Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumsal Var Olma Hali Tarih ve Kültürle Mümkündür

Zilar Bilmez

Varlığın, zaman ve mekan içerisinde kendisini oluştururken, ortaya çıkardığı maddi ve manevi birikimlerin ve ürettiği değerlerin tümüne “kültür” demek mümkündür. Aslında kültüre, varlığın bir diğer anlamı da diyebiliriz. Çünkü varlık, bir bilinç birikimi ve farklılaşma demektir aynı zamanda. Bu da kültür demektir. İşlenmemiş bilinç hali de diyebileceğimiz potansiyel enerjinin, kendisini var kılma, farklı kılma sürecine, bir tür “oluş süreci” diyoruz. Oluştan ve oluşa yol açan zaman-bilinç ikilisinden bağımsız bir varlık düşünülemez. Varlığı, sadece maddeden ibaret görmek, maddenin doğadaki üç halinden ibaret saymak, sadece kütlesi, ağırlığı, hacmi, uzunluğu ve yüksekliği olan şeyler olarak açıklamak, çocukça bir bilince sığdırmak olur. Varlık olma hali, sürekli bir gerçekleşme halidir diyebiliriz. Oluş süreci veya varlık kazanma süreci, bir tarih ve kültür üretir. Bir tarih ve kültür sahibi olmayan varlık, neredeyse yoktur. Çünkü tüm varlıkların bir var oluş zamanları, bir de var oluş tarzları vardır. Her var oluşun zamanını ‘tarih’, var oluş tarzını da bir tür “kültür” olarak değerlendirebiliriz. Oluşu başlatanın, harekete geçirenin, sürdürenin ve oluşun biçimine karar verenin de bir tür “bilinç” olduğunu söylersek sanıyorum yanılmış olmayız.

Bir çok tikel varoluşun veya farklılaşmanın, aynı zaman ve mekanda çok benzer bir tarz yarattıklarını görmek de mümkündür. Bir tarzların boydan boya kendiliğinden kırmızı gelinciklerle veya beyaz papatyalarla dolması gibi. Veya bir ters lale topluluğunun adeta birbirini kollarcasına, yan yana açması gibi. Ya da birbirine son derece benzer ama aynı zamanda birer tikel olan milyonlarca karıncanın ortak zaman ve mekanda geliştirdikleri kolektif topluluk tarzı, bir kültür olarak adlandırılabilir. Arıların kendi iç topluluk yapısına ve işleyiş tarzına da bir kültür örneği olarak bakılabilir. Diğer hayvan topluluklarıyla karşılaştırıldığında muazzam bir farklılaşmaları var. Kendi içlerinde birbirlerine çok benzeseler de, her birinin ayrı bir tikellikte var olduğu görülür. Ancak son derece örgütlü ve ortak işleyen bir çalışma ve üretim tarzları var, bir yaşam ve ilişki tarzları var, bir üretim hiyerarşileri var. Arının hem tikel olarak kendini var etmesini, hem topluluk kılmasını ve yaptığı balın üretimini, işleyen müthiş bilinçlilik durumunu buna örnek verebiliriz. Bitki ve hayvanlardaki kültür örneklerini çoğaltabiliriz. Ancak konumuz kültürel soykırımdır ve kültürel soykırım, sadece insana has bir eylemdir. O yüzden konuyu daha çok, insan ve toplum odaklı geliştirmemiz gerekiyor.

