok yöntem uygulanmıştır. Burada amaç bireyleri cezalandırmaktan çok toplumun geri kalanına gözdağı vermek olmuştur. Hele ölüm cezalarında “suçlu” ölünce dosya kapanmaktadır. Cezanın sanığı ıslah etme ihtimali yoktur. Ama yarattığı korkuyla toplumu, sindirebilir, korkutabilir. Örneğin orta çağdaki köylü isyanlarında isyanın liderleri yakalanıp pişirilmiş ve destekçilerine zorla yedirilmiştir. Yemeyenler de aynı yöntemle öldürülüp pişirilmiştir. Gene engizisyon işkenceleri ve yargılamaları ünlüdür. Bu dönemde sadece isyan edenler değil, yaptıkları bilimsel çalışmalarla kurulu kilise egemenliğinin temelini sarsan bilim insanları da ağır işkencelere, cezalara ve yakılarak ölüme mahkum edilmiştir. Bruno, Galile, … gibi bilim insanlarının durumu budur. Bilimin gelişmesinin kendi saltanatlarına son vereceğini anlayan ortaçağ gericiliği, bilim insanlarına karşı acımasız bir saldırıya başlamıştır. Zindan, tecrit olmazsa yakılarak öldürülme cezaları sıradanlaşmıştır. Gene kadınları ve tüm toplumu susturmak, teslim almak için düzenlenen cadı avı kampanyaları da hatırlanmalıdır. Yeni ve yakın çağda kapitalizmin gelişmesiyle insan hakları sözleşmeleri ve uluslararası birçok anlaşma yapılsa da, insan hakları ihlalleri hiç de azalmamıştır. Hatta nicelik ve nitelik olarak daha da artmıştır diyebiliriz. Kapitalizmin sömürgecilik ve yeni sömürgecilik dönemleri, akla hayale gelmedik paylaşım savaşları dönemini başlatmıştır. Bu savaşlara bağlı olarak işkence ve zindan çeşitleri de çok artmıştır. O kadar ki, bu konuda yazılan onlarca kitaba rağmen hala daha ortaya çıkmamış işkence ve tecrit yöntemleri vardır. Kapitalizm, 20. Yüzyılda iki büyük paylaşım savaşı çıkartarak onlarca milyon insanın ölümüne yol açmıştır. Şu dönemde ise resmen ilan edilmiş olmasa da Üçüncü Paylaşım Savaşı sürmektedir. Bugünkü devletlerin elindeki silahlara bakarsak, savaş devam ederse geçmişte görülmedik ölçüde bir yıkıma yol açılacağı görülmektedir. Bu şartlarda egemenler hem egemenliklerini sürdürebilmek hem de işledikleri suçları örtbas edebilmek için aşırı ölçüde bir karartma ve tecrit uygulamaktadır. Düşünün ki, SSCB Kızılordu’su Berlin’e girene kadar Almanların çoğu ne Yahudi soykırımından ne de Auswitch gibi toplama kamplarından haberdardı. Ya da haberdar olsa bile korkudan ya da ırkçı görüşlerinden dolayı devleti korumak için görmezden geliyorlardı. Bugün medyanın bu kadar geliştiği, internet aracılığıyla bütün dünya birbirine bağlandığı halde hala aşılamayan Çin Seddi gibi ama görünmez duvarlar vardır.

 

Türkiye’ye Gelirsek:

