Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumun Adaleti mi Devletin Hukuku mu?

Naki Altınkol

* “Adalet, evrenin ruhudur.”

Ömer Hayyam

Adalet en kutsal toplumsal değeri ifade eder. Doğruluk, dürüstlük, tarafsızlık, hakkaniyet, vicdanlı yaklaşım ve doğru muamele biçiminde karşımıza çıkar. Bu çerçeve içinde adalet, bir bireyin, topluluğun ya da toplumun haklarıyla başka toplum, topluluk ya da bireylerin hakları arasında bir uyumu, dengeyi ve eşitliği işaret eder. Bireyin ve toplumun gerek doğa ile gerekse de baskı sistemlerine karşı geliştirdiği mücadele sonucu yarattığı değerlerin, ilkelerin, ideallerin, erdemlerin toplum zihninde ve yaşamında cisimleşmesi, somutlaşması ve pratikleşmesi demektir. Hukuki açıdan ise, tüm bu insani erdemlerin ve değerlerin sağlanmasını güvence altına alan anayasal ve yasal sistem adaletli olarak tanımlanabilir.

*“Adalet erdemlerin kraliçesidir.”

Latin Atasözü

 

Adalet kavramı, hem bireysel ve hem de toplumsal bir düzlemde ele alınabilir. Buna göre; birinci anlamda, bireylerin bir özelliği olarak adil olma veya adil davranmayı anlatır. Bu bağlamda adalet, insanların vicdanlarında yer etmiş bulunan ve ondan kaynaklanan insani bir değer ve erdemdir.

*“Adalet yasama organı üyeleri tarafından ve kanunlarla kurulamaz. Adalet insanın ruhnun içerisindedir.”

Walt Whitman

Kavramın bu içeriğine bakarak devletçi uygarlık tarihini değerlendirdiğimizde toplumların, özellikle ezilen, sömürülen emekçi kesimlerin, devletleşmeyi reddeden halkların ve yine kadının bu erdemden yararlandığını söyleyemeyiz. Hiyerarşik ve erkek egemenlikli devletçi uygarlığın boy vermesi ve topluma hâkim olmasıyla, adalet kavramı artık insani ve toplumsal bir erdem olmaktan çıkıp, güce göre şekillenen, ölçülerini egemenlerin belirlediği bir olguya dönüştürülmüştür. Devletçi uygarlığın başlangıcından günümüze kadar adaletin terazisini tutanlar her zaman egemenler olmuş, kararlar da her zaman tek yanlı ve egemenlerin çıkar hesaplarına göre verilmiştir.

*”Yazılı yasalar örümcek ağları gibidir; zayıfları yakalar, güçlüler deler geçer.”

Jonathan Swift

 

Adalet ilkesini Demokratik-Komünal Toplumun, dolayısıyla Doğal Toplumun temel özelliklerinden biri olarak ele alan ve Demokratik-Ekolojik ve Cinsiyet Özgürlükçü Toplumun da dayanması gereken temel özelliklerden biri olarak ortaya koyan Sayın Abdullah Öcalan;

“Klan, kabile ve aşiretlerden oluşan, dil, kültür benzerliği gösteren gruplar hiyerarşik ve devlet örtüsündeki savaşçı-iktidar oligarşisine karşı özgür yaşam düzenleridir. Yenilmemiş, direnişçi halk tarzını ifade etmektedirler. Çöl, dağ ve ormanlarda saldırılara karşı direniş halindeki her tür etnisite, oligarşiye dayanmayan dinsel, felsefi gruplar esas olarak bu toplumsal yaşam tarzını temsil ederler. Etnisitenin fiziki yanı ağır basan duygusal zekâlı direnişçi yaşamıyla, dinsel ve felsefi grupların analitik zekâ ağırlıklı direnişçi yaşamları, toplumsal özgürlük ve eşitlik mücadelesinin esas gücüdür. Tarihin özgürlüksel akışı, bu direnişçi yaşam tarzının sonucudur. Toplumda yaratıcı düşünce, onur, adalet, hümanizm, ahlakilik, güzellik, sevgi gibi önemli kavram ve olgular daha çok bu yaşam tarzıyla bağlantılıdır.”[1] demektedir.

Doğal toplumda toplumsal ilişkileri belirleyen adalet ilkesiyken ve buna toplumsal ahlakla işlerlik kazandırılırken; hiyerarşik-devletçi toplum gerçeğinde belirleyici olan adalet değil, güç ilişkileridir ve bu da kendini hukuk üzerinden gerçekleştirir. Bu adalet konusunda ulaşacağımız en temel bilgilerden biridir. Bu anlamıyla ele alındığında “hukuk” son kertede adaletin değil, adaletsizliğin ispatıdır. Öyle ki “En demokratik” diye tabir edilen hukuk düzenlemeleri bile, sonuçta, güç ilişkilerinin varlığına işaret eder.

*“Yasalar fakiri ezer ve zenginler ise yasaları yönetir.”

Oliver Goldsmith

 

Bu anlamıyla adalet olgusunu, güç ve iktidar endeksli ataerkil toplumun devletçi zihniyetiyle ele alamayız. Yine tarihsel ve toplumsal değer yargılarından kopuk değerlendiremeyiz. Tanımı doğru yapmak ve kavramı yerli yerine oturtmak için öncelikle tarihe bakıştaki yanılgıları aşmak gerekir. Devletçi uygarlık sonrası sorunların çözümünde adalet değil güç ilkesi geçerli olmuş, askeri ve siyasi yöntemler hâkim hale gelmiştir. Sorunlar toplumsal ahlakta olduğu gibi haklı olana değil, güçlü olana göre çözüme götürülmüştür. Hakkı belirleyen, askeri gücü elinde tutan egemenler olmuştur. Açıktır ki silahı tutana göre belirlenen adalet, adalet olmayacaktır.

*“Silahlı adalet, en kötü adaletsizliğe bedeldir.”

Alain

 

Kadın etrafında şekillenen doğal toplum; güç ve iktidar ilişkisinin olmadığı, sorunların askeri zor ve şiddet ile elit bir kesimin çıkarına göre değil, topluluğun komünal değer yargılarını koruma temelinde, özgür ve eşitlikçi bir yaklaşımla ele alındığı bir düzendir. Bu açıdan, komünal değerlere dayalı Doğal Toplum, bugüne kadar yaşanan en adil düzendir. Adaleti, kadın etrafında şekillenen ve insanlığın en büyük gelişmesi olarak da bilinen Neolitik Toplumun komünal değerleri içerisinde tanımlamak en doğrusudur.

*”Ahlakın olmadığı yerde kanun bir şey yapamaz.”

Napoleon

 

Sayın Öcalan, savunmalarında oldukça önemli bir yer verdiği adalet olgusunu, insanın temel hakikati olan toplumsallıkla bağı içinde ele almaktadır. AİHM için geliştirdiği savunmalarında, Avrupa hukukunun temsil ettiği modern hukukun adaleti toplumsal gerçeklikten koparan, içini boşaltan ve adalet olmaktan çıkaran gerçeğini kapsamlı bir eleştiriye tabi tutmaktadır. Bu eleştiri düzeyini sistem çözümlemesine dönüştürerek köklü bir çözüm alternatifine ulaşmaktadır. Adalet ilkesini Özgürlük ve Eşitlik ilkeleriyle birlikte Demokratik-Ekolojik, Cins Özgürlükçü Toplum paradigmasının temel özelliklerinden biri olarak vurgulamakta ve geliştirdiği toplumbilim anlayışının da temel kavramlarından biri olarak ortaya koymaktadır.

“Kadın doğasında adalet, özgürlük ve eşitlik çok derinliğine yaşanan olgulardır. Daha doğrusu, kadın toplumsallığının özü adalete, özgürlüğe ve eşitliğe dayalıdır. Yine son derece barışçıldır. Anlamlı yaşamın ancak bu temel kavramlarla gelişebileceğinin tamamen farkındadır. Güzellik kavramında da duyarlı ve üstündür. Seçimlerinde savaşı, baskıyı, eşitsizliği dayatması yine doğasına, toplumsallaştırma tarzına terstir. Bütün bu hususların anlaşılabilmesi kadının özgür hareket imkânlarına bağlıdır. Ne kadar özgür hareket ederse, o denli güzel, adil, eşit tercihler geliştirebilecektir. Dolayısıyla toplumda güzellik, adalet, eşitlik kavramlarının yaşamsallaştırılması sıkı sıkıya kadının özgürleştirilmesinden geçmektedir.”[2]