Kültür kavramının etimolojisini incelediğimizde, sözcüğün Latince culturadan geldiğini görürüz. Cultura, “inşa etmek”, “işlemek”, “süslemek, “bakmak” anlamlarına gelen Colere’den türetilmiştir. Kültür anlamında eski Türkçede kullanılan “hars” sözcüğü ise Arapçadır ve “tarla sürmek” anlamına geliyor. Günümüz Türkçesinde çok kullanılmasa da, Cumhuriyet dönemiyle beraber Türk Dil Kurumu, eski Türkçeye Arapçadan geçen “hars” sözcüğü yerine “ekin” sözcüğünü geliştirmiştir. Kültür kelimesinin Kürtçedeki karşılığı ise “çand” veya “çandıni” oluyor. “Çand”, ekin anlamına gelir. “Çandıni” ise ekin ekme işi, toprağı işleme işi oluyor. Söz konusu kavrama, birçok dilin yüklediği kök anlama bakıldığında, ortaya son derece ortak bir anlam çıkıyor. “Kültür” sözcüğüne; Toprak veya mera işleme, tarla sürme, ekin ekme, çandıni kırın, inşa etme, bakma ve süs leme gibi benzer anlamlar yüklendiğini görüyoruz. Yorumlayacak olursak ortaya; ekerek, biçerek, işleyerek, bakarak, yapılandırarak, inşa ederek, bir şeyleri var etmek çıkıyor. Yani ortaya, insan toplumunun bilinçli üretim faaliyeti çıkıyor. Tabi insan müdahalesi olmadan da, bir varlık kendiliğinden var olabilir ve bu var olma sürecinin içinde gerçekleştiği bir tarihe ve bir kültüre sahip olabilir. Ancak konumuz, insan ve toplum kültürü olduğu için, insan toplumunun bilinçli üretim faaliyeti olarak çıkıyor ortaya. Üretim faaliyeti, bir oluşturma ve oluşma faaliyetidir aynı zamanda. Bir var olma ve var etme faaliyetidir. Var ettikçe, var da oluyorsunuz aynı zamanda. Yani her bakımdan bir “olma” durumudur. Bir oluş sürecidir. “Oluş” için gerekli maddi araç-gereçlerin bulunması, onları bulacak düşünce ve akıl yapısının geliştirilmesi, gerekli bilgiye ulaşılması veya o bilginin ön görülüp üretilmesi, bunların gerekli kıldığı iletişimin ve iletişimi sağlarken ortaya çıkan kaynaşmanın sağlanması, bu kapsama girer. Demek ki oluş için gerekli maddi araç ve gereçlerin temini, bunun için gerekli bilginin edinilmesi veya yaratılması, süreç boyunca gerekli iletişimin sağlanması, ortaya çıkan ilişki ve kaynaşma düzeyi, yaşanan duygu ve düşünce etkileşimi ve tüm bunların içinde gerçekleştiği zaman faktörü ortaya bir kültür çıkarır. Yani kültür; varlığın, oluş süreci içerisinde ortaya çıkardığı maddi manevi tüm birikimlerdir. Bu süreç, hayvan ve bitkilerde topluluk halini doğurur. İnsanlarda ise toplumsallaşmaya yol açmıştır. “Oluş” için gerekli her şeyin düşünülme, bulunma, planlanma, icat edilme ve eyleme kavuşma sürecidir. Bu eylemi gerçekleştirecek özne olarak insan bireyinin tek başına altından kalkması pek mümkün olamayacağı için, bütün bu süreçler beşeri münasebetleri zorunlu kılar. Yani insanı “bir var olma tarzı”olarak, sosyal kılar. Birbiriyle ilişki içine sokar. Bu iletişim demektir. İletişim, dilin gelişimi ve birlikte yaşam kültürü demektir. Kolektivizm ve toplumsallığı geliştirir. Birbirini koruma ve yaşatma, birbirine alışma ve sevme gibi toplumsal duyguları geliştirir. En önemlisi de, yavaş yavaş aidiyet duygusuna yol açar. Hiçbir birey, kendini diğerlerinden kopuk, tamamen bağımsız görmez. Çünkü yaban yaşamı karşısında diğerlerine ihtiyaç duyar. Tek başına yaşamasının mümkün olmadığı bilgisini, başına gelen acı tecrübelerden edinmiştir. O yüzden tüm bireyler, vazgeçilmez bir hakikat olarak kendilerini var olan topluluğa ait görürler. Bu birlikte yaşam ve toplum ilişkisi,  tarih ve kültür demektir. Dil ve kimlik demektir. Toplumsallaşmak, toplum tarzında var olmak, tarih içinde kültür oluşturmak demektir. İnsanın toplumsallaşmasına yol açan zayıf biyolojik doğası, insan kültürünün ve tarihinin de ana kaynağıdır. Bu yüzden insan; toplumsal, tarihsel ve kültürel bir varlık olarak gelişmeye devam etmektedir. Onu on binlerce yıl ayakta tutan toplumsal doğası ise ahlaki ve politik nitelikler taşır. Toplum, bir var olma halidir ve toplumsal varlık hali, ahlaki ve politik karakterdedir. Yani toplumsal varlık halini mümkün kılan, ahlak ve politikadır. O yüzden, toplumsal doğanın ahlaki ve politik olduğuna dair Ali Fırat’n yaptığı tespit çok tarihi ve sosyolojik bir tespittir. Buna toplum halinde yaşamanın gerekli kıldığı öz kültür veya kök kültür de diyebiliriz. Toplum halinde var olmanın gerektirdiği bu ahlaki ve politik olma durumu, dünyanın her yerinde yaşanan bir hakikat olarak gelişmiştir. Toplumun evrensel düzeyde taşıdığı bir özellik ve nitelik diyebiliriz. Her toplumsal farklılaşmanın, bu öz kültüre eklediği yaratımları da vurgulamayı, kuşkusuz unutmamak gerekir.

Bir sermaye ve iktidar birikimi olarak ortaya çıkan uygarlığın, toplumsal doğa olarak bu kök kültüre yaptığı sayısız saldırı ve müdahaleler var. Toplumun birlikte demokratik, eşit ve özgür yaşam kültürüne yaptığı müdahale ve saldırılar, büyük toplumsal parçalanmalara, erimelere ve yok oluşlara yol açmıştır. Binlerce yıllık toplumsal tarih içerisinde gelişen dillerin, kültürlerin ve inançların neredeyse birçoğu yok olmuştur. Yok olan dilleri, tarihleri ve inançları da aslında kültürün birer parçası olarak sayabiliriz. Dolayısıyla uygarlığın yol açtığı ve gelişme olarak sayılabilecek yönleri kadar, sebep olduğu bir kültür kırım da var. Buna toplum kırım da diyebiliriz, kültür kırımı da diyebiliriz. İnsanlığın toplumsal bir varlık olarak yaşamasını olanaklı kılmış olan kök kültürün, uğradığı uygarlık saldırıları karşısında, insan toplumu da sürekli bir varlık savaşı içinde olmuştur. Bir var oluş, bir direniş mücadelesi içinde olmuştur. Bunun için hem kök kültürünü korumaya çalışmış, hem de yeni kültürel biçimlenişler geliştirmiştir. Yeni inanç sistemleri geliştirmiştir. Yeni düşünce biçimleri ve bilgi yapıları geliştirmiştir. Felsefe ve bilim aşamasına bu mücadeleler ve direnişler sonucunda varılmıştır.

 

Kültürel Soykırımlar

İnsanlık tarihinde kültürel soykırım sürecinin gelişmeye başlaması, bir sermaye ve iktidar biriktirme tekeli olarak uygarlığın gelişme sürecine girmesiyle at başıdır. Uygarlığın hedeflediği, esasta toplumsal doğa olmuştur. Çünkü uygarlık, toplumsal doğa olarak da tanımlayabileceğimiz kök kültürün, öz kültürün yol açtığı gelişmelere el koyan bir tekel olarak gelişmiştir. Toplumsal varlığın oluşumunu ve sürekliliğini mümkün kılan, sahip olduğu demokratik öz kültürüydü. Uygarlığın kültür karşıtı güçleri, toplumun demokratik öz kültürünü hedef aldıkça yükselmeyi başarmışlardır. Toplumun ahlak geliştiren ve politika yapan demokratik kültürel yapısını deforme ettikçe, kendini yaşatma şansı bulabilmiştir. Bunu yaparken karşısında çok büyük direnişlerle karşılaşmıştır. Bu yüzden insanlık tarihi, devrim ve karşı devrimlerin mücadelesiyle doludur. Konumuz kapsamında karşı devrimleri kapitalist uygarlığın birer soykırım operasyonu, devrimleri ise toplumun demokratik öz kültürünü sürekli savunmaya, korumaya ve yaşatmaya çalışan direnişler olarak anlamlandırabiliriz. Yüklediğimiz bu anlam doğrultusunda bakıldığında, soykırım ve karşısında gelişen devrimsel direnişler, daha çok egemen ulus devletler döneminde gözle görünür bir yoğunluk kazanmıştır. Uygarlık tarihi boyunca soykırımlar, tüm çeşitliliğiyle hep olmuştur.

