Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumsal Olan Gençlik Demokrasiyi Savunur

Zerdeşt Baran

İnsanın bir yere ait olma istemi her zaman var olmuştur. Bu aidiyet ihtiyacı bazen bir inanca, bazen bir toprağa, bir gruba yahut bir topluma bağlılık gibi farklı şekillenmelerde de kendini gösterir.

Mekân ile birey arasında da belirli bir etkileşim söz konusudur. Adeta gizli bir güç bireyi yaşadığı mekanın derinliğine çeker, onu sarmalar, koru. Mekân o an var olandan daha ötesi; bir sezgi, anlam gücü, sonsuzulaşılamaz kutsal bir varlık olur.

Çeşitli mekânlar, insanlık yaşamında hep belirgin bir yer tutmuştur. Rif vadisi, Mezopotamya’nın uçsuz bucaksız ovaları, Yunan kıyıları, Mısır, Çin… İnsanlık için köşe taşlarından bazılarıdır. İnsanlık bazen Rif’te olduğu gibi yeni bir tür olarak tarih sahnesine çıkarken; bazen de Mezopotamya’daki gibi kadın öncülüğünde toplumsallaşmayı yaratabilme kabiliyetini gösterebilmiştir. Kadınla birlikte yerleşik hayata geçilmiş, tarım ve köy devrimi gerçekleşmiş, bitkiler ve hayvanlar evcilleştirilmiştir. Bu bağlamda ilk sözcüklerin dişil ağırlıkta oluşu tesadüf değildir. A ile başlayan dişil takı ar, av, ard, erd… şeklinde yaşamımızda en çok kullandığımız kelimelere dönüşmüştür.

Yaşam göçebelikten hızla yerleşikliğe geçerken diğer kültürler de nasibini alıyordu. Bolluk ve bereket dönemleridir! Ağırlıkta yaşamın su kenarlarında birikmesi, hızlı nüfus artışı ve şehir denilen yapılanmaların açığa çıkışı, toprağın zenginliği ile yakından bağlantılıdır biraz da. Toprak daha zengin ve iştah açıcıdır. Yeni bir inşa olan kentlerin doğuş öyküsü gerçekleşiyordu. Mezopotamya’da: Ur, Uruk, Eridu, Lagaş, daha doğudaki Susa, kuzeydeki Nemrut, Ninova ve Dur Şarrukin… Gize, Abuşşir, Sakara, Teb, Muksor gibi eski Mısır kentleri Nil ırmağı boyunca kurulmuştu bile. İndus ırmağı vadisindeki MohencoDaro ve Ganj ırmağı vadisindeki Pataliputra en önemli Hint kentleri arasındaydı. Çin ve diğer ilk kentler için de benzer özellikler geçerlidir. Kentlerin oluşumu sadece zenginlikle açıklanabilecek bir olgu değildir elbette. Kaldı ki ilk dönemler keskin bir sınıflaşma da yoktur; ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisi kalın çizgilerle bu denli birbirlerinden halen ayrılmamıştır.

Kadın-erkek arasındaki çelişkiler, ilk yoğun yaşanandır. Çelişkiler önce tanrılar ve tanrıçaların savaşımında kendini gösterir. Uruk’un Eridu’ya karşı mücadelesi destansıdır. İnanna ve Enki şahsında kadın-erkek mücadelesinin güçlü somut örneği vardır. Aralarında kıyasıya bir mücadele yaşanır. Dönemler farklı olsa da öz aynıdır. Babil döneminde, Marduk ve Tiamat arasında savaş giderek derinleşir ve oğul Marduk, Tiamatı öldürür. Bu dönemde savaşlar daha çok ideolojiktir. İkna-hile-aldatma savaşın temel argümanlarını oluşturur. Rahibin analitik zekâsı ve kent inşacılığı, tanrılar adına insanların çalıştırılması, zigguratlarda eğitilmesi, teknikte ilerleme ve yönetim. Kentin sadece zorla kurulmadığı açık. Bir medresede çalışma, tanrı adına yapılıyordu ve kutsal görülüyordu. Korku ve zordan ziyade daha çok ikna ve inandırıcılığa dayandığı varsayılmaktadır.

Kentlerin zaman içerisinde sömürünün merkezi durumuna dönüşmesi, aslında uygarlıkla birlikte yapılmak istenenin bir sonucudur. Tanrılar savaşırken belki de yeryüzünde daha korkunç savaşlar planlanıyordu. Giderek insanlığa beşiklik eden yerler bir bir talan ediliyordu. İnsanlar katlediliyor; hayvanları, doğası, kültürü, maddi ve manevi dünyası ile doğa, bir bütün yok oluyordu. İdeolojik savaşlardan gerçek savaşlara geçiş dehşet oldu. “tanrılar adına savaş, tanrılar arası savaştan daha korkunç olmaya başlamıştı bile.”

Fernand Braudel’in bellek ve Akdeniz adlı eserinde Mezopatomya üzerine yapmış olduğu değerlendirme çarpıcıdır: “Mezopotamya doğarken periler onu komşularından korumayı unuttuklarından, bu diyar hiçbir gün soluklanıp rahata erememiştir. Nehirler arasındaki bu ülkenin tarihi çoğunlukla dramatik niteliklere bürünen kesintilere uğrayıp durmuştur.

Tevrat, yeryüzü cennetinin mekanı olarak Mezopotamya’yı gösterir. İnsan doğasına aykırı köydeki göçebeler veya yüksek yörelerden gelip göçen boş mideli insanlar, Mezopotamya’nın tarlalarına ve bahçelerine akın edip dururlar. Kendi yağında kavrulabilen bu talihli bölge, herkesin ele geçirmeye ve payına düşeni almayı düşlediği bir meyvedir…” Elbette savaşlar, sadece bu bölgede yaşanmadı. Mısır’ın çöllerinden, Ganj nehri kıyılarına, Çin içlerine dek uzanan bir savaş söz konusudur. Asur insan kellerinden kaleleriyle övünür. Kentler, direkt iktidarların merkezi haline gelir. Mimarisinden, çevre düzenlenmesine, tüm alt ve üst yapı kurumlarına dek kendini açığa vuran tek bir şey vardır: İktidar…

Uruk’tan başlayan kent oluşum ve çoğalımları bir zincir gibi birbirine bağlılık arz eder. Hemen her uygarlığın bir ‘Uruk’u vardır. Bu tesadüfî bir husus değildir. Kent diyalektiğidir.’der, son savunmalarında sayın Öcalan ve ekler;

“Mezopotamya’da Uruk sitesiyle başlayan kentleşme, sınıflaşma ve devletleşmeyle nasıl ilk adımını, Fenike ve İyonya’daki ticaret ve kentleşmeyle ikinci dev adımını atmışsa, bu sefer üçüncü büyük adımını tüm adı geçen koşullarla ideal hale gelen İtalya, Hollanda ve İngiltere coğrafi mekânında büyük ticaret, kentleşme, dünya çapında genişleyen pazar üstü ve karşıtı olarak kapitalist ekonomiye kalıcı zafer temelinde atmıştır. Halen ABD önderliğinde yaşanan da bu gerçekliktir.”

Kent, sadece kötülük mü üretir? Var olan kentlerde yaşamak mümkün değil mi?

Biliyoruz ki artık “kentleşme sadece bir bölgenin bütünlüğünü değil, insan ruhunu da zehirleyebilir”[1] Oysa ilk kent inşalarında, içindekilerin doğayla uyum içinde yaşadığı, insanın öz bilincini keskinleştiren kurumlar yarattığı, akılcılığı koruduğu, duygusal zeka ile de belenen bir kültür oluşturduğu, bireyselliği geliştirdiği ve kurumsal özgürlük şekilleri yarattığı, benzeri görülmemiş derecede insani, etik, ve ekolojik bir yerleşimlik esas olmuştur.

Kent-devlet-uygarlık tanımlamaları Kapitalist Moderniteyle asıl anlamlarından uzaklaştırılarak muğlaklaşmıştır. Uygarlığa atfedilen (Hâkim sistem haline gelmiş olduğundan ötürü, uygarlık, propagandası çok yapılmış bir sözcüktür. Sözcük ‘şehirleşme’, ‘sivilleşme’ anlamındadır.) Medeni, modern, centilmen, rasyonel, düzenli, kibar, güzel, hesaplı, planlı, güvenli, barışçıl vb. gibi sıfatlar gerçeği yansıtmamaktadır.