Açıkça görülmüştür ki HDP, 7 Haziran 2015’ten beri aldığı oyla, vekil ve belediye başkanı sayılarıyla ülkenin üçüncü büyük partisidir. Siyasi ağırlığı sayısal ağırlığından çok daha fazladır. Ama medyada hiç yer verilmez, hiçbir tartışmaya çağrılmaz. Oysa TV kanallarına bakarsanız, her gün her saat HDP’nin gıyabında herkes saatlerce atar tutar. İftiralar, hakaretler, tehditler havada uçuşur. Başkalarına sataşma gerekçesiyle hemen söz hakkı verilir ama HDP’lilerin bu hakkı da yoktur. Yeni bir seçim dönemine girilirken kamuoyunun HDP hakkındaki bilgisi gizli tanıklara, uyduruk raporlara dayanan savcılık iddianamelerinden, diğer partilerin yalan ve iftiralarından, TV’lerdeki mit programlarından ibarettir. Medya hep yaptığı gibi mit raporlarını, iddianameleri şişire şişire yayınlamakta ama sanıkların savunmalarından hiç söz etmemektedir. Örneğin bu günlerde hem HDP kapatma davası hem de Kobanê Davası sürmektedir. Bu davaların iddianameleri bir yana, Erdoğan-Bahçeli ve iktidarın tüm fedaileri yalan-yanlış her gün konuşmakta ve yazmaktadır. Ama HDP’lilerin savunmalarından, açıklamalarından hiç kimsenin haberi olmuyor. Çünkü özet olarak bile yayınlanmıyor. Yayınlanmasın diye duruşmalara avukatlar-medya alınmıyor. Buna rağmen yayınlayanların başına herşey gelebiliyor. Erdoğan diktasının sosyal medya üzerinde estirdiği baskı da biliniyor. Erdoğan’ı eleştiren bir tweet atan vatandaşın üzerine gidilip anında karakola götürülüyor. Milletvekillerinin basın açıklamaları bile-yasaklanamadığı için-polis çemberine alınıp boğuluyor. Bu açıklamaları yazan medya organı çıkmıyor.

Türkiye tarihinde yaşanan büyük katliamları ne kitaplar yazar ne de medya söyler. Örneğin Ermeni soykırımından uzun süre kimse söz etmemiştir. Açık olarak konuyu gündeme getiren Hrant Dink’e reva görülen suikastın daha kanı kurumamıştır. Komünist hareketin ilk öncüleri olan Mustafa Suphilerin boğazlanması ve Karadeniz’e atılması hala bir muammadır. Mustafa Suphi’nin eşi Maria’nın karanlık sonu yeni yeni aydınlanmaktadır. Yine katledilen Kürt liderlerin hiç birisinin mezarı yoktur. Katliamdan sonra cenazeleri kaybedilmiştir. Türkiye kamuoyunda Said-i Nursi olarak tanınan Melle Said-i Kürdi’nin ölümünden yıllar sonra mezarı kazılıp cenazesi kaçırılmıştır ve hala kayıptır.

Özyönetim direnişlerine karşı yapılan saldırılarda devlet güçlerinin ilk hedeflerinin şehitlikler olması ve mezarlıkların talan edilmesi, cenazelerin mezarlardan çıkarılıp kaçırılması hep aynı DAİŞ zihniyetidir. Kürdistan’da katledilen gerillaların cenazeleri ailelerine verilmeyip derelere, mağaralara atılmaktadır. Nevala Qesaban cenazelerle dolup taşmıştır. Devlet sorumluları “Kurda kuşa yem oldular” diyerek bununla övünmektedir. Son dönemde utanç verici biçimde torbayla, kargoyla teslim edilen cenazeler dönemi başlamıştır. Bu örneklerde olup biten gözü dönmüş ırkçı bir kin-nefret ve düşmanlıktan daha kötü ve daha öte bir şeydir. Bir yanıyla suç delillerini yok etme ama esas olarak toplumsal hafızayı tümden silme ve gerçekleri yok sayıp tarihi istediği gibi yazma çabasıdır. Tarihsel süreçte tecrit-izolasyon, boyun eğdirme, korkutma-sindirme ve teslim olmaya zorlamak amaçlı olmaktadır. Bu geçmişte böyleydi, bugün de böyledir:

Günümüze bakarsak Abdullah Öcalan üzerinde sürdürülen tecridin hiçbir yasal, hukuki dayanağı yoktur. Ne yürürlükteki TC yasalarında ne de uluslararası hukukta böyle bir “ceza” vardır. Buna ceza bile denemez, zaten demiyorlar, diyemiyorlar. Uzun süre koster bozuk, hava bozuk yalanlarına sarıldılar. Artık yalana, bahaneye de gerek görmüyorlar.