Ancak özellikle son iki yüz yıl içerisinde, merkezi ulus devletlerin hızla çoğalmasıyla beraber daha da derinleştirilmiştir. Egemen ulus devletlerin, sermaye ve iktidar birikimini büyütmek ve bulundukları bölgede hakim güç konumuna gelmek için ihtiyaç duyduğu zengin hammadde kaynaklarına ulaşmak için, verimli topraklara ve geniş coğrafyalara yayılma süreci, sömürgeciliği doğurmuştur. Sömürgeciliğin gelişmesi, genelde fiziki zor ve şiddet yöntemiyle mümkün olabilmiştir. İşgal edilmek istenen topraklarda yaşayan insanların, kendi mülklerini ve topraklarını vermek istememesi ve savunması, egemen güce hizmet veya kölelik yapmak istememesi karşısında sömürgeci güçler, boyun eğdirmek için toplu fiziki katliamlar yapmaktan çekinmemiştir. Kültürel soykırım yöntemini, fiziki soykırımların devamı niteliğinde görebiliriz. Hatta Kültürel soykırımın fiziki soykırımdan çok daha tehlikeli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü fiziki kölelik süreçlerinden veya fiziki soykırım uygulamalarından geçen toplumlarda, bir bellek oluşur. Böylesi durumlarda insanlar, zorla boyun eğmek zorunda kalmış, zorun gücüyle egemene hizmet etmekte veya ona boyun eğmektedir. Kültürel soykırımda ise bambaşka bir durum vardır. Dilini, kimliğini, kültürünü inkar dayatılır. İnsana kimliğini veren, sahip olduğu kültürüdür. Kimliğini yitiren insan, onu var eden kültürünü de yitirir. Kimlik ve kültür yitirildi mi bellek de gider. Tarihini, belleğini, kültürünü, kimliğini yitirme hali, bir “olmama” halini ifade eder. Bunları yitirme hali, “yokluk” halidir. Varlığını yitirme halidir. Kendine yabancılaşma, kendini inkar halidir. Varacağı yer ise başkalaşma halidir. Yani kendi olmaktan çıkma, kendini yadsıma, başkasına dönüşme hali oluyor. Kültürel soykırım uygulaması; gerektiği kadar zor ve şiddet yöntemlerine paralel olarak, zorunlu asimilasyon sürecine alınmayı da gerektirir. Zorunlu asimilasyon gerçekleşmeden, kültürel soykırım mümkün değildir. Zorunlu asimilasyon uygulamaları ile sömürge toplumun ruhsal ve iradi açıdan teslim alınması hedeflenir. Kendini inkar ve kültürel imha dayatılır. Toplumun kimlik inkarı ve kültürel soykırımının gerçekleşmesi için, egemen sömürgeci ulus devletin var olan tüm kurumları seferber edilir. Özel ve psikolojik savaş yöntemleri devreye sokulur. Kurumların her biri kendi kapsamında çok özel plan ve projeler geliştirme yarışına girerler. Bunun için özel teşvik ödülleri dağıtılır. Soykırımın gerçekleştirilmesinde en çok hangi kurum ve kişiler rol oynuyorsa, onlara maddi değeri yüksek ödüller veya ikramiyeler verilir. Sonunda öyle bir hale getirilir ki, soykırımı en fazla uygulayan kurum ve kişiler ile soykırıma en çok yatan kişilerin kendini toplumun en iyileri, en akıllıları, en değerlileri görmesi sağlanır. Soykırımı uygulayan egemenler cephesinden böyle bir algı yaşamak, biraz daha normal görülebilir. Ancak soykırıma uğrayanlarda da bu algı ve duyguyu yaşatabildiğinde, kültürel soykırımdan sonuç alınmış demektir.

Demokratik uygarlığın veya demokratik toplumun birer birimi olan halklar, etnik ve kültürel yapılar, inanç ve düşünce toplulukları,  mezhepsel kimlikler, kapitalist çağda güçten düşürülmüştür. Doğalarından gelen niteliklerini adeta kaybetmekle yüz yüze kalmışlardır. Örgütlülükleri darmadağın olmuş, adeta atomlarına bölünmüştür. Kendilerini savunacak, koruyacak ve yaşatacak hiçbir silahları kalmamıştır. Fiziki olarak yaşamını sürdürmeye bile yetecek bir güçleri bırakılmamıştır. Maddi geçim olanaklarından tutalım da yaşamın anlamsal değerini üretmeye kadar, her türlü hakkı elinden alınmıştır. Şehirleşerek topraktan kopma, bu süreci başlatan etkenlerin başında gelir. İnsan için topraktan kopuş, kök kültürden, öz kültürden kopuş anlamına gelmiştir. Topraktan doğadan uzaklaşıp koptukça, aslında onu var eden demokratik öz kültüründen de uzaklaşmaya, yabancılaşmaya başlamıştır. Demokratik ve kollektif olma, tüm doğayı canlı görüp saygı ve sevgi duyma, yine hayata kadın merkezli bakma, kadın özgürlükçü yaşama gibi ilk kültürü, öz kültürü oluşturan özelliklerine tamamen yabancılaşma sürecine girmiştir.

 

Kültürel Soykırımın Hedefleri

Askeri, ekonomik, sosyal ve siyasi olarak güçlü bir kapitalist sermaye tekelinin, kendi bünyesinde yaşayan zayıf konumdaki demokratik birimlerin var olan kültürlerini unutturmaya, inkar etmeye, yok etmeye dönük gerçekleştirdiği faaliyetler bütününe, kültürel soykırım diyebiliriz. Bunun için egemen ulus devletler, kültürel soykırımdan geçirmeyi hedeflediği diğer etnik toplulukların dillerini, tarihlerini unutturmaya ve yok etmeye dönük faaliyetler yürütürler. Var olan tarihi ve kültürel kalıntıları, hem maddi olarak hem de manevi olarak ortadan kaldırarak bunu sağlamaya çalışırlar. Örneğin baraj yapma adı altında, insanlık hakikatinin ortaya çıkmasında rol oynayabilecek çok önemli tarihi yerleri suların altına gömerler. İnsanlığın toplumsallaşma sırlarıyla yüklü olarak toprak altından çıkan tarihi kalıntıları savaş, çatışma, hırsızlık vb adlar altında ortadan kaldırmaya, yok etmeye çalışırlar. Soykırımdan geçirmek istediği halkın veya etnik topluluğun diline, kültürüne, tarihine, gelenek ve göreneklerine ilişkin ne varsa gözler önünden kaldırırlar. Görünmesini, temas etmesini, diri tutulmasını, yaşatılmasını yasaklarlar. Soykırımdan geçirmeye çalıştıkları halk topluluğunda psikolojik olarak aşağılık kompleksi yaratmayı hedeflerler. Kendisinin üstün olduğu, öbürlerinin aşağılık olduğu duygusunu ve algısını geliştirerek sonuç almaya çalışırlar. Soykırımla yüz yüze olan halkı adeta kendi dilinden, kimliğinden, kültüründen utanır hale getirmeyi ve kendi egemen diline, kimliğine ve kültürüne imrenmesini, özenmesini sağlamayı amaçlarlar. Çünkü kültürel soykırımlarda amaç, bir halkın milli duygularını yıkmak, onlarda aşağılık duygusuna yol açmak ve dayandığı öz dinamiklerini, taşıdığı potansiyeli parçalamaktır. Bozmak, yok etmek ve ortadan kaldırmaktır. Örneğin bir halkın millet veya ulus gibi siyasi bir toplum örgütlenmesi seviyesinde görülmesi için bir dile, bir tarihe, bir kültüre, bir kimliğe vs. sahip olması gerekir. Veya kendini millet veya ulus sayan halkların böylesi kültürel, tarihsel, iradi öz kimlik birikimleri vardır. Sömürdüğü, soykırımdan geçirmek istediği halkın, milletin, ulusun, varlık olarak dayandığı bu öz dinamiklerini aşağılayarak, unutturarak, dumura uğratarak yok edip bu halkı kendi egemenliğine katmayı amaçlar. Ona kendi egemen dilini, tarihini, kültürünü, kimliğini ve inancını dayatır. Ulusların devletleşme sürecinde kendini egemen kılma faaliyetleri, diğer halkların uluslaşmasının önünü almak üzerinden geliştirilir. Diğer milletlerin milli duygularını, ulusal duygularını yıkmayı ve uluslaşma süreçlerini sekteye uğratmayı, dağıtmayı esas alarak kendini egemen kılma hedefine doğru yürür. Hatta diğer zayıf ulusların milli duygularını yıkarak, aşağılayarak, kimliksizleştirerek, dilini ve kültürünü unutturarak kendi egemenlik sınırlarına katmayı hedefler. Kendine yabancılaştırarak, egemen ulus devlete boyun eğmesi sağlanır.

 

Kültürel Soykırıma Verilecek En Çarpıcı Örnek Kürt Halkı Örneğidir

Egemen ulus devletlerin gelişim süreci içerisinde devletleşememiş birçok halk ve ulus, kültürel soykırımlarla karşı karşıya kalmıştır. Bunun dünyada birçok örneği vardır. En yakınımızdaki, en tanıdığımız ve kültürel soykırıma en koyu biçimiyle maruz kalan örnek, Kürt Halk örneğidir. Kürt Halkı, daha önce tüm sosyal kültürel yapısıyla Osmanlı sınırları içerisinde yaşıyordu. Osmanlı’nın son iki yüz yıllık gerileme dönemine kadar, belli bir toplumsal barış ve ittifak durumu söz konusuydu. Ancak Batıda gelişen uluslaşma sürecinin, Osmanlı toplumsal yapısını oluşturan halkların da içine yansımasıyla beraber, Osmanlı imparatorluk sistemi de yönetim tarzında daha baskıcı bir siyaset izlemeye başladı. İzlenen yeni siyaset, halkların uluslaşarak Osmanlı’dan kopuşunu engelleme temelindeydi. Bunu hem çeşitli zor ve şiddet yöntemleriyle geliştirmeye çalıştı, hem de dünyanın batısındaki gelişmelere ayak uydurma temelinde çıkardığı bazı yeni kanunlarla yapmaya çalıştı. Bu temelde başlatmış olduğu Meşrutiyet ve Tanzimat dönemlerini pek başarılı yürütemedi. Bunu başaramayınca giderek kimlik bilinci gelişmeye başlayan ve kendi uluslaşma sürecini kendi iradesiyle yaşamak isteyen halklara karşı baskı ve şiddet uygulamaya ağırlık verdi. Osmanlı’nın çöküşünü hızlandıran, batıda gelişen uluslaşma sürecini kendi iç toplumsal yapısında sağlıklı karşılama yeteneğini gösterememesi, yaptığı reformların yetersiz kalması ve daha çok baskı şiddet yöntemleri ile süreci yönetmeye çalışması olmuştur. Milletleşme bilinci geliştiren halklar, buna tahammül göstermemiş, ayrılmış ve kendi mecralarında kendi uluslaşma süreçlerini örgütlemişlerdir. Osmanlı’dan kopuş sürecinin başını Makedon, Rum, Yunan ve Bulgar halkları çekmiştir.

Dönemin Kürt sosyolojisine hakim olan, aşiret örgütlenmeleridir. Aşiret örgütlenmesini aşacak, milletleşme-uluslaşma sürecini bilinçli ve sistemli geliştirecek bir program etrafında örgütlü bir mücadeleye kavuşturacak yeni bir ideolojik politik perspektif geliştirememişlerdir. Osmanlı’nın genel olarak halklara ve inançlara uygulamaya başladığı baskı ve şiddet siyaseti karşısında belli bir direniş içinde olmuşlardır. Ancak, Kürtler’in bu dönemdeki direnişi daha çok oluşan baskı ve şiddet rejimine gösterilen bir tepkidir. Aşiretlerden alınan toprak vergisinin, mülkiyet vergisinin artırılması, savaşta olunduğu için eskiye oranla daha fazla gencin zorla askere götürülmesi gibi sebepler, Osmanlı sürecinde ortaya çıkan isyanların nedeni olarak görülebilir. Kendi millet ve ulus kimliğinin etrafına birlik ve bütünlüğünü sağlayacak, kendi kaderini tayin etme hakkı temelinde bir demokratik uluslaşma sürecini başlatma, kendi bağımsız ülkesini kurma vb hedefleri oluşmamıştır. Sürecin Kürtler açısından böyle yürümesinde taşıdıkları bilinç düzeyinin de etkisi büyüktür. Uygarlığın hızla ortaya çıkardığı bilimsel entelektüel gelişmelerin, çağdaş siyasal düşüncelerin ve ortaya çıkardığı sanat ve edebiyat alanındaki gelişmeleri yeterli düzeyde takip edememiştir. Kürdistan’ın coğrafik konumundan, yer altı yer üstü zenginlik kaynaklarından dolayı, sürekli işgale maruz kalan gerçeği onu, hep savunma pozisyonunda tutmuştur. Kendini koruma ve savunma dışında, toplumsal olarak diğer alanlarda fazla bir gelişmenin peşine takılmamıştır. Aslında Osmanlı’nın egemenler cephesinden çağı geride seyretmesine benzer bir pozisyonu, Kürtler de halklar cephesinden, farklı nedenlerle, daha kendine has nedenlerle çağı geriden takip etmiş diyebiliriz. Bu durum, halkların kendi kaderini belirleme sürecinde; belli bir dile, kültüre, tarihe, toprak parçasına sahip olan her halkın kendi ulus örgütlemesini geliştirmesini sağlarken, Kürtlerin sahip olduğu tüm bu ulusal niteliklere rağmen, uluslaşamamalarına neden olmuştur.

Kürtler, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı yönetimiyle, ulusal kurtuluş savaşında ise Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte hareket etmiştir. İlkin Osmanlı’yı sonra da yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetini farklı bir dile, farklı bir kültüre, farklı bir etnik kimliğe sahip olmalarına rağmen, kendi ülkeleri olarak görmüş ve savunmuşlardır. Çünkü Türkiye’nin Kürdistan topraklarını ve Kürdistan toplumunu da kapsadığını ve cumhuriyet çatısı altında, eski Osmanlı çatısı gibi yerel yönetim hakkına sahip kimliksel bir özerklik çerçevesinde yaşanabileceğine inanmışlardır. Cumhuriyetin kurucu meclisinde Kürt vekillerin yer alma düzeyi, yine Mustafa Kemal Atatürk’ün hem kurucu mecliste hem de başka resmi toplantı zeminlerinde yaptığı bazı konuşmalar, Kürtlerin Türklerle yollarını neden ayırmadığını açıklamaktadır. Kürtlere yerel özerklik ve muhtariyet haklarının tanınması çerçevesinde, 1921 Anayasası oluşturulmuştur. Sadece Kürtlere değil, aslında cumhuriyetin kapsadığı tüm etnik ve kültürel yapılara, ağırlık oluşturdukları bölgelerde kendi yerel yönetimlerini oluşturma ve kendi toplumsal sistemlerini geliştirme hakları bu anayasada tanımlanmıştır. Ancak 1924 Anayasasıyla beraber, kuruluştaki bu birlikte ortak ve demokratik yaşam felsefesi tamamen değiştirilmiş ve cumhuriyetin kuruluşta kapsadığı etnik ve kültürel yapılar, halklar adeta felce uğratılmıştır. Her şey ve herkes cumhuriyetin merkezileşmesi ve egemen bir devlete dönüşmesi temelinde organize olmuş, hem resmi yasalar hem toplumsal ilişkiler buna göre yeniden düzenlenmiştir. Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek dil, tek kültür gibi teklikler üzerinden Tanrılaştırılan yeni egemen bir ulus devlet inşa edilmiştir. Buna, egemen sınıfların kendi uluslarını egemen devlet yapma sürecinde ürettikleri bir tür hastalık da diyebiliriz. Aslında egemen sınıfların kendi uluslarını ele geçirip, başka uluslardan üstün oldukları duygu ve psikolojisine yol açarak, onları da egemen millet olmaya ikna etmesidir. Irkçılık ve milliyetçiliği bir hastalık düzeyinde geliştirmektir. Toplumsal doğada gelişen en büyük hastalık budur diyebiliriz. Irkçılık ve milliyetçiliğe dayalı egemen ulus devlet olma hastalığı, insanlığı felce uğratan en büyük toplumsal hastalıktır diyebiliriz. Çünkü toplumun kendi öz doğasında kendi öz kültüründe birbirine egemen olma, birilerinin üstte olması birilerinin altta yer alması, birilerinin diğerlerinden daha değerli, birilerinin daha değersiz olması yoktur. Bu durum demokratik halklar, demokratik toplum felsefesine çok ters bir durumu ifade etmektedir. Bu bakımıyla aslında toplum açısından, en büyük kültür kırımı burada yaşanmaktadır. En büyük kültürel soykırım budur. Çünkü sadece bazı halkları bazı ulusları ilgilendirmiyor, aslında tüm halkları, tüm ulusları, tüm toplumu ve tüm insanlığı ilgilendiren bir yan oluyor. Oysa egemen devlet olunmadan da ulus olunabilirdi. Bünyesindeki tüm etnik, inanç ve kültür yapılarını yerel kimlik ve yerel yönetim iradeleriyle tanımak üzerinden şekillenmiş bir Demokratik Ulus anlayışı, rahatlıkla geliştirilebilirdi. Ki zaten ilk kuruluş yılları böyledir. Ancak hakim anlayış, daha çok kendini devleştirme ama kendini devleştirirken diğerlerini cüceleştirme anlayışında oldu. Hatta kendisi devleşirken diğerlerini sadece cüce bırakma değil, onları da kendi dev karnına yerleştirme sürecini başlattı. Zorla veya asimile ederek kendine dahil etmeyi, kendine katmayı dayatan bir anlayışla süreci geliştirdi. İşte Türk Cumhuriyeti’nin Kürtler’e dayattığı kültürel soykırım süreci, böyle bir sürecin ardından gelişti.

Kürtler, 1921 Anayasası ile belirlenmiş yerel özerklik çerçevesinin uygulanmasını istiyor ve talep ediyorlardı. Rumlar, Ermeniler ve diğer halklar gibi Kürtler de cumhuriyetin bu devleşen, merkezileşen anlayışını ve dayatmasını kabul etmiyor, buna isyan ediyorlardı. Amed’de Şeyh Sait ile başlayan cumhuriyet sonrası isyanların nedenleri de bununla açıklanabilir. Türklük kimliğini egemenlik konusu yapan burjuva sınıfı, diğer halklar ve sınıfların varlığını inkar ediyor, yok sayıyordu. Çünkü bir ulusun egemen ulus olması ve devletleşmesi için, diğer halkların ve etnik kültürel kimliklerin adeta kendini yadsıması gerekiyordu. Bunu kabul etmeyen halkların isyanları bu temelde gelişti. Kürtler de bu isyanlar sürecinin baş aktörü haline geldi ve bu isyancı duruşu günümüze kadar da devam ettirmektedirler. Bu yüzden Kürt sorunu cumhuriyetin tarihi kadar eski bir sorun olmaktadır.

Kürtlere uygulanan kültürel soykırım, neredeyse benzersizdir diyebiliriz. Dünyada başka ulus devletlerin de egemenliklerini inşa sürecinde diğer halklara uyguladıkları baskı ve şiddet düzeyleri vardır. Egemen ulus devletlerin diğer halklara ve kültürlere yaşattıkları baskı zulüm ve şiddet az değildir. Ancak benzersiz bazı uygulamaları, sadece Kürt Halkı üzerindeki soykırımlarda görmek mümkündür. Çünkü Kürtlerin varlığı, yadsıma konusu yapılmıştır. Kürt adıyla bir varlığın olmadığı iddia edilmiştir. Kürt halkının yaşadığı tarih, inkar edilmiştir. Hiç yaşanmadığı iddia edilmiş, binlerce yıllık tarihi yaşarken yarattığı kültürel değerleri, gelenek ve görenekleri, ahlaki ve politik yapısı yok sayılmış, yok sayıldığı için de yasaklanmıştır. 1925’deki yeni ulus devlet otoritesinin merkezileşmesine ve devleşmesine karşı çıkan, Şeyh Sait ve arkadaşlarının isyanı ardından, ünlü “Tarkir-i Sükûn Yasası” yine “Şark Islahat” planı olarak çıkarıltılmış ve Kürt toplumsal yapısının en küçük hücresine kadar müdahale edilmiştir. Kürtçe dilinin konuşulması yasaklanmış, akıl almaz bir biçimde “böyle bir dil yoktur ve konuşulması yasaktır” denilmiştir ve bu kanunlaştırılmıştır. Kürt dilinde konuşup, yaşayan insanların devlet kurumlarında çalışması ve görevlendirilmesi yasaklanmıştır. Ya Türkçe dilini öğrenip konuşacak ya da devlet işine alınmayacak denilmiştir. Bilinen, tanınan Kürtler üzerinde etkili olan aşiret lider ve önderleri, kendi topluluklarından koparılıp hiç tanımadıkları, bilmedikleri yerlere sürgüne gönderilmiştir. “Türkleştirme” plan ve projesi çerçevesinde, Kürdistan’ın demografik yapısı değiştirilmeye çalışılmıştır. Kürdistan’ın belli yerlerinden insan toplulukları Türkiye metropollerine sürgün edilmiş, Türkiye’den de “muhacir” adıyla kendisini Türk olarak tanımlayan insan toplulukları, Kürdistan’ın belli yerlerine getirilip yerleştirilmiştir. Muhacir gruplarının çoğu, gelişen kurtuluş savaşı sürecinde kaybedilen Osmanlı topraklarından kaçıp göçen sığınmacılardır. Bu sığınmacı grupların önüne, Kürdistan’ın “Türkleştirilmesi” kapsamında bazı görevler konulmuştur. Egemen ulus dilinin, kültürünün Kürdistan’da hakim kılınmasında bu muhacir gruplara rol verilmiştir. Aslında bu sığınmacı insan grupları, birer asimilasyon aracı olarak kullanılmıştır. Geliştirilmek istenen asimilasyonda rol oynamaları karşılığında, devletin Kürdistan’da ele geçirdiği Kürt toprak ve mülklerinden bir kısmının muhacirlere verilmesi kararlaştırılmıştır. Buralara yerleştirdikleri muhacirlerin yoksul ve perişan görüntüsünü bu şekilde ortadan kaldırarak, Kürt nüfusun onlardan etkilenmesine, onların hayat tarzına ve kültürüne özenmesine yol açılması hedeflenmiştir.

Yine ulus devlet egemenliğinin tesisi amacıyla, Kürdistan’ın her yerine ihtişamlı devlet binalarının yapılmasına başlanmıştır. O zamana kadar çok görkemli olmayan derme çatma devlet binalarının değiştirilerek, bayrakların dalgalandırıldığı yüksek ve modern devlet binaları kurulmuş ve bu gösterişli binalarla, Kürt halkının kafasında güçlü, ihtişamlı yeni modern devletin otoritesi tesis edilmeye çalışılmıştır. Kültürel soykırım kapsamında ya da “Türkleştirme” planı çerçevesinde, Kürdistan’da inşa edilen tüm devlet binalarının üzerine kocaman harflerle, “Ne Mutlu Türküm Diyene!” yazdırılmıştır. Bununla Türklük yüceltilmiş, Kürtlük aşağılanmıştır. Kürtlükle beraber, diğer etnik ve kültürel varlıklar da aşağılanmıştır. Tüm okullarda sabah-akşam İstiklal marşı ve Atatürk’ün gençliğe hitabesi okutulup, Kürdistan okullarındaki Kürt öğrenciler aracılığıyla, tamamen Türkleşmiş yeni bir kuşak yaratılması hedeflenmiştir. Kürt öğrencinin evde anasıyla konuştuğu öz dili yasaklanmış ve ona zorla her gün sıra dayağı yiyerek, yabancı olduğu bir dil dayatılmıştır. Her sabah okuldaki ilk işi, bilim ve felsefe öğrenmek yerine, tıpkı İslam’ın her işten önce çektiği besmele misali,  “Türküm, doğruyum, çalışkanım” desturunu dile getirmek olmuştur. “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” dedirtilmiştir. Kürt çocuklarının adeta kafasına vurula vurula Türkleştirilmiştir.  Başta öğretmenler olmak üzere, Kürdistan’a gönderilen devlet memurlarının Türkçe bilme veya Türk olma zorunluluğu, bu yüzden vardı. Öğretmenin hem sopası, hem ikna gücü ve yeteneği, iyi birer soykırım aracına dönüştürülmüştü. Bir öğretmen öğrencilerini ne kadar Türkleştirebiliyorsa, o kadar başarılı sayılırdı. Bu yüzden Türk ulus devletinin inşa sürecinde, tüm meslekler içerisinde en değer verileni, devlet öğretmenliği olmuştur. Öğretmenler gençliğe bilim öğretiyor diye değil, asimilasyonda belirleyici rol oynuyor diye, bu meslek kutsanmıştır. Bunlara paralel olarak, Kürdistan’a demir yollarının götürülmesi, trenin duracağı duraklara Türk nüfusun yerleştirilmesi, ara veren yolcularla bu nüfusun otel ve lokanta görevlileri olarak ilgilenmesi ve yolcu kitlelerini Türklüğe özendirmesi gibi çok ayrıntılı uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Zorunlu askere alma da bu temeldedir. Ordu kışlası, tam bir asimilasyon okulu olarak kullanılmıştır. Zorla askere götürülen Kürt gençlerine, askeri eğitimden önce Türk dili ve kültürü öğretiliyordu. Kültürel asimilasyon kapsamında Türk marşları ve türküleri öğretiliyordu. Erkek olan Kürt gençlerinin askerliği tamamlayıncaya kadar, hem dil hem kültür hem zihin olarak mutlaka Türkleştirilmesi hedefleniyordu. Tıpkı okuldaki öğretmen sopası gibi kışladaki Türk komutan ve subayının da dipçik dayağı, iyi bir Türkleştirme aracıydı. Kürdistan hastanelerindeki doktor ve hemşirelerin de, gelen Kürt hastalarla Kürtçe konuşması yasaklanmıştı. Hasta, derdini Türkçe anlatmak zorundaydı. Hastalanan insana “sen ya Türkçe öğreneceksin, ya da öleceksin” denmekteydi. Bundan dolayı Kürdistan’da ölüm döşeğindeki hasta insanlar bile, hastanelere gitmek istemiyorlardı. “Hastaneye gitmeyi hiç sevmem” söylemi, bu yüzden Kürdistan’da çok yaygındır. Gitmek zorunda kalan insanlar, asimilasyon okullarında okutturdukları küçük çocuklarını yanlarında doktorla muhatap olmak üzere götürürlerdi. Dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş zulmün bu yüzü, Kürdistan’da hala dayatılması sürdürülmektedir.

 

“Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun” Dayatması, Soykırımın Zirvesidir!

Bir halkın veya o halka mensup insanların, kendi varlığını tartışmaya açması, kendi varlığından şüphe duymaya başlaması, korkunç bir durumdur. Türk egemen ulus devleti, geliştirdiği hem fiziksel hem kültürel soykırım yöntemleriyle, Kürtlüğü böyle akıl almaz bir hale getirdi. Soykırımı o kadar derinleştirdi ki, insanlar Kürtlüğünü sorgular, kürtlüğünden utanır hale getirildi. Kürt olmayı gurur kırıcı bir şey olarak görmeye başladı. Kürtlüğünden korkmaya başladı. Adeta, varlığı başına bela olmuştu. Kürtlük, aşağılanmanın, ele ayağa düşürülmenin, itilip kakılmanın adeta adı olmuştu. Kültürel soykırım dayatması karşısında Kürdün sığınacak herhangi bir savunma alanı bırakılmamıştı. Geçmişteki fiziki soykırımlar karşısında dağların doruklarına, ormanların kuytuluklarına sığınmayı, mülksüz, konforsuz yaban hayatı yaşamayı bir gelenek haline getirmişti. Ama dayatılan kültürel soykırım, aynı zamanda Türklüğü bir “modern varlık hali” olarak da geliştiriyordu. Kürdün kafasında giderek böyle bir Türklük algısı geliştiriyordu. Egemen Türk kimliğini, modern toplum kimliği ile aynılaştırıyordu. Türkleşmek eşittir modernleşme gibi bir algıya da yol açıyordu.

Kürtlerin, Türklüğe özendirilmesinin altında, böyle bir yanılgı da yatmaktadır. Kürtler, sanki Türkleşmeden modernleşemezlermiş gibi bir çarpıtma da geliştirilmekteydi. Bu yüzden Kürtlüğü; ilkellik, geri kalmışlık, düşüncesizlik, işe yaramazlık, değersizlik, yoksulluk olarak, Türklüğü ise; çağdaşlık, gelişmişlik, zenginlik, değerlilik, işe yararlılık olarak niteleyen son derece ideolojik bir algı yaratılmıştı Kürtlük, artık savunulması zor adeta başa bela olmuş, sorunlu bir varlık haline getirilmişti. Buna karşı koymak derin ve bütünlüklü bir ulusal bilinç, örgütlenme ve savunma gücü istiyordu. Oysa Kürtler bunların hiçbirini yapamayacak kadar güçten düşürülmüştü. Eski feodal aşiret öncülerini bile kaybetmişti. Toplumsal olarak paramparça edilmişti. Hem bilinç ve kültür olarak, hem de fiziki olarak büyük bir parçalanma yaşıyordu. Takrir-î Sükûn ve Şark Islahat planıyla derinleştirilen fiziki ve kültürel soykırım konsepti, egemen ulus devletin sistemli inkar ve imha siyasetine dönüşmüş ve uygulanıyordu. Buna karşı çıkan, buna isyan eden Kürt aşiret liderleri ve toplumun önde gelenleri, ya toplu halde idam ediliyor ya da sürgünlere gönderiliyordu. Kendi aydınlanmasını yaşayamamış bir Kürtlüğün, kimlik inkarı ve kültür imhası karşısında kendini ayakta tutması çok zordu. Kendini inkar ve başkalaşma, artık kaçınılmaz bir hal almıştı. Artık “kendini ne kadar inkar edersen o kadar değerli olursun” “o kadar iş bulursun, o kadar para ve itibar görürsün” anlayışı, hakim olmaya başlamıştı. Kürtlerin önemli bir kısmında adeta bir Türkleşme yarışı başlamıştı. Çünkü kendini ne kadar inkar edersen o kadar kabul görüyordun. Cumhurbaşkanlığına kadar bile yükselebiliyordun. Ancak Kürt Ananın Kürt oğlu veya Kürt kızı olarak değil. İnkar edilen, dili unutulan, bastırılmış ve susturulmuş ananın Türkleşmiş oğul ve kızları olarak.

“Olmak ya da olmamak, işte budur bütün mesele” diyor Shakespeare. Savunulması çok zor, ölüm ve idamla sonuçlanan, ilkellik, yoksulluk, işe yaramazlık, aşağılık, mülksüzlük anlamına gelen bir Kürtlüktense, Türkleşerek çeşitli toplumsal konumlara gelmek daha tercih edilir hale gelmişti. “Ne mutlu Türküm diyene” sözünü kabullenmek, her sabah okulda “Türküm doğruyum çalışkanım” demek, Kürtlerin önemli bir kısmı için artık normalleşmişti. Kültürel soykırım ve asimilasyon o kadar derinleşmişti ki, artık özgür bırakılsa bile, kendi dilini ve kültürünü konuşacak, yaşatacak bir halde değildi. Çünkü unutturulmuştu. Çünkü okuduğu okulda her sabah, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” demişti. Kendi varlığından artık vazgeçmişti. Kendi varlığını yabancı olduğu egemen bir varlığa kurban etmişti. Bu bir soykırım olduğu kadar, bir intihardı da aynı zamanda. Kendi varlığından vazgeçme halini, ‘intihar’ kavramı daha iyi tanımlayabilir. Hiçbir halk veya ulus, kendi varlığını başka bir egemen ulusa armağan etmemiştir. Ona kurban etmemiştir ve bunu her gün sözlü olarak dile getirmemiştir. Bu, insanlığın görmediği bir vahşettir. Gerçek bir soykırımdır. Öldürmekten beter etmektir. Her gün ölmektir. Her gün intihar etmektir.

 

Kürtler Direnerek Varlığını Yeniden Yaratan Bir Halk Oldu

Kürtlük, artık bir daha dirilmemecesine öldürüldüğüne, betona gömüldüğüne inanılan bir olgu haline getirilmişti. Tüm bu yapılanlar ardından, Kürt halkının yok edildiği, öldürüldüğü sanılıyordu. Çünkü varlığın taşıdığı ruh ve anlam öldürülmüş ve neredeyse yitirilmişti. Bir varlığın ruh ve anlam olarak kültürünün unutturulmasının, bitirilmesinin, öldürülmesinin, o varlığın yok olma halini ifade edeceğini, konunun girişinde işlemeye çalışmıştık. Toplumsal bir varlığın, bir halkın var olabilmesi için ruh ve anlam yoğunluğu olarak; dil, tarih, inanç, ahlak, gelenek görenekler gibi kültürel özelliklere sahip olması gerekiyor. O zaman Kürtlüğün toplumsal bir varlık olarak yeniden ortaya çıkması için, taşıdığı tüm bu özellikleri hakkında, büyük bir uyanış yaşaması gerekiyordu. Kültürel soykırımdan geçmiş, kimlik inkarı ve kültür imhası yaşayan tüm halklar ve toplumlar için aynı şey geçerlidir. Büyük bir uyanış ve aydınlanma sürecini gerektirir. Kaybettiği tarihini, kültürünü, unuttuğu dilini yeniden diriltmesi, yeniden canlandırması, yeniden ruh ve anlam kazandırması gerekir. Bu, ancak büyük bedelleri göze alacak bir direnişle, bir devrim süreciyle mümkün olur. Ulusal direniş ve devrim süreçleri halkların Rönesans’ıdır. Varlığı unutulmaya yüz tutmuş halkların, milletlerin, ulusların uyanışı ve kendini yeniden var etme mücadelesine girişmesidir Rönesans.

Yaşadığı fiziki ve kültürel soykırımlar ardından, ruhunu ve anlamını yitirmekle yüz yüze kalmış olan Kürt halkı, içine girdiği otuz-kırk yıllık derin sessizliğin ardından, 70’li yılların sonuna doğru, büyük bir direnişe başladı. Büyük bir devrim süreci içerisine girdi. Yaşanan yeni direniş ya da diriliş süreci, Kürtlerin kültürel diliyle Newroz oluyordu. Dünya uluslarının dilinden ise Kürt Rönesansı ve aydınlanması oluyordu. Rönesans ve Aydınlanma süreçleri, dünya tarihinde halkların demokratik uluslaşma süreci olarak ardarda yaşanmıştı. Kürtler de gecikmeli olarak, iç içe ve kendi özgün orjinlerini de ekleyerek yaşanmaktaydı. Batı dünyasının yaşadığı Rönesans ve Aydınlanma sürecinin kazanımlarına, kapitalist modernite güçleri el koymuş ve kendisine mal etmişti. Gelişen bilimsel sosyalizm ve ulusal kurtuluş direnişleri veya devrimleri, emekçi halkların kendi rönesans ve aydınlanmasına yeniden sahip çıkma hareketleriydi. Ancak gelişen bu emekçi sınıf ve halklar cephesinin direnişi de, birer ulus devlet iktidarına dönüşerek, başka halkları ve sınıfları ezmekten, sömürmekten kurtulamadı. Çünkü kapitalist uygarlık karşısında ayaklanan, direnen emekçi halkların ve sınıfların kendini kapitalist moderniteden kurtarma sorunu vardı. Modernite; bir çağın emekçi sınıf ve halklarının ortaya çıkardığı bilimsel, felsefi, teknolojik gelişmeleri ve bunların yol açtığı toplumsal yaşam tarzı ve modelleridir. Sınıflaşma, kentleşme ve toplumsallaşma modellerini de kapsamına alır. Toplumsal ilişkilere şeklini verir. Bu anlamıyla gelişen sosyalist ve ulusal kurtuluşçu hareketlerin, kendini kapitalist uygarlık modernitesinden kurtaramama gibi bir yetersizliği vardır.

70’li yıllarda, kulaktan kulağa adeta fısıldayarak Kürdistan’da mayalanmaya başlayan Kürt Rönesans ve Aydınlanması da, bilimsel sosyalizm ve halkların ulusal kurtuluş hareketlerinin izinde gelişmeye başladı. Ancak kendi aydınlanma düzeyini de üzerine ekleyerek gelişmeye başladı. Marks’ın Engels’in Lenin’in, Mao’nun, Deniz ve Mahir’lerin eksik bıraktıklarını tamamlama kararlılığı içerisinde olan bir hareket olarak gelişmeye başladı. Sadece kendi ulusal aydınlanmasıyla sınırlı kalmayacaktı. Dünya uluslarının demokratