Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumda “Ahlak ve Politika” Sorunları

M. Aydın Sögüt

“Sorunların çözümü, doğru tanımlanmalarıyla yakından bağlantılıdır”

Politikanın ayağa düşürüldüğü ve ahlakın dini dogmalarla hapsedilip yobaz bir baskı aracına dönüştürüldüğü bir çağda yaşıyoruz. Toplumun ahlak ve politika sorunları kendilerinin yanlış tanımlanma biçiminden, uygulanışına ve kendilerine yaklaşıma kadar geniş bir yelpazede seyrediyor.

Modernitenin kapitalizmi, endüstriyalizm ve ulus devlet unsurlarına karşı demokratik modernite alternatifimizin ekolojik, ekonomik, ahlaki ve politik toplum unsurlarının özü de, işe doğru tanımlamalar yapmayla başlamaktır.

 

a. Politika tanımları (ana akım politika tanımları)

Her iki vazgeçilmez olgu bir bütünlük arz etse de, tartışmaya politikayla başlayalım. “Larousse Ansiklopedik” sözlükte politikanın tanımı şöyle veriliyor: “Bir devletle yöneticilerin belli bir alanda uygulamaya koydukları görüşlerin tümü.”

 

Siyaset;

  • 44322244532Her hükümetin yönetimde izlediği yol, yöntem biçimidir.
  • Hükümetin belli bir alandaki tutumu, yaklaşımıdır.
  • Herhangi bir konuda izlenen yol-yöntemdir.
  • Bir amaca ulaşmak için karşısındakinin duygularını okşayarak onun zayıf noktalarından veya aralarındaki anlaşmazlıklardan yararlanarak işini yürütme, istediğini elde etme taktiğidir.”

 

Devamında “politikacılık” maddesinde de şu iki tanım yapılıyor:

  • Politika ile uğraşan kişi.
  • Karşısındakinin duygusunu okşayarak, onun zaaflarından yararlanarak çıkar elde etme; ustaca davranma.

Bu tanımların beşinci şıkkındaki rezaleti bir tarafa bırakıp geçelim diyeceğim, ama rezalet bırakılıp geçilecek gibi değil. Zira her tanım bir zihniyetin ürünüdür ve ne yazık ki dile “masumane bir şekilde” yerleşen her tanım zamanla bir düşünsel şekilleniş yaratır. En devrimci çevrelerden olan bizim ortamımızda bile bazen espri konusu olarak “bana politika yapma!” ve bazen de ciddi platformlarda eleştiri ve suçlama konusu olarak komplo, entrika, demagoji ve duygu sömürüsü imasıyla birileri için “politika yapıyor” diyebiliyoruz. “Politikanın ayağa düşürülmesi” derken kast ettiğimiz durum sadece bu değil. Bu tanımı gereksiz sayıp söz konusu yaklaşımları veya benzetmeleri de argoya verip geçiştirebiliriz. Ama egemenlikçi zihniyetin politikayı toplumdan, halktan kopuk bir kısım üçkâğıtçı seçkinin eline paçavraya çevirmesinin toplumda yarattığı politika antipatisinin de bununla bağı var. Sonuçta bu da bir tanımlama ve yaklaşım sorununa işaret ediyor.

Gerek bu tanımın ve gerekse genel olarak politika tanımının diğer boyutları (temelde) devlet ve hükümet idaresini anlatıyor. Aristo’nun “politika” isimli kitabına “Devlet nedir?” sorusuyla başlamış olmasının da gösterdiği gibi, karşımızdaki esas sorun bu nokta. Günümüzdeki “siyaset sosyolojisi” bilim dalı devlet konusunu öncelikli ve temel gündemi olarak ele alır. Ve ne yazık ki tarihten günümüze “siyaset felsefesi” de tartışmanın temeline “devlet idaresini” almıştır. Bu, politikayı toplumun elinden almanın da ötesinde, özünde politik bir varlık olan toplumun iktidar tarafından parçalanmasını ifade eder. Önderlik bunu “toplumun inkârı” olarak nitelendiriyor.

 

b) Genel ahlak tanımları

Aynı sıkıntılar ahlakın tanımlanmasında da geçerlidir. Ama politikanın tersine ahlak toplumda ve neredeyse toplumu boğan bir boyunduruk olarak bırakıldığı için daha karmaşık bir yapı-sorun teşkil ediyor. A. Cevizci’nin “Felsefe Sözlüğü”nde;

  1. “Genel anlamda, mutlak olarak iyi olduğu düşünülen ya da belli bir yaşam anlayışından kaynaklanan davranış kuralları bütünü. İnsanların kendine göre yaşadıkları, kendilerine rehber aldıkları ilkeler bütünü ya da kurallar toplamı.
  2. Bir kimsenin iyi niteliklerini ya da kişiliğini ifade eden tutum ve davranışlar bütünü, huy” tanımları yapıldıktan sonra devamla; “ahlak, çoğunluk bir toplum tarafından benimsenmiş olan davranış kodlarını temin eden görgü kurallarından, hukuk ve dinden ayırt edilir. Bunlardan görgü kuralları ahlakla doğrudan ilişkili olan eylem türlerinden daha az ciddi olduğu düşünülen davranış için kullanılır. Hukuk ise, ahlaktan kurallara, yaptırımlara, yasaları yorumlayıp cezalar veren resmi görevlere sahip olmak bakımından farklılık gösterir. Bununla birlikte “Ahlak tarafından yönetilen davranışla, hukuk tarafından yönetilen davranış arasında dikkate değer bir örgütleme vardır” yorumu yapılıyor.

Bu tanım ve yorum mevcut durumun izahı açısından doğru, ancak ahlakı tanımlamak açısından kanımca yetersizdir. Ahlakı “davranış kuralları bütünü” veya “ilkeler bütünü” olarak tanımlamak, onu “sözlü hukuk” olarak tanımlamaktan pek de farklı değil. Yanı sıra, onu adâb-ı muaşeret ile hukuk açısından bir yerde konumlandırmak, onu kategorize etmek demektir. Daha doğru bir tanım, ahlakın geniş bir yelpazede adâb-ı muaşereti de hukuku da kapsadığıdır. Adâb-ı muaşereti ahlakın basitleştirilmiş, pratikleştirilmiş, normatif ev güç/iktidar ilişkili dejenerasyonu olarak ele almak mümkün. Bu açıdan daha bütüncül yaklaşımıyla din, ahlakın tanımını daha iyi kapsıyor. Ama din de iktidar eliyle bir araç olarak kullanıldığında hukukun maddi boyuttaki işlevini manevi boyutta tamamlayan bir silah olmaktan öteye gidemiyor. Hukukçuların ve hukuk felsefecilerinin de hukukun işlevini “egemen gücün istediği ve belirlediği nihai bir durum ya da hedefe ulaşmak” olarak tanımladığını göz önüne aldığında, sorunun iktidarla ilişkisi daha bir nitelik kazanıyor.

Felsefe tartışmalarında ahlaka akılcı, duygusal veya faydacı temeller konmaya veya vahye dayandırılmaya çalışılmıştır. Sokrates’ten Kant’a sorumluluk bilinci ahlakın dayanağı olarak gösterilmiş; Duygusalcılar, insanda doğruyu ve yanlışı ayırt etmeye yarayan bir moral ilke bulunduğunu (bir çeşit altıncı his) iddia etmiştir. Kendi başlarına değil, ama bir arada düşünüldüğünde bu girişimler ahlakın daha doğruya yakın bir tanımına götürebilecekken, iyi ve kötü yargısını eylemin kendisinde değil de sonucunda arayan yararcılardan bazıları (Jeremy Bentham, mesela) “Ahlaki Aritmetik” adında faydalı sonuçları (kendi deyimiyle, “haz”ın yoğunluğu, süresi, niteliği ve etkilerini) ölçen ucube bir hesap “bilim”i geliştirerek felsefi tartışmanın doğal olarak düzeyini düşürmüştür. Dinin günahsevap ve yasak-vacip ikilemlerine sıkıştırması ve adeta kadının cinsel sınırlandırılmasıyla özdeşleştirilmesinin yanı sıra, pozitif bilimciliğin bu alana “tarafsız” kalması, daha doğrusu iktidar için hukuk formülasyonları üretmesi toplumsal yapıyı en fazla zayıflatan faktörlerden olmuştur.

B. Russell, “iktidar” isimli yapıtında; “Töre bir yandan yasayı andıran toplusal bir kurum, öbür yandan da birey vicdanını ilgilendiren bir husus olagelmiştir. Töre birinci yönüyle iktidar mekanizmasının bir parçasıdır; ikinci yönüyle genellikle devrimcidir. (…) Geleneksel törenin amaçlarından biri var olan toplum düzenini işler halde bulundurmaktır. (…) İktidar töresinin en açık görüşlerinden biri, itaatin aşılanmasıdır…” diyor.

Türkçede “ahlak” aşırı derecede dini alanla ve onun içinde de cinsel yaşamı düzenlemeyle sınırlandırıldığı için, “töre” kavramının tanımı (son yıllarda o da kadın katliamıyla özdeşleştirilmiş olsa da) daha geniş: “Bir toplumda benimsenmiş, yerleşmiş davranışların, sosyal alışkanlıkların, uygulamaların, tutulan yolların, gelenek ve göreneklerin tümü” (Larousse). Russell’ın “töre” kavramını anlattığı için biz de konumuz gereği “ahlak” olarak ele alacağız. Zira dikkat çektiği hususlar çok önemli. Yorumlanış ve yaklaşıma göre birey vicdanı ile ilgili devrimci bir olgu olabiliyorken, bir iktidar aracına da dönüştürülebiliyor. Toplumsal yaşamı sürdürme işlevini görüyorken, itaat aşılayan bir silah işlevi de yüklenebiliyor. İtaat derken de elbette halkın iktidara, kölenin efendiye, kadının erkeğe, sıradan insanların dini otoritelere vs.’yi kast ediyoruz. Bu, aslında bize ahlak ve politika ile ilgili yanlış tanımlamalar sorununun öyle pek de tesadüfî olmadığını, esasen bir iktidar manipülasyonu olduğunu gösteriyor.

Diğer tüm canlılar da belirli bir çevre ve çerçevede belirli bir topluluk halinde yaşarlar, ama insan topluluğu gibi ikinci bir doğa (yaratılmış bir çevre, çerçeve ve bileşim) oluşturamazlar. İnsan, birey ve topluluklarının toplumsallaşmasını zorunlu veya mümkün kılan etkenler konumuz kapsamı dışında. Konumuz, oluşan ikinci doğanın doğasıyla ilgilidir. Her bir araya gelişin (bileşimin) bir özü ve bileşimi olmalıdır. Öz’ü bu birlikteliğin sebep ve amaçları; biçim’i de bunun sürdürülebilmesinin gerektirdiği yaşayış, davranış, düşünüş vs.’si olarak görmek mümkün. Sıklıkla tarihte yaşamış komünal topluluklarla ilgili buluntuların analizi veya günümüzdeki bazı topluluklarla ilgili incelemeleri okuyoruz. Bir ağacı kesmek zorunda kaldıklarında bir ibadet tarzında doğadan özür dilemeleri veya beslenebilmek için bir hayvanı avladıklarında gerçekleştirdikleri benzer ritüeller, toplumsal bileşimin artık sadece zorunlu fiziksel/biyolojik yaşamın sürdürülmesinin ötesinde bir nitelik veya kimlik kazanmış olduğunu gösteriyor. Doğrusu, tüm ağaçların kesilmesinin veya tüm av hayvanlarının öldürülmesinin stratejik erimde fiziksel yaşamı olanaksız kılacağını düşündükleri için böyle yapıyorlar(dı) da diyebiliriz. Ama günümüzdeki bu denli bilgi ve tecrübe birikimine rağmen kapitalist açgözlülüğün bu kadarını düşünmediğini hesaba kattığımızda, komünal toplumsal bileşimin özü ve biçiminden ne kast ettiğimiz daha anlaşılır hale geliyor. Bu bir bakış, yaşayış ve eyleyiş meselesidir. Tüm kültürel yaratımlar öncelikle bu çerçevededir. Bakış ve yaşayışa toplumsal ahlak, eyleyişe de toplumsal politika diyeceğiz. Dolayısıyla toplum özde ve biçimde ahlaki ve politik bir oluşumdur.

Bir yerdeki bir topluluğun herhangi bir faaliyet sürecini ele alalım: Topluluğun söz konusu faaliyet için tartışması, karar alması ve uygulamaya geçmesi onun politik yönüdür. Ama tüm bu süreçlerde rehber edindiği bir bakış, düşünüş, hissediş ve doğruluk-iyilik gibi yaklaşım düsturları vardır. Bu da toplumun ahlaki yönüdür. Bu açıdan ahlaka sadece rasyonel temeller bulmak yetersizdir. Zira doğruluk-iyilik doğrudan akılla ilgili değildir. Vicdan rasyonel değil, ahlaki bir hissediştir. Bunun yanı sıra ahlakı sadece duygusal boyutta bir olgu kabul etmek de yetersizdir. Çünkü ahlak toplumun yaşama bakışını, düşünüşünü, yorumlayışını ve bu düşünüş ve yorumlayış çerçevesinde ölçüler bulmasını ve eyleyişini, yani politik gerçekleşmesini de ifade eder. Ahlaka yararcı çerçeve çizmek en yanlışıdır. Ahlaki yaklaşım bir politikanın faydalı sonuçlar verip vermeyeceği kadar ve belki ondan da önce o politikanın uygulanış sürecine bakar. Yararcı yaklaşım bunu tersyüz eden bir iktidar yaklaşımıdır. Son dönemlerde çokça Protestan ahlakı ve kapitalizm ilişkisinden söz ediyoruz. Hıristiyanlıkta tefecilik kesin olarak yasaklanmıştır. Ama ticaret kent devletleri gelişmekte ve tüccar sınıfın etkinliği artmaktadır. Katolik kilisesi bir yandan monarşilerle bir yandan da dogmalarını delen Protestan girişimlerle boğaz boğaza bir iktidar savaşındadır. Ve bu savaşı kazanmak için ticaret kentleriyle ve tüccar sınıfla borç ve para ilişkisine girmekten kaçınmamıştır. Calvincilik ve Protestanlık zaten bu minvalde çok daha erken davranmıştır. Tefecilik yasağıyla meşhur Hristiyanlık’ta artı burcunu ve borcunun faizini ödemek en büyük günah sayılmaya başlamıştır.

Kuşkusuz hiçbir toplumsal olgu statik ve değişmez değildir. Her şeyde olduğu gibi ahlak alanında da yargılar, ölçüler ve kapsam zamanla değişebilir. Değişmelidir de. Politik alan ve ihtiyaçlar çok dinamiktir. Ahlak bu dinamizmin çok gerisinde kalırsa zaten çatışma başlar. Biliyoruz ki durağanlıkta ısrar eden her şey doğal olarak iktidarın hizmetini görür. Ama ifade ettiğimiz değişim zaman, ihtiyaçlar, zorunluluklar ve özgürlük arayışı çerçevesinde biraz da doğal bir seyir izler. Çıkarcılığın müdahaleleri ise (gerek durdurma ve gerekse “değişim” amaçlı olsun) sadece ve sadece dejenerasyon yaratır.

Hakeza değişim gerçeği de doğru kavranmayı gerektiriyor. Çevresel ve içsel faktörler her topluluğun kültürel yaratımlarında da farklılıklar ortaya çıkarır. Dolayısıyla yaşama bakış ve uygulayışta çok çeşitlilik mümkündür. Ama bazı olgularda evrensel özellik taşır. Bunlara toplumsal hakikatler de diyebiliriz. Mesela, zaman ve mekân ayırımı gözetmeksizin hemen hemen her toplulukta (somut ifadeyle her dinde) cinayet, hırsızlık, iftira, yalan, sömürü, kirlilik vs. hoş görülmez. Yani toplumsal ahlak veya ahlaki toplum evrenseldir. Ama iktidar bunu zaman ve mekânda sınırlayarak, tekeline alarak ve kendi çıkarlarını gözeterek yasa ve yasaklara indirgemiştir. Evet, öldürmek yasaktır, zira öldürme hakkı bir tek iktidara aittir. Hırsızlık yasaktır, zira bir tek iktidar gasp edebilir. İftira yasaktır, zira iktidarın iyi dediği iyidir, kötülediği kötüdür… Bunu salt kaba güçle yapmayıp insanları inandırma ve ikna mekanizmalarına başvurmuştur. Elbette bunun bildiğimiz en yaygın (ve ilk) yolu ideolojik hegemonya silahı olarak dindir. İdeolojik savaş meydanında ezilenler de yine dinler oluşturarak direnmişler ve toplumsal ahlakı bu yeni dinlerine yedirmeye çalışmış, kısmen de başarılı olmuşlardır. Ama dinler karakterleri gereği dogmatiktirler, zaman yenilerler ve zaman dışı kalan her şey bir baskı ve gericilik unsuru olarak işlev görebilir. Din artık iktidarın itaati aşılama projesinin bir parçasıdır. Esasında toplumun bir araya gelip tartıştığı, kararlar aldığı, uygulamalarını gözden geçirdiği ve sosyal paylaşım olanağı bulduğu mekânlar olan cami, sinagog, kilise gibi politika arenaları zamanla insanları politikadan uzaklaştırma, her gün yeniden itaate alıştırma ve binlerce yıllık dua ve ritüelleri amaçsızca tekrarlama kulüplerine dönüştürmüştür.

Hamurabi yasalarına göre (ki bugün devlet hukukunun atasıdır) “bir adam bir başka adamın kadınını/kızını vurup da ölümüne sebep olursa, kadını/kızı ölen adam da diğerinin kadınını/kızını öldürme hakkını kazanır.” Kadın-adam örneklemesini bir metafor olarak da algılayabiliriz. İtaatin reaya-egemen, kadınerkek, uşak-efendi ilişkisi anlamına geldiğini belirtmiştir. Hukuk, kadını ve dolayısıyla toplumu bir özne olarak görmez. Özel mülkiyetin bir gereği olarak egemenin-adamın malıdır. Dolayısıyla da resmi hukukun toplumun ahlaki değerleriyle bir ilgisi kalmaz. Burada iktidar toplumsal ahlakın yerine hukuku ikame etmekle yetinmez, işlevini de tamamen değiştirir. Bugün Kürt özgürlük hareketine karşı hükümetin sıkça deklere ettiği “hukukla müdahale edeceğiz, hukuki çerçevede kalacağız” söylemi bununla ilgilidir. Fiziki-siyasi soykırım işe yaramayınca, devreye hukuki soykırım geçirilmekte ve hukuk en yüksek askeri teknolojiden de daha etkin bir silah olarak kullanılmaya başlanmaktadır.

Çerçeveyi yeniden biraz daha genişletecek olursak, günümüzün en “liberal demokratik” ülkesinde bile politika temsilli yolla yürütülür. Buna “temsili demokrasi” deniyor. Aslında “temsili demokrasi” diye bir kavram etimolojik açıdan bile pek doğru gelmiyor. Demokrasi “demos” un egemenliği demektir. Kapitalist liberal devletteki temsili demokraside ise (demos adına da olsa) demosun üzerinde bir egemenlik söz konusudur. Demosun egemenliği yoktur. Zaten demosun “temsili egemenliği” mümkün değildir. Temsil aynı zamanda (ister şartlı olsun ister şartsız; ister süreli, ister süresiz; ister katı, ister esnek) egemenliği elden çıkarmak demektir. Elden çıkarılan politik güç parlamentolarda, kulisler de bin bir türlü odağın iradesini demosa rağmen karar, yasa ve uygulamalara dönüştürmektedir. (Ülkemizdeki seçim barajları, katılım için ağır mali bedeller, parti-lider sultası gibi sorunları hiç saymaya gerek yok.) En ideal olanına bile “demokrasi” demek tam doğruyu ifade etmiyor. Yanı sıra, “yasaların anayasaya uygunluğu” nu denetleyen mekanizmalar da mevcut. Birçok ülkede esasen bu “kuvvetler ayırımı” ilkesi iktidarın tek elde toplanmasını engellemek amaçlı uygulansa da, özü itibarıyla bu tür mekanizmalar “halkın egemenliği” kavramına terstir; onu boşa çıkarıcıdır… Uzatmak istemiyoruz. Bu analizden amacımız en ideal kapitalist-liberal demokrasinin bile hiç de demokrasi olamayacağını, bu işleyişin oluşturduğu en ideal hukuk devletinin de bu nedenle toplumsal olamayacağını göstermektedir.

Demokrasi katılım demektir. Katılım temsili değil, doğrudan olmadıkça da toplumsal olamaz. Bu da politik toplumu gerekli kılar. Nasıl ki dinde bile aracı kurumlar şart değilse, halkın da kendini yönetmesi, yaşamını düzeltmesi ve işlerini görmesi için aracı kurumlar/süreçler/güçler şart değildir. Toplumun kendisi tüm bu süreçleri tartışabilir, düzenleyebilir ve uygulayabilir. Bu, toplumun politik karakteridir. Elbette yine gerek tüm yaşamın ve gerekse de politik sürecin ilkeleri, ölçüleri, değerleri olacaktır. Bu da toplumun ahlaki yönüdür. Toplumun ahlaki ilk yaratımlarından, kutsallarından, değer yargılarından günümüze dek oluşturduğu iyi-kötü, doğru-yanlış gibi ölçülerdir. Bu nedenle ahlak salt ilk komünal toplumsal bir özellik değil, toplum var oldukça var olacak, daha doğrusu toplumsallığın ancak onunla var olacağı felsefesidir. Duygusal olduğu kadar düşünsel, bilimsel olduğu kadar dini temelleri ve görünümleri de olur. Çünkü tüm bir tarih sürecini kapsar. Müdahalelerle yaratılmaz, oluşturulmaz. Zaten bu tür müdahaleler bozulma sebepleridir. Ama elbette yorumlanır; insanlığın düşünsel, siyasal, sosyal gelişimine paralel olarak geliştirilir, dönüştürülür. Bu gelişme ve dönüştürmenin de toplumun temel dokusuna uygun olması gerekir. Toplumsal bir öz olduğu için toplumla oluşur ve toplumla da dönüşür. Bu açıdan katı doğmalardan farklıdır. Toplumsal diyalektik bir varlık olduğuna göre ahlak da diyalektiktir ve evrilir. Hegel, aynı tanım ve işlevi “akıl”a atfeder. Ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ahlakın en önemli halkası da vicdandır, hissediştir. Aklın faydalı veya uygun gördüğü her şeyi vicdan kabullenmeyebilir. Akıl yeri geldiğinde sömürüyü, karı ve katliamı da reva görebilir; işe yaradıkça teorize de eder. Ama vicdan bunu meşru göremez. Ahlak aklı da kapsar ama akıl ahlakı kapsamaz. Yarar ve ahlaken meşruluk ikilemiyle karış karşıya kalındığında pozitif bilimin de esas aldığı rasyonel yorumdur. Bu anlamda pozitif bilim ahlak dışıdır ki kendisi de zaten ahlaki yargının dışında durduğunu ifade eder.

Ahlak toplumsal felsefe anlamına da geldiği için felsefi yorumunu geliştirmek, genişletmek mümkündür. Felsefi yorum salt geçmiş yorumları tekrarlamak değil, toplumun günümüzdeki tüm özgürlük sorunları çerçevesinde çözümler üretmek, tek tek bireylere kadar aydınlatıcı perspektifler sunmaktır. Ali Fırat bu nedenle kapitalist pozitivizmin teolojisine karşı, bilimbilgelik anlamında felsefeyi önerir. (Pozitivizmin gerçekte en katı dogmatik teoloji olduğu savunmalarda genişçe açımlanıyor.)

Zaman zaman “toplumu kurmak”tan söz ederiz. Bunu da toplumsal ahlakın bize yüklediği bir görev sayarız. Bu nedenle de politikaya toplumu yapıcı, düzenleyici bir araç olarak bakarız. Kanımca bu da yanlış, çünkü politika bir araç değil, toplumun tüm etkinliğidir. Toplumu bir beden olarak düşündüğümüzde nasıl ki ahlak onun ruhu (düşüncesi ve felsefesi) ise, politika da tüm organları ve hareketleridir. Bu, öncü kadro, öncü örgüt gerçekliğini yadsımaz. Ama ahlak yapılamıyorsa, toplum da yapılamaz. Ancak kendi kendisini yapar, oluşturur. Öncü organizmalar onun koşullarını hazırlar, engellerini aşar, somut pratiğini programlaştırır ve öncelikle de kendi bünyesinde yaşamsallaştırır. Ama politik ve ahlaki toplumun esas yolu öz yeterlilik, öz savunma ve öz yönetim esaslarına dayalı konfederalist/komünal yaşayıştır. Şüphesiz ki bu yaşayışın tek bir kalıbı olamaz. Ama doğrudan katılım evrensel bir ahlaki-politik hakikattir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.