“Uygarlığın manevi dünyasında doğa, çevre, toprak hep hakir görülür.” Aslında bu yaklaşım ideolojiktir. Zıddına geliştiği tarım-köy toplumunu aşağılamak ve kolayca yönetmek içindir” der, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan.

Kentlerin özü giderek kapitalizmle değişti. Kanser gibi büyüyen kentler tamamen kırlardan koptu. Kırlar artık milyonluk kentleri besleyemez duruma geldi.

Nüfus o kadar arttı ki devasa boyutlara ulaştı. Kısa bir istatistik bilgi, gerçeği gözler önüne sermektedir.

17.yüzyılın ortasında nüfusu 450 bin kişiye ulaşan Londra,18.yüzyılın ortasında 750 bin, 19 yüzyılın ortasında da 2 milyon 800 bin kişiye varan bir büyüme yaşadı. Londra’nın nüfusu 20 yüzyılın ortasında 8 milyon 200 bin kişiye ulaştı. Benzer biçimde New York’un nüfusu 1800 yılında 80 bin kişi iken, 1850’de 670 bine, 1900’de de 3 milyon 400 bine çıktı. Bu kentin 1950’deki nüfusu ise 7 milyon 900 bin kişi olarak belirlenmişti. Öteki Avrupa ülkelerinde de benzer bir gelişme söz konusuydu. 1871 yılında 830 bin kişilik bir nüfusu olan Berlin, 1933’te 4 milyon 200 bine çıkmış, aynı yıllarda Hamburg’un nüfusu 230 binden 3 milyon 800 bine yükselmişti. Bu durum diğer tüm dünya kentleri için de geçerlidir. Nüfustaki artış, küreselleşme ile birlikte at başı ilerlemiştir. İstanbul ve diğer Kürt kentleri içinde, özellikle Amed, Wan, Batman’da… biraz farklılıklar içerse de genel olarak aynıdır. Zorla yakılan köyler ve bilinçli geliştirilen politikalar sonucu halk göçe zorlanmıştır. Sömürülen bir ülke gerçekliği var. Fakat hepsinden daha insanlık dışı olan zihinler ele geçirilmek istenmesidir. Bir halk belleksiz-kültürsüz-zihinsiz kaldı mı orada soykırım var demektir. Hem de soykırımların en korkuncu olan: Kültürel soykırım!

Dünya genelinde kentleşme artınca çeşitli krizlerde açığa çıkmıştır. Krizler, sadece çevresel anlamda yaşanmıyor. Emek-değer yitiminden, tüketimin korkunç boyutlara vararak insanı robotlaştırdığı, topraktan ve yaşamdan manevi olarak kopardığı bir gerçeklikten bahsediyoruz. Evrensellik adı altında, yerellikten kopan, özünü unutan bir gerçeklik… İnsan ki yaratan ve özgür kılandır, gelinen aşama da en korkunç bir köle statüsünü yaşamaktadır. Zavallı, çaresiz, tepeden tırnağa bağımlı…

Sofrada yediğimiz ekmek dahi bu toprakların ürünüdür. Binlerce yılın biriktirdiği, bilinç, emek ve tecrübe vardır içinde. İlk dil-tarım devrimlerin gerçekleştiği ve toplumun inşa edildiği mekânın adıdır bu topraklar. Şimdi bu mekânlar, adeta bir vebadan kaçılırcasına terk ediliyor. Neden bu büyük çarpıtma, alt-üst oluş!

Mekân, insanı manevi olarak kendine bağlar. Mekânın kelime kökeni Arapçadan gelmektedir. Beled’in Arapçada mekân, belediyenin de mekânla ilgili olan anlamında olması tesadüf değildir. Kentlerin bu kadar sorun olması daha fazla belediye ve yönetim konularını ön plana çıkarmaktadır. Fakat asli ve taliyi birbirine karıştırmamak gerekir. M. Bookchin bir söyleşisinde:

“Belediyeler yüzeyi gerçek politik hayatın arenasını meydana getirirler; ama hiç bir belediye “özerk” [ing. autonomous, müstakil] olamaz. Özerklik bir efsanedir –bunu başaramazsınız, çünkü her bir insan tüm diğerlerine bağımlıdır ve her bir belediye tüm diğerlerine bağımlıdır” derken haklı bir gerçekliği dile getirir. Bağımsızlık diye bir şey olamaz. Esas gerçeklik daha az devlet daha çok toplum esprisinde, toplumun politik alanını geliştirmek olmalıdır. En nihai amaç, eninde sonunda toplum olmalıdır. Toplum bireyin var oluş koşuludur. Toplumu güçlendirtmek için de; Kent meclislerinin inşasına, kooperatif ve birliklerin çoğaltılmasına, köy-sokak-mahalle şehir komünleri vs. kurulması ve çalıştırılmasına ihtiyaç vardır. Toplumun parçalanması ile yüz yüzeyiz ve böyle giderse insanlık adına bir şey kalmayacak!

Küreselleşmenin, insan topluluklarını marjinal duruma düşmesine yol açan kuşatması, bizleri yeni arayışlara itmiştir. Yerellik, şimdi çağcıl yaşamın yeniden düzenlenişinde demokratikleşme mücadelesinin önemli bir zemini ve alanı olmaktadır. Yerel kimliklerin, eski-geleneksel ve modernist zihniyet tarafından gerilikle neredeyse özdeş tutulması konumu, çağcıl gelişmeler eliyle demokratik görevler ve anlamlarla yüklenmiş bulunmaktadır. Belediyelerin önemini vurgulamıştık. Tekrardan M. Bookchin’le devam edecek olursak: “En önemli sorun, insanların güç kazanacağı [erke sahip olacağı] bir şekilde toplumun yapısını değiştirmek. Bunu yapmanın en iyi yeri ise, yüz yüze demokrasi yaratma fırsatına sahip olduğumuz belediyelerdir –şehir, kasaba ve köy. Yerel hükümetleri, insanların yaşadıkları ekonomi ve toplum hakkında tartışabilecekleri ve kararlar alabilecekleri halk meclislerine dönüştürebiliriz. Bir komşu şehir ya da kasabada iktidara gelirsek [erki elde edebilirsek]; bütün meclisleri konfedere hale getirilebilir ve sonra da bu kasaba ve şehirleri halk hükümetine konfedere hale getirebiliriz –(sınıf yönetimi ve sömürünün bir aracı olan) devlet değil, halkın erke sahip olduğu bir hükümet. İşte bu pratik anlamda benim komünalizm diye adlandırdığım [şeydir].”

Tabandan demokrasinin gerçekleşmesi, her bireyin kendini özne görmesi, iradeleşmesi ve katılım göstermesi demokrasinin de temel ilkesidir. Belki pratikleşmesi zaman alacaktır. Karşısında binlerce yıllık devletçi zor aygıtın tepeden tırnağa baskıcı ve hiyerarşik örgütlenmesi ile halkları esir alma gerçekliği var. Bazen baskı ve zor aracını kullanırken bazen de hipnoz yöntemlerle bireyi sisteme bağlar. Bireyler içinde, en fazla kendine bağlamak istediği kesimin başında gençliğin gelmesi tesadüf değildir. Gençlik her zaman sistemin yedek gücü yapılmak istenmiştir.

“Özgürlüğe yürüyen bir gençliği tutmak zordur elbette. Gençlik sistemlerin başına en başta bela olan kesimdir. Tarih boyunca bu çok iyi bilindiği için, eğitim adı altında gençlik kurban edilmekten tutalım, akla hayale gelmez uygulamalara tabi tutulmuştur.

Hiyerarşik toplumun yükselişinde kadından sonra gençliğin bu duruma düşürülmesi belirleyici rol oynar. Gençliği kontrole alan düzenin kendini en güçlü hisseden düzen sayması boşuna değildir. Daha sonraki devletçi toplum sistemlerinin tümü gençliğe benzer bir uygulamayı dayatacaklardır. Zihni böyle yıkanan gençlik her işe koşturulabilir. Savaş dâhil en zor işi meslek edinebilir. En önde tüm zor işlere sürülür.”[2] Köylerin talanı, vahşet uygulamalar; giderek kır-kent çelişkilerini derinleştirmiş ve doğa kendini sürdüremez olmuştur. Milyonluk kentleri değil 10 yıl, birkaç yıl dahi beslemek mucizedir. Nüfus artışı korkunç olmuştur. Peki, neden? Bu aşamaya sadece zor olgusuyla mı gelindi?

Zor olgusunun bazı şeyleri açıklamakta yetersiz kalacağı açıktır. Öncelikle sistem kendini çekici kılmakla işe başlar. Ruhları ve beyinleri satın alır. Eğlence merkezleri, üniversite kampüsleri, stadyumlar, parklar, hastaneler, yüksek binalar, müzeler, tiyatro, sinema salonları… Bir kentin olmazsa olmazlarıdır.

Özü eğitim, spor, aydınlanma yerleri olması gerekirken, cehaletin, köleleşmenin, tüketimin, metanın merkezlerine dönüşmüştür. Şehirleri küçük bir devlet olarak ele aldığımızda, devletin sürdürdüğü asimilasyon, soykırım politikalarının ilk elden uygulayıcıları olduğunu görürüz. Nasıl ki ilk dönem rahipleri hile ve aldatmalarıyla kenti asıl işlevinden uzaklaştırmışsa, aynı yalan biraz biçim değiştirerek devam etmektedir. Hem de hızından hiçbir şey kaybetmeden! Eskinin rahipleri, bugünün üniversite hocaları olmaktadır.

Biçim farklı öz aynı. Devlet, tüm vahşetiyle devrede… Kürdistan şehirleri için bu durumu daha net söyleyebiliriz. Mantar gibi türeyen internet cafeler, Üniversite kampüsleri, eğlence merkezleri, kentlerin bir gerçeği olmuştur. Hedef kitlesinin gençlik oluşu sadece tüketim olgusuyla açıklanamaz. Bir boyut belki bu olabilir; fakat bütün gerçeği vermez.

Sanayileşme ile birlikte kentlerde iş gücüne büyük gereksinim duyuldu. Gençlik kitlesinde “şanslı” olanlar işçileşirken, diğerleri yedekte, işsiz orduları içinde, hazırdır zaten. Ve böylece “şanslılar” işini kaybetmemek için daha fazla çalışır… Gençliğin görevlerinden bir diğeri Milliyetçiliğin vazgeçilmezi, sömürünün meta gaspçılığıdır. Ulus-devlet ve hakim ideoloji olan milliyetçilik, şehirlerde çağın dini olurken, gençlik savaşlarda hep aranan iyi bir asker oldu. Dinde sorgusuz mürit, maçlarda holigan, inşa edilen gerçeklerde sistemin metası, alım-satım eşyası, reklam aracı…

Kısaca gençlik kendi kimliği dışında her şey olur. Tarihsel bütünlük içinde açıklandığında gençliğin fiziki bir olay değil toplumsal bir olay olduğu görülecektir.

Kapitalizm, toplumu yaratmış olduğu iki büyük diniyle teslim almak istedi:1-Milliyetçilik 2-Liberalizm. Tabii dönemlere göre etkinliği farklıdır. Toplum içinde en fazla zararı gören ise gençlik olmuştur. Bu nedenle gençlik savaşlarda kırılan, ölendir hep; sahte hayallerle tüketilen bir enerjidir: boş ve amaçsız. Tarihsiz ve geleceksizdir! “Özgürlük” An’a sığdırılmaya çalışılır.

Oysa asıl gerçeklik gençliğin, en fazla toplumsal olduğudur. Geçmişten kopmamıştır daha ve geleceğe güvenle bakar. Geçmiş ve gelecek arasında bir köprüdür yani. Direnir toplumun parçalanmasına. Belki de bundandır en fazla grupçuluk oluşturan kesimin başından gençliğin gelişi. Her zaman bir arkadaş ortamı vardır. 12 Eylül’le bu toplumsallık parçalanmak istendi. 3’S’lerle, sanalla, uyuşturucu ve daha birçok yöntemle bireycilik geliştirilmek istendi fakat başarılı olunmadı.

Sistem, en çok gençlikten korkar. Gençlik bir nevi duygu bombasıdır! Eskiyle yetinmeyen yeniyi bulmaya çalışan bir arayışçı, değiştiren ve dönüştüren devrimcidir. Kolay kolay köleliği kabul etmez. Ruhu akışkan ve özgürdür. Toplumsal olabilmeyi başardığında önünde hiçbir güç duramaz. Bundan korkulduğu içindir ki cezaevlerine konulur, asimilasyon merkezlerinden geçirilir. Her türlü fiziki ve kültürel soykırımlara tabi tutulur…

Toplumsal inşalarda gençliğin rolü belirgindir.

Yerel demokrasilerin inşasında gençliğe dayanmayan hiçbir sistemin başarı şansı olamaz! Gençlik bir toplumun geleceğidir, kimliğidir.

Demokratik yerel örgütlenmelerde ahlaki-politikentelektüel görevlerini yerine getirirken gençlik;

Sistem içileşmeye düşmemelidir. Sistemin zihniyetinden kopuş, temel slogan olmalıdır.

Bireyselliğe karşı toplumsallığı esas alan, parçadan ziyade parça-bütün ilişkisine dayanan ve insanı tarihşimdi ve geleceğin yarattıkları olarak gören, ekolojikcanlı bir doğa ve kültür görüşünden hareketle, emeği ve yaşamı bütün canlılar için kutsal sayan bir hakikatin temsilcisi olabilmelidir.

Kentin tüm tek tipleştirici, soyut, parçalayıcı, gri tondaki olumsuzluklarına karşı; farklılıkları gözeterek, bütünleyici, çoğul ve canlı bir bileşenin öncülüğünde yer alabilmelidir. Çalışırken yaratan, yarattıkça kendi bilincine varan ve özgürleşen birey; maneviyatın gücünü anlar. Kentler daha çok maddidir ve olmayan manevidir. Maneviyatın temelinde ise aşk vardır. Yani başkaları için, başka şeyler için ölebilmek. Toplumsallığı inşa ederken ya da savunurken emeğin kutsallığından şüphe edilebilinir mi?

Bir kent meclisi içinde yer alırken, bir kooperatif çalışması yaparken ya da bir mahalle-sokak komününü örgütlerken de büyük bir heyecan ve aşkla işe koyulabilmelidir. Toplumsallık için ortaya koyulan emek hiçbir zaman boşa gitmez. Her canlı kendi toplumunda anlam ve his kazanır. Kapitalizm, ekonomi karşıtıyken ve gerçek üreticiler olan kadını, işçileri, köylüleri, gençleri dışlarken; Demokratik toplum bütünlükçü ve kapsayıcıdır. Toplumsallığı esas alan his, her zaman en büyük anlam gücüne erişir. Demokratik-yerinden yönetimlerde, demokratik modernitenin kurumları, zihinleri ile birlikte bir an önce oluşturabilinmelidir. Çevre-ekoloji kurumlarından, kültür-sanat merkezlerine; dil-edebiyat okullarından, sağlık, spor tesislerine dek geniş bir yelpazede kurumsallaşmaya ihtiyaç vardır. Yerinden demokrasinin gelişmesi için kurumlaşma önemlidir. Tabi öncelikle maddi ve manevi birliktelik sağlanmalıdır. Zihin; manevi, anlam, enerji, özgürlük bilinci olurken; kurumlar daha çok maddi yapısı olmaktadır. Yapısallık-işlevsellik birbirini ancak o zaman tamamlar.

Gençlik duygu bombasıdır denilirken duygusallığından bahsedilmiyor. Duygusallık zayıflıktır! Duygu ise yüce şeyler için yaşamak ve mücadele vermektir. Bin yılların uygarlığı, kent-sınıf-devlet örüntüsüyle günümüze dek varlığını sürdürdü. Gelinen aşama yolun sonudur. Tüm kötülükleri ile birlikte uygarlığı, tarihin çöp sepetin atma vakti gelmiştir. Yerinden yöneten ve herkesin karar aldığı, katıldığı, farklılıkların özgürlük olduğu ve farklılıkların bütünlük içinde temsilini bulduğu sistemi inşa ederken, gençlik bir kez daha tarihi görevlerle yüz yüzedir.

[1] Murray Bookchin, Kentsiz Kentleşme, çev.: Burak Özyalçın, Ayrıntı Yay. 1999, s.15.
[2] Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.