Türkiye cezaevlerinde eskiden beri müşahede, hücre cezası vb. uygulamalar olmuştur. Ama bunlar hep somut bir olayla ilgili olarak ve geçici sürelerle idare tarafından verilen cezalardır. Öcalan’a yönelik uygulamaya bakarsak en baştan beri bir hukuksuzluk ve zulüm zinciri görüyoruz. Uluslararası komplonun hiçbir hukuki dayanağı yoktur. ABD ve NATO eliyle kendi devlet çıkarları çerçevesinde yapılmış bir korsanlıktan öte anlamı yoktur. Öyle ki zamanın başbakanı Ecevit bile “Bu operasyonu niye yaptılar ve Öcalan’ı niye bize verdiler anlamış değilim” demiştir. O günden beri Türkiye’yi yöneten hiçbir kimse de anlamamış gibidir. Sadece halkı kandırmak ve kışkırtmak için kara propaganda amacıyla kullanmışlardır. O günden beri yapılan uygulamaların ne hukuki ne de yasal bir dayanağı vardır. Öcalan kaçırıldıktan sonra, bir aydan fazla bir askeri geminin bodrumunda tutulmuş ve orada sorgulanmıştır. Sorgulayanlar da hala bilinmiyor. Genelkurmay-MİT görevlileri dışında CİA-MOSSAD görevlilerinin olduğu da söyleniyor. Ama bunların hiç birisi açıklığa çıkmamış ve çıkmaması için de her şey yapılmıştır.TC hukuk sistemi Öcalan için tümden değiştirilmiştir. Tek kişilik mahkeme, tek kişilik cezaevi ve cezaevi içinde tek kişilik hücre uygulamasına kim, ne zaman ve ne kadar süre için karar vermiştir belli değildir.

Önceleri koster bozuk, hava bozuk vb. bahanelerle uzun süre görüşmeler engellenmiştir. Uyduruk ve tek kişilik bir mahkemeyle idam cezası verilmiştir. Ecevit-Bahçeli uzlaşmasıyla idam cezası kaldırılınca bu ceza ağırlaştırılmış müebbete çevrilmiştir.

Öcalan kaçırılana kadar TBMM üyelerinin bütün vatandaşlarla her yerde (Karakolda, göz altında ya da cezaevinde tutuklu-hükümlü olsun) görüşme hakkı vardı. Sırf Öcalan ile hiçbir vekil görüşmesin diye bu yasa da iptal edilmiştir. TBMM’ye açık bir saldırı sayılması gereken bu hukuk dışı değişikliğe hiçbir parti ya da vekil karşı çıkmamıştır. Böylece sessiz sedasız, tam bir “milli birlik, beraberlik ve tesanüd içinde” Öcalan’ı tümden tecrit etmenin kılıfları adım adım oluşturulmuştur. Diyalog sürecinde avukatlarıyla, HDP heyetleriyle ve devlet görevlileriyle düzenli olarak görüşen ve görüşmesi için her türlü kolaylık gösterilen Öcalan, Rojava Devriminden sonra daha çok baskı altına alınmıştır. Burada dayatılan teslimiyete boyun eğmediği için Dolmabahçe masası Erdoğan tarafından yıkılmış ve o günden sonra görüşmeler engellenmiştir. Artık ne aile ne de avukat görüşmeleri yapılabilmektedir. Bırakalım görüşmeyi nerede-nasıl yaşadığı bile bilinmiyor. Bu da her türlü olasılığa imkan veriyor.

 

Cezalandırılan Kim?

Görünüşe göre çeşitli bahanelerle Öcalan’ın temel hakları gasp edilmekte ve cezalandırılmaktadır. Şüphesiz ki bu durum Öcalan üzerinde hukuksuz bir zulüm, çok ağır bir eziyet ve işkence demektir. Bütün tutsaklar gazete-TV izleme, istediği kitapları alma, aile ve avukat görüşü gibi temel haklara sahip iken Öcalan için bunlar geçerli olmuyor. Öcalan sosyal bir varlık olmanın gerektirdiği bütün olanaklardan yoksun bırakılmaktadır. Sosyal varlık olma vasfının kaldırılması, varlık olmasının da engellenmesi içindir. Açık ki, böylece iradesinin kırmak ve teslim almak istiyorlar.Son dönemlerde birçok tutsağın da zulme uğraması, keyfi cezalarla infaz haklarının keyfi olarak yakılması sıklaşmış olsa da bunlar da hukuk dışıdır ve Öcalan için örnek teşkil etmez.Öcalan’ın habere, bilgiye, düşünceye ulaşma ve yayma hakkının gasp edilmesi onun açısından elbette kişilik haklarının ihlali ve çok ağır bir keyfi ceza yani işkence olmaktadır. Ancak bir de meselenin daha önemli bir boyutu daha vardır.