Devletçi uygarlık sistemi toplumun adalet ilkesine müdahale temelinde ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Adaleti sağlama işi toplumun elinden alınıp devlete bağlanmıştır. Devlet adaleti sağlama işini toplumun elinden almakla toplumun kendini savunma ve düzenleme yetkisini gasp etmekle kalmamış bununla toplum üzerindeki kontrol ve tahakkümünü pekiştirmiştir. Toplum karşısında suçlu ve yargılamalık konumda olan devlet, toplumu sürekli yargılayan konumuna yükselmiştir. Oysaki toplumun kendi sorunları üzerinde yoğunlaşarak sorunlarını çözmesi, kendini anlamlandırma, düzenleme ve savunma iradesini gösterebilmesi için, adaleti sağlama işinin toplum tarafından yerine getirilmesi gerekir. Adaleti sağlama işini devlete, devlet içinde de dar bir hâkimler ve yargıçlar elitine bırakmak, toplumun ahlaki politik doğasına terstir. Ahlaki-politik toplum anlayışına göre, toplum tüm işlerinde karar ve uygulama gücüdür. Adaleti sağlama ve koruma işi toplumun en hayati işlerinden biridir. Toplum olarak varlığını ve sağlıklı gelişimini koruyabilmesi için adaleti sağlama ve koruma işinin bizzat toplum tarafından gerçekleştirilmesi gerekir.

*“Yargıçları kim yargılayacak?”

Latin Atasözü

 

Hukuk denince…

Birçok kavramda olduğu gibi, hukuk konusunda da herkesin üzerinde uzlaştığı tek bir tanım yoktur, olması da mümkün değildir. Çünkü devletin, uluslararası güç odaklarının, toplumsal kesimlerin ve yine sınıfların her birinin kendi amaçlarına ve ideallerine özgü bir hukuk tanımı vardır. Hukuk deyimi Arapçadır, hak deyiminin çoğuludur. Adaletin gerektirdiği kuralları dile getirir. Ad olarak insan davranışlarını düzenlemek için devletçe konulan kurallar dizgesini dile getirir ve devletçe konulan yasaların tümü anlamındadır. Hukuk salt bir kavram olarak ele alındığında, çok genel bir tanımla, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen yasalar olarak bilinir. Toplumun kendi içindeki ve devletle bireyler arasındaki ilişki kurallarını belirleyen, yasalar ve anayasalarla izah edilen ve yaptırım gücüne kavuşturulan normların bütününü oluşturmaktadır. Ancak bu tanım yalnız başına hem yetersiz hem de eksik bir tanımdır. Hukukun yalnız başına fazla anlam ifade etmediğini vurgulamakta fayda vardır. Hukuk, özü itibariyle gücü işaret eder. Toplumdaki yönetim erki ve değişik güç odaklarının ellerinde bulundurdukları ve edindikleri güç sayesinde kendilerini korumak ve güvenliklerini sağlama almak için oluşturdukları yazılı-sözlü kurallardır.

*“Doğruluk güçlünün işine gelendir.”

Eflatun

 

Yazılı veya sözlü olan bu kuralların toplumda uygulanması güçle sağlanmaktadır. İster toplumsal örgütlenmeler, ister değişik sınıflar ve tabakalar, isterse farklı amaçlar için örgütlenmiş kurumlar olsun, her yapılanma ve organizasyon kendisinin belirlediği kurallarla tanınır. Bu oluşumlarda yer alan bireyler, gruplar ve topluluklar bu kurallara göre yaşamlarını düzenlerler. Farklı amaçlar için kurulmuş her türden oluşum –bu bir devlet ya da bir örgüt olabilirbünyesinde yer alan insanların yaşamlarını belirlediği kurallar bütünü içerisinde sürdürmesini ve devam ettirmesini sağlayan kesinleşmiş hükümler getirir. Bunlar bu oluşumlarda yer alan herkes için bağlayıcı kurallardır. Bu hükümler bütününe hukuk denilmektedir. Yani hukuk, uzun vadeli kural ve kurumlara bağlanmış siyaset demektir. Bir siyasal sistemin toplumsal amaçları ve hedefleri neyi gerektiriyorsa, hukuk da bu amaç ve hedeflere göre düzenlenir.

*“Bilinmelidir ki devletin kendisi çözüm olarak mevcut kötülükten daha kötüdür.”

Henry David Thoreau

 

Hukukun siyasetten farklı yanı, yaşama ölçü koyması ve amaçları doğrultusunda sınırlandırmayı getirmesidir. Hukuk uzun vadeli düşünülmüş ve standart hale getirilmiş siyasi ölçülerdir. Hukuku siyasetten ayrı düşünemeyiz. Tersine, siyasetin hedeflediği amaçlara uyum sağlamak amacıyla bireylerin devletle olan ilişkilerini hukukla bağlayıcı ve zorunlu hale getirmeyi amaçlamaktadır. İsteyerek ve gönüllü tabi olmadıkları devlet veya iktidar organlarının kendi siyasal ve ideolojik amaçlarına hukuk yoluyla güç kullanarak bireyi ya da toplumsal kesimleri tabi kılmayı hedeflemektedir. Hukuk kuralları belirlendikten sonra, bireyin çıkarlarını yansıtsın veya yansıtmasın, ona uyum zorunluluğu doğmaktadır. Uyum sağlanmadığı takdirde zor aygıtları (yargı organları-polis-ordu-zindanlar ve değişik yaptırımlar) devreye girmektedir.

*“Adaletin hâkim olduğu yerde silahın yeri yoktur.”

Amyot

 

Hukuk, devletçi uygarlığın doğuşundan itibaren toplumsal yaşamı yönlendiren ve düzenleyen kurallar olarak toplumsal ahlakın yerine ikame edilmiş ve esas olarak da devletin toplum üzerindeki baskısını ve sömürüsünü güvenceye alma ve meşrulaştırma aracı olarak rol oynamıştır. Hukuk yaptırım gücünü zora dayalı olmasından alır. Bu da onu zorun, egemenliğin tarihiyle zamandaş kılar. Egemenlikli tarihle başladığından onun toplum yaşamına getirileri son derece azdır. Daha çok devletin meşruiyetini sağlayan bir roldedir. Bu nedenle de hiç gözden kaçırılmaması gereken durum, hukuk ile devletin etle tırnak gibi iç içe geçtiğidir. Yani biri olmadan diğeri olamaz. Dolayısıyla birinin niteliği diğerinin de niteliğini belirler. 

*”Bir devletin yıkılışıyla birlikte yasaları da çoğalır.”

Tacitus

 

Klan ve kabile formunun hâkim olduğu Doğal Toplum sürecinde hukuktan bahsedilemez. Bu süreçte ahlak dediğimiz ve doğal yasa olarak tanımlayabileceğimiz kurallara kendiliğinden uyulmaktadır. Ahlakla hukuk arasındaki fark, birisinin güçle yürütülmesi ve önceden bilinen bir müeyyideye tabi tutulması, diğerinin ise toplumsal yapıda yer alan her bireyin gönüllü kabulüne dayanmasıdır.

*“Adalet bütün ahlaki görevlerin toplamıdır.”

William Godwin

 

Yazılı hukukun Sümerlerdeki Urnamu, Babil’deki Hammurabi ve Levhalarından sonraki gelişimi Roma toplumunun M.Ö. 750’lerde kent devletine dönüşmesiyle başlamaktadır. Roma’da hukuk baştan itibaren kral iradesinden ziyade, toplum temsilcisi olarak seçilen konsüller tarafından oluşturulmaktadır. Kralın iradesi de hukuk doğurmaktadır ama baştan itibaren bir gereklilik olarak Roma yurttaşlarının kendiişlerini bizzat temsilcileri vasıtasıyla belirli ve müeyyidesi olan kurallarla yönetmeleri esastır. Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen dönemine (M.S. 565) kadarki sürece damgasını vuran Roma hukukudur ve birçok evreden geçip günümüz hukukuna temel olmuştur. Ortaçağ’da hukuk Doğu toplumlarında ilahi kaynaklı konumunu sürdürürken, Batı toplumlarında kapitalistik unsurlar iradelerini krallık otoritelerine dayatmada ve kabul ettirmede yeni başlangıçlar gerçekleştirmişlerdir. 13. yüzyılda Magna Charta ile başlayan yeni hukuk metinleri bu yeni gelişen kesimlerin iradesini yansıtmasının örneklerini oluşturmuştur. Kapitalist modernitenin kurumsallaşması ve hâkim hale gelmesi devleti toplumsal yaşama daha müdahil kılarken, toplumsal ilişkileri de son derece karmaşık bir hale getirmiştir. Ulus devlet modeli gereği eski toplumsal yapılar çözülüp, eritilmiş; buna paralel olarak toplumsal yaşam yeni baştan dizayn edilmeye çalışılmıştır. Aşiret, kabile, tarikat gibi doğal toplumsal formlar yanında beylik, prenslik, eyalet, ümmet gibi devletçi siyasal ve toplumsal yapılanmalar ortadan kaldırılmıştır. Tek ulus, tek din, tek dil, tek bayrak, tek devlet esasına dayalı tekçi, farklılıkları dışlayan, merkeziyetçi ve bürokratik ulus devlet yapılanmaları kendilerinden önce toplumsal yaşamı düzenleyen ahlaki ve hukuki normları da ortadan kaldırmışlardır. Sayın Öcalan’ın “Olgunlaşmış kölelik süreci” olarak tanımladığı feodal uygarlık sürecinin monarşik hukuku da, varlığını sürdürmeyi başaran demokratik uygarlık güçlerinin ahlaka dayalı doğal yasaları da büyük bir baskı altına alınmıştır.

*”Dünyanın en tehlikeli yaratığı sadece hukuk bilen hukukçudur”

Anonim

 

Ancak tarih içinde toplumun adalet arayışı da, hukukun gelişimi de düz bir çizgide ve devlete endeksli bir seyir izlememiştir. Toplumsal doğa bir yandan kendi adalet anlayışı ekseninde iç ilişkilerini düzenlerken devletle ilişkilerinde uymaya mecbur tutulduğu hukuk kurallarının adalet ve eşitlik ilkelerine göre biçimlenmesi için mücadele içinde olmuştur. Hukukun adil işleyebilmesi ve toplumsal ahlakla uyumlu olması temelinde büyük mücadeleler verilmiştir. Her ne kadar devletler hukuklarını kutsal metinler biçiminde sunsa ve ilahi bir güce dayandırsa da toplumsal güçler hukuki kuralların ve belgelerin değişebileceğini uzun ve zorlu mücadeleler pahasına kabul ettirmişlerdir. Nitekim merkezi uygarlık tarihi boyunca egemenlikçi sisteme karşı yürütülen mücadeleler sonucunda devletler, hukuklarında önemli değişimler yapmak zorunda kalmışlardır.

*”Suçluları yaratan yasalarımız, onları cezalandıran yasalarımızın yanında ne kadar çok…”

Tucker

 

Günümüzde devlet dışı toplumsallığın devlete karşı yürüttüğü mücadelenin devletçi sistemi getirdiği nokta, güçler ayrılığına dayanan parlamenter sistemdir. Halk devrimleri olarak adlandırdığımız İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinden sonra devletler egemenliklerinin kaynağını tanrıya değil, topluma dayandırmak ve kısmen de olsa buna uygun davranmak zorunda kalmışlardır. ‘Tanrı kral’ veya ‘Tanrının yeryüzündeki temsilcisi kral’ anlayışı yerini halkın, devlet yöneticilerini seçtiği cumhuriyet yönetimlerine bırakmış; devletin gücü yasama, yürütme ve yargı biçiminde üç erke dağıtılmıştır. Böylelikle kendisi hukuk kaynağı olan monarşik sistemlere son verilerek, egemenliğin hukukla sınırlandırıldığı devletçi sistemlere geçilmiştir. Tamamen halkların, toplumun yürüttüğü mücadelenin bir sonucu olan hukuki gelişim süreci, gelinen aşamada “Üç Kuşak İnsan Hakları” çerçevesinde evrensel bir düzey kazanmış durumdadır. Bu temelde hukuk literatüründe “Birinci kuşak insan hakları” diye yer edinen kişi hak ve özgürlüklerinden, reel sosyalist sistem tarafından gündemleştirilen ve literatüre “İkinci kuşak insan hakları” diye geçen ekonomik, sosyal ve kültürel haklara; oradan da daha çok küresel bir bakışla edinilen ve literatüre “Üçüncü kuşak insan hakları” diye geçen dayanışma haklarına kadar gelinmiştir. Bu durum, kuşkusuz toplum lehine bir sonuçtur ve devletleri önemli ölçüde sınırlamaktadır. Ancak devletlere kendilerini bununla maskeleyerek, ömürlerini uzatması avantajını da sunmaktadır. Bu nedenle de, toplumların kendilerini sadece devletle olan ilişkileri düzenleyen hukuk kurallarıyla sınırlamayıp, devlet dışı ve özünde ahlaka dayanan öz örgütlenmelerini geliştirmeleri; özgürlük, eşitlik ve gerçek adalet için olmazsa olmazdır.

“Uygarlık sürecine baktığımızda konu açısından yapılacak ilk tespit, ahlakın aleyhine sürekli devlet normlarının geçerli kılınmaya çalışıldığıdır. Sümer toplumunda, ilk Hammurabi stelinde (yazılı kaya dikitleri) hukuk kurallarının düzenlenmesi bu durumu gayet iyi açıklar. Belki ahlakın yetmediğinden, hukukun gerekli hale geldiğinden bahsedilecektir; ama böylesi bir yaklaşım yanlıştır. Sorun ahlakın yetmezliği değil, ahlaki toplumun aşındırılmasıdır. Ahlakın nasıl aşındırıldığını çokça belirledik. Toplum üzerine katmerli sermaye ve iktidar tekelleri kurulmaya başlanmıştır. Avrupa uygarlığında, diğer bir deyişle modernizmde toplum adeta hukukun istilasına uğrayacaktır. Bir nevi hukuk sömürgeciliği söz konusudur. Ahlakın alanı en ücra köşelere sıkıştırılırken, tüm başköşelere hukuk konuk edilecektir.”[3]

Tarih içinde toplumsal yaşam hukukla değil ahlakla yürütülmüştür. Toplum olmayı sağlayan asıl olgu hukuk değil, ahlaktır. Ahlak, politika ile birlikte toplumsal doğayı oluşturan temel ikiliyi oluşturmaktadır. O nedenle de toplumun olduğu yerde, ister bir sistem olarak yaşayacak kadar güçlü olsun, ister kapitalist modernite koşullarında olduğu gibi en asgari sınıra çekilmiş olsun ahlak ve politika vardır. Zira ahlak ve politika toplumun özüdür. Ahlaksız ve politikasız bir toplumsal var oluş düşünülemez. Merkezi uygarlık sistemi, toplumsal doğadan bir sapma ve kopuş olduğundan; bu dönem toplumları, doğal toplumun aksine hem ahlakla hem de hukukla yaşamak zorunda kalmışlardır. Toplum kendi içinde işlerini ahlakla yürütür, yaşamını ahlakla düzenlerken, devletle olan ilişkilerini de hukukla düzenlemektedir.

*“Adaletin olmadığı yerde ahlak da yoktur.”

Montaigne

 

Bu çerçevede devlet+demokrasi formülü gereği, hukuk tamamen ortadan kaldırılmadığına göre toplumsal adaletin sağlanması, hukukun devlet lehine işleyişinin daraltılarak demokratikleştirilmesine bağlıdır. Bu da öncelikle anayasa ve yasaların çoğulcu ve katılımcı bir yöntemle yine demokratik ve özgürlükçü bir içerikte yapılması demektir. Kapitalist modernitede devlet en büyük tekel konumundadır. Anayasa ve yasalar tarafından korunan kapitalist unsurlar, toplumlar üzerinde tam bir sömürü sistemi oluşturmuşlardır. Bu yüzden toplumlar tam bir adaletsizliğe mahkûm edilmişlerdir. Toplumsallık karşıtı uygulama ve politikalar toplumun bütün gözeneklerini tıkamıştır. Bu anlamda demokratik bir hukuk sistemi toplumun tüm alanlarının ve ilişkilerinin adil bir biçimde düzenlenmesini esas almak bunun için de bizzat toplumun katılımına dayanmak durumundadır.

*“Zayıf, daima adalet ve eşitlik ister, hâlbuki bunlar kuvvetlinin umurunda bile değildir.”

Aristoteles

 

Yargı mekanizması dediğimiz mahkemeler hukuku devletin çıkarları temelinde uygulamakla görevlendirilmiş kurumlardır. “Hukukun üstünlüğü” ya da “Hukuk devleti” gibi kavramlar ise aldatmacadan ibaret olup, iktidar ve sermaye sahibi güçlerin amaçları ve çıkarları temelinde düzenlenmiş siyasal sistemlere hem meşruiyet sağlayan hem de onu perdeleyen kavramlardır. Devletin işlerlik kazandırdığı hukuk, devleti toplumdan önde tutan bir anlayışın ürünüdür. “Hukuk devleti” kavramı, devletin varlığını topluma dayattığı kurallar çerçevesinde yürüttüğünü göstermenin ötesinde hiçbir anlama sahip değildir. Özcesi devlet bir zor aracı olarak, bir iktidar ve hegemonya aracı olarak egemenlerin hizmetinde bir kurumdur. Bu zor aracının uyguladığı hukuk, ebetteki toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade, kendisini korumayı öncelikli görev bilecektir. Mevcut hukuk sistemleri devlet eliyle uygulanan sistemler olduğuna göre, hukukun bağımsızlığından bahsetmek de mümkün değildir. İdeolojik ve siyasi amaçlar doğrultusunda oluşturulan hukuk kuralları ve onu işleten yargının bağımsız ve tarafsız olabileceği düşünülemez. Burada önemli olan, hukukun hangi güç kaynağına dayandığı ve neyi amaçladığıdır. Eğer hukuk, egemen bir devletin siyasi ve ideolojik amaçlarına dayanıyorsa, yani kanun veya yasa koyucu devlet gücü ise -ki bu genellikle yasama organlarınca (parlamento-meclis) yapılıro zaman hukuk tümüyle devletin yaptırım gücüdür. Eğer hukukun kaynağı, yasa koyucu tek başına devlet değil, halk da bu sürece katılıyorsa, halkın ihtiyaçları olan demokratik talepleri yansıtıyorsa, bir toplumsal uzlaşma ile sağlanmış ise, o zaman hukukun dayanmış olduğu kaynak bir ölçüde halkın çıkarını da temsil ettiğinden, toplumsal adaleti, barışı, düzen ve istikrarı sağlamada önemli bir rol üstlenebilir. O zaman yargının kısmen de olsa bağımsızlığından, tarafsızlığından ve üstünlüğünden bahsetmek mümkün olabilir. Bu nedenle hukukun dayandığı kaynaklar ve temsil ettiği felsefe esastır. Yoksa kendi başına soyut bir hukuk söylemi bir anlam ifade etmez.

*“Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir.”

Eflatun

 

Hakların, yani bireyler ve toplulukların özgür irade beyanlarının yasalaştırılması, bütün hukuk sistemlerinde en temel sorunların başında gelmektedir. Toplumsal rahatsızlıkları ve eylemleri çözümleyebilmenin temel yolu, bunların yasal ifadeye kavuşturulmalarını sağlamaktır. Bu yol, hukukun demokratikleştirilmesidir. Devletin yasal düzenlenmiş hukuk sistemi içinde yer almayan etnik, dini ve kültürel gruplar ile halklar ve uluslar inkâr ve imha sürecine alınmaktadır. Bu durumu gidermek için ve varlıklarını anayasal güvenceye kavuşturarak meşrulaştırmaya çalışan halkların mücadeleleri boydan boya 20.yy.ı kaplamıştır. Bu en doğal, en insani, en meşru mücadeledir. Ulus devletçiliğin inkâr ve imha sürecine aldığı halkların ve toplumsal kesimlerin, gerektiğinde zor yöntemlerini kullanarak kendilerini savunmaları evrensel bir hak olarak hukukta da yerini almıştır ve günümüzde evrensel hukukun temel normlarından biri haline gelmiştir.

*“Dünyanın imarı ancak adaletle mümkündür.”

Fazl B. İyaz

 

Ortadoğu devletlerinde ise durum biraz daha geriden seyretmektedir. Egemen sistemlerin hukuk kuralları, yasa ve anayasaları devletin güvenliği, birliği ve bütünlüğünü esas almaktadır. En gelişmiş sayılanlarında bile devletin birliği, bölünmezliği ve güvenliği önceliklidir. Totaliter, oligarşik ve monarşik karakterleri esas olup halk adına bir hukuk anlayışı ve uygulamasından bahsedilemez. Örneğin Türkiye kendisini demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olarak tanımlasa da, uyguladığı hukuk kuralları darbe temelli olup ırkçı, faşizan ve soykırımcı özelliktedir. 1961, 1970 ve 1982 Anayasaları darbe rejimlerinden kalma anayasalardır; bunlar hukuk adına topluma giydirilen deli gömleğinden başka bir şey değildir ve bu yasaların toplumu nasıl nefes alamaz hale getirdiği, Türkiye’yi nasıl bir sürekli iç savaş halinde tuttuğu iyice ortaya çıkmıştır. Şoven milliyetçi ideoloji ekseninde yapılanan Türk ulus devletinin uyguladığı hukuk ölçülerinin bu kapsamda olması şaşırtıcı değildir. Teklik ilkesine göre örgütlenmiş devlet geleneğinde, baskıcı ve zora dayanan hukuk kuralları kaçınılmaz olarak var olacak ve ötekilerin inkârına dayanacaktır.

*”Adaletin hedef ve gayesi eşitliği sağlamaktır.”

İhering

 

Ancak salt bir ceza hukukuyla bir toplumu yönetmek ve sorunları çözmek mümkün değildir. Bu daha çok totaliterizm ve anti demokratizm demektir. Dolayısıyla da toplumsal çatışmayı getirecektir. Bu nedenle hukukun demokratikleştirilmesi ve ahlak ile yaşamsallaştırılması büyük önem taşımaktadır. Toplumsal yasaların esasını oluşturan ahlaki yasa ve ilkelerin yerine, özellikle sistemin toplumu zor ve baskı yoluyla bir arada tutma ve yönetme biçimi olan hukukun fazla ön plana çıkarılması, ahlaki yaklaşımın belirtilen özünü kavramamakla doğrudan bağlantılıdır. Bundan hukuk kurallarına ve hukuka en azından konjonktürel düzeyde de olsa karşı olmak gibi yorum çıkarılamaz. Toplumsallık elbette hukuk ve yasalarla da güçlendirilebilir, yürütülebilir.  Bu anlamda topluma biçim de verilebilir. Ama toplumun var oluşunda belirleyici yasalar onun ahlak yasalarıdır. Bu ahlak yasalarını ortadan kaldırdıktan sonra pozitif hukuk ve onun yasalarıyla toplumu yürütmeye çalışmak, toplumsallığı ve toplumsal ilişkileri özünden uzak ele alarak ona yabancılaşmayı dayatmak anlamına gelir. Toplumsallığın özü olan Ahlaki İlkeye dayanması ve buna dayalı daha gelişkin bir düzeyin yaratılması hedefi doğru ve gerçekçi bir hedeftir.

Bu bağlamda ele alındığında en ahlaki yaklaşım, ideolojik olarak önümüze koyduğumuz toplumsal perspektifin amaç ve hedeflerinin gerçekleştirilmesine dönük gerekliliklere sonuna kadar bağlılıktır. Önemli olan ideolojik olarak ahlak ve hukuk arasında bir ilişki kurmaya çalışırken, bu hukukun doğal toplumun demokratik komünal ahlaki değer yargılarıyla ne kadar uyuştuğu, ne kadar çeliştiğini doğru tartışabilmektir.

*“Adalet ancak hakikatten, saadet ancak adaletten doğabilir.”

Emile Zola

 

Yararlanılan Kaynaklar

[1] Abdullah Öcalan-Bir Halkı Savunmak
[2] Abdullah Öcalan-Age.
[3] Abdullah Öcalan-Kapitalist Uygarlık
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.