Öcalan kadar hatta ondan daha çok ve daha ağır cezalandırılan O’na inanan, onu sevip sayan on milyonlarca insan vardır. Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu halkları vardır. Dünyanın her köşesinde ideolojik-politik gerekçelerle Öcalan’a güvenen milyonlarca insan vardır. Düşünün ki, Öcalan’ı görmek bir yana ne düşündüğünü, çözüm için ne önerdiğini bilmek olanaksızdır. Bırakalım bunu Öcalan’ın yaşayıp yaşamadığını, ne şartlarda yaşadığını bilmek bile olanaksızdır. Erdoğan kendi ihtiyacı olursa bir görevli gönderip ya da gönderdiğini söyleyip Öcalan adına efsaneler uydurmaktadır. Bu durum da tecridin gerçek amacını ortaya koymaktadır. Öcalan gün yüzü görmezken, Erdoğan onun adına halkları ve insanlığı kandırma gayretkeşliği içindedir. Erdoğan kendisine güveniyorsa tecridi ve her türlü kısıtlamaları kaldırsın da, herkes Öcalan’ın ne söylediğini, ne düşündüğünü birinci ağızdan ve doğrudan öğrenip kararını versin. Ama Erdoğan’ın amacı tam tersine Öcalan’ı susturmak ve O’nun adına yapılan yalan yanlış yönlendirmelerle, Öcalan’ı manipüle ederek halkları ve dünyayı kandırmak, oyalamaktır. Bunu sadece seçim zamanı yapılan bir oy almak vb. hesaplara bağlamak yanlış olur.

Biraz geçmişi hatırlarsak Erdoğan’dan önce de, daha komplo başlamadan önce de Öcalan’ın halk önderi rolü ortaya çıktıkça bölgede ve dünyada etkili olan güçler değişik yol ve yöntemlerle Öcalan’ı etkileyip kendi yörüngelerine almaya çalışmışlardır. Alamayınca da tehditlere başlamışlar, suikast tarzı girişimlerde bulunmuşlardır.Özal’ın, son döneminde kendine göre bir reform politikası geliştirdiği ve bu amaçla Öcalan ile diyalog kurduğu biliniyor. Özal, bu amaçla HEP ile de diyalog kurmuş ve onları aktif olmaya çağırmıştır. SHP tüzüğünün Kürtçe’ye çevrilmesini isteyen vekillerin SHP’den atılması üzerine “Bu ne biçim sosyal demokrat parti. Bu düşüncesinden dolayı vekiller partiden atılır mı?” demiştir. Özal’ın temas isteğine, Öcalan 93 baharında birinci ateşkes ile cevap vermiştir. Ama bu sürece karşı olan güçler 93 konsepti denilen karanlık devri uygulamaya koymuşlardır. Bu devirde HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın, yazar Musa Anter başta olmak üzere on binlerce insan gizli-açık kontrgerilla çeteleri tarafından katledilmiştir. Milyonlarca insan köylerinden, kasabalarından kanlı katliamlarla boşaltılmıştır. Çatlı-Kırcı-Yeşil-Cem Ersever vb. meşhur JİTEM tetikçilerinin örgütlediği itirafçı çeteleri halklara kan kusturmuştur.

Özal’ın diyalog girişimini boşa çıkartmak için 92 yılında saldırıya geçen Ergenekon-JİTEM çeteleri 93 yılı boyunca ateşkesi bozmak için dört koldan saldırmıştır. Cumhurbaşkanı Özal ve onu desteklediği söylenen generallar, sivil bürokratlar, MİT mensupları kanlı biçimde tasfiye edilmişlerdir.

Yine bu dönem Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Turan Dursun gibi birçok aydının da katledildiğini biliyoruz. Hala failleri meçhul olan ve karanlıkta bırakılan bu dönem aydınlanmadıkça yakın tarih anlaşılamaz. Susurluk raporuyla sorunlar gündeme gelmişse de bir sonuca gitmesi engellenmiştir. Çünkü birinci dereceden sorumlu olan MİT ve Jandarma görevlileri ve siyasi sorumlu olan Demirel, Çiller, Güreş, Ağar hep sessiz kalmış, ve gelişmeleri engellemiştir. Mehmet Ağar’ın Güldal Mumcu’ya “Bu duvardan bir tuğla çekersek duvar yıkılır” demesi boşuna değildir. Duvar yıkılsaydı o dönemin bütün siyasi-askeri ve bürokratik sorumluları altında kalacaktı. Bu nedenle duvarın yıkılmasını elbirliğiyle engellediler ve her şeyi karanlıkta bırakmayı tercih ettiler. Şimdi hala hayatta ve ayakta kalanların Erdoğan-Bahçeli etrafında özel savaş çetesi olarak bütünleştiğini görüyoruz.Bütün bu konularda en çok bilgisi olan, defalarca sorunların aydınlanması ve çözülmesi için çağrı yapan Öcalan bu nedenle susturulmak isteniyor, elbirliğiyle tecrit ediliyor.Çiller devrindeki Çatlı’ların suikast macerası biliniyor. Bütün bunlardan sonra uluslararası komplo hazırlığına girişilmiştir. Öcalan Roma’da iken bu güçlere sert bir biçimde karşı çıkmış ve onların oyuncağı olmayacağını ilan etmiştir. Bunun üzerine bütün süper güçler Öcalan’ın kaçırılıp Türkiye’ye teslim edilmesinde anlaşmışlardır. Ecevit bile buna şaşırmış ve “Niye teslim ettiklerini anlamış değilim” demiştir.Öcalan ise, daha sonra defalarca uluslararası komployu NATO gladyosunun bir operasyonu olarak nitelemiş ve “Onların istediğini yapsaydım şimdi burada olmazdım” diyerek durumu açıklamıştır. AİHM’in Öcalan lehine verdiği yeniden yargılanma kararının uygulanması için Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi gerekli onayı vermemiş, böylece AİHM kararı da siyasi bir kararla geçersiz kılınmış ve havada kalmıştır.Gene CPT Öcalan’ın durumundan sorumlu olduğu halde pratiğe yansıyan bir karar vermemiş, kamuoyunu tatmin edecek bir açıklama yapmamıştır.

 

Düşman Hukuku mu, Sömürge Hukuku Mu?

Bütün bunlar komployu birlikte gerçekleştiren güçlerin bugün tecridi sürdürmekte de suç ortaklıklarını sürdürdüklerini gösteriyor. Öcalan’ın kaçırılması, göstermelik özel mahkemede mahkum edilmesi ve ardından ilk günden beri uygulanan bütün insani haklarını gasp eden ağır tecrit koşulları hukuken hiçbir geçerliliğe sahip değildir. Tamamen işkence ve eziyet kapsamına girer. Son dönemlerde, Kürtlere karşı uygulananın “düşman hukuku” olduğu söyleniyor. Savaş hukuk da, düşman hukuku da teoride vardır. Ama bu tartışmalıdır. Ortada hukuksuz bir düşmanlık, hiçbir kitaba sığmayan kitapsız bir düşmanlık vardır. Eğer illa ki bir kavram kullanılacaksa buna “sömürge hukuku” diyebiliriz. Eskiler bir yana son elli yılda yaşadıklarımız bize sömürge hukukunun acımasızca uygulandığını göstermiştir.

93 Konsepti uygulanmaya başladığında, Hakkari’de bir jandarma generali “Burada İstanbul kanunları sökmez. Bana yetki verilsin, burada ot bitmez” diyerek sömürge hukukunu pervasızca özetlemişti.İşgal ve sömürgecilik meşru mudur ki, onların koydukları kurallar meşru olsun? Bu durum açıkça zorba işgalciliğin koyduğu kurallar ve kendi koydukları kurallara bile uymayan hukuksuz zulüm ve işkencelerdir. Hiçbir meşruiyeti yoktur. Tamamen siyasi kararlardır. Dolayısı ile buna karşı sadece biçimsel hukukun kanalları-kuralları içinde mücadele edilemez. Elbette geçerli ulusal ve uluslararası hukuk çerçevesinde yapılanlar gereklidir ve zorunludur. Egemenlerin kendi koydukları kurallara bile uymadıkları gösterilip aydınlatılmalıdır. Tecridin hiçbir hukuki dayanağı olmadığı, tamamen siyasi bir karar olduğu, sömürge hukukunun kaba bir uygulaması olduğu uluslararası kamuoyuna gösterilmeli ve tecride karşı halklara dayanan uluslararası bir kampanya yükseltilmelidir. Ancak o zaman tecrit kırılabilir.

 

Niçin Öcalan?

Niçin Öcalan üzerinde bu kadar hukuk dışı ve ağır bir tecrit uygulanmaktadır?Biz “Öcalan’a özgürlük” dedikçe sömürgeci faşistler ve onların etkisinde olanlar ya da etki ajanları “Canım her şey bir kişi için mi? diyerek konuyu saptırıp manipüle etmeye kalkışıyorlar. Çok masumane ve makul bahanelerle Öcalan üzerindeki tecridin çok da önemli olmadığını, bu tecridin sürmesinden pek de rahatsız olmadıklarını belli ediyorlar. Bir kısmı hinliğinden, bir kısmı saflığından olsa da hala tecridin ağırlığını ve nedenini, yol açtığı ve açabileceği sonuçları anlamamış gibi konuşuyorlar. Komplo sürecinde doğrudan ya da dolaylı olarak yer alan ve bugün de tecridi sürdüren devlet, kurum ve kişilerin yelpazesini düşünürsek konu daha iyi anlaşılacaktır. Bu kadar geniş yelpaze Öcalan’a karşı niçin birleşmişse ondan daha geniş bir halklar ve ezilenler mozaiği de tecride karşı ve Öcalan’ın özgürlüğü için birleşmektedir,

 

Birinci Hedef Öcalan’ın Paradigmasıdır

Öcalan’ı tecrit edenlerin birinci hedefi Öcalan’ın gündeme getirdiği yeni paradigmasıdır. Kapitalist moderniteye karşı demokratik moderniteyi çözüm olarak getirmesi, “sosyalizm bitti, kapitalizme boyun eğmekten başka yolunuz yok, teslim olun” denilen bir dönemde, bütün baskılara rağmen “Sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır” diyerek oluşturduğu demokratik sosyalizme, demokratik özerkliğe ve demokratik cumhuriyete, kadın özgürlüğüne dayanan ekolojik devrim paradigması bugün geniş kesimleri etkilemektedir.Birinci körfez savaşı öncesi yani 1990 sonunda “Irak’tan başlayıp tüm Ortadoğu’yu Lübnanlaştırmak istiyorlar. Bizi de bu oyunların içine çekmeye çalışıyorlar. Biz bunun farkındayız ve bu oyunlara düşmeyiz. Ama kimse de düşmemelidir. Ortadoğu’da ne dar sınıfçılık, ne dar ilkel milliyetçilik, ne dincilik-mezhepçilik bize bir şey kazandırır. Tersine hepimize felaket getirir. Tutarlı bir yurtseverlik ve en geniş demokrasi, herkese demokrasi, bu çok önemli, ancak o zaman biraz nefes alabiliriz” diyen Öcalan emperyalizmin bölgeye yönelik BOP projelerinin önünde engel olarak görülüp tasfiye edilmek istendi. Bugün İmralı’da süren zulüm bunun devamıdır. Aynı dönemde ABD’nin BOP sorumlusu olarak atanan Erdoğan’ın hala ayakta tutulması da bunun içindir.Eskiden NATO, dünyanın bütün kötülüklerinin anası olarak şeytan imparatorluğu dedikleri SSCB’nin varlığını gösterir ve SSCB yıkılmadan barış olmayacağını vaaz ederdi. Sonuçta 1990 sonrası SSCB ve Doğu Avrupa’daki reel sosyalizme dayalı Varşova Paktı devletleri yıkıldı. Önce artık “Dünya tek kutuplu oldu, savaşlar bitti, devrimler çağı geçti” vb. yavelerle övündüler, sevindiler. Ama fazla bir süre geçmeden oluşan çok kutuplu dünya ile birlikte son yüzyılın en büyük paylaşım savaşları başladı. Halen süren bu dönemi artık herkes Üçüncü Dünya Savaşı olarak niteliyor. Eski ittifaklar çöküyor ve buna göre yeni ittifaklar oluşuyor. Ukrayna-Rusya savaşı açıkça nükleer bir çatışmanın sinyallerini veriyor.

 

 

İkinci hedef: Öcalan’ı Devre Dışı Bırakmak:

Öcalan daha Roma’da iken “Başı koparıp gövdeyi yiyebilir miyiz” diye hazırlanıyorlar. Bu dönemde Ortadoğu ve Kürdistan coğrafyasındaki savaş bitmemiş daha da kızışmıştır. İşte bu dönemde Öcalan Kürt sorununun çözümü ve Kürdistan halklarının özgürlüğü için gücünü ortaya koymuştur. Sorunun barışçıl-demokratik çözümüne karşı olan uluslararası güç odakları ve sömürgeci-ırkçı Türkiye egemenleri Öcalan üzerindeki tecridi arttırarak onu devre dışı bırakmak istiyorlar. Bu da ikinci gerekçeleri oluyor.Onlar Öcalan şahsında Kürdistan-Türkiye ve bölge halklarına tam bir teslimiyeti dayatıyorlar. Kürdistan ve ezilen tüm halkların, ilerici insanlığın tecridi kırmak için Öcalan etrafında kenetlenmesi bu nedenle çok önem kazanmaktadır.Çünkü bugüne kadar, Öcalan konuşunca akan kan durmuş siyaset konuşmuştur. Öcalan susturulunca da siyaset susmuş, silahlar konuşmuştur. Bugün yaşanılan ve yaşatılan da budur. Öcalan’ı her yöntemle siyaset dışı bırakmak isteyenler kanlı sömürge savaşını, işgal ve zulmü sürdürmek isteyenlerdir.Bu nedenle diyoruz ki, tecrit Öcalan üzerinde sürdürülen insanlık ve hukuk dışı bir uygulamadır. Ama en az onun kadar hatta ondan daha çok “Öcalan önderimizdir” diye imza atan, her gün meydanlarda “Öcalan’a özgürlük” diye bağıran ve Öcalan’ın düşüncelerine, görüşlerine ulaşma hakkı gasp edilen Kürdistan ve bölge halklarının, Öcalan’ı sahiplenen tüm dünya halklarının üzerinde ağır bir cezadır.

 

AÇILIN KAPILAR BAŞKAN’A GİDELİM!

Meşhur olaydır:

Yüzyıllar önce Hızır Paşa idama mahkum ettirdiği Pir Sultan’ı huzuruna getirtir ve ona: İçinde Şah ismi geçmeyen bir şiir yazarsan senin canını bağışlarım, der. Bunun üzerine o ünlü ozan ve boyun eğmeyen devrimci önder her kıtası şah ile başlayıp biten bir şiirle gümbür gümbür inler: Burada şah kelimesi basit bir yorumla Şah İsmail gibi algılanıyor. Hatta bu nedenle asimile edilmiş şiirlerde dost diye kamufle ediliyor. Oysa burada şah kelimesi bir simgedir. Halkın özlemlerini, zulme karşı boyun eğmezliğini, direniş azmini simgeliyor. Bize yüzyıllar öncesinden seslenen Pir Sultan ne kadar haklıdır: Alınmış abdestim hey dost aldırırlarsa Kılınmış namazım hey dost kıldırırlarsa Sizde şah diyeni hey dost öldürürlerse Ben de bu yayladan hey dost şaha giderim Bize her şey bir kişi için mi, APO için mi diyenler de iyi biliyor ki, APO kelimesi, bu üç sihirli harf on milyonlarca insan ve ezilen halklar için zulme karşı, teslimiyete karşı direniş demektir, onur demektir, özgürlük demektir, kurtuluş demektir, barış demektir. Bu nedenle onlarca genç fedai eylemlerle bedenini ateşe vermiştir.Bu nedenle sadece Kürdistan halkları değil, tüm ezilen halklar ve tüm halkların eşit, özgür kardeşçe yaşamasını savunan tüm insanlar hiç yorulmadan, zafere kadar haykırmaya devam edecektir:

 

Tecride hayır, Öcalan’a özgürlük!
Açılın kapılar Başkan’a gidelim!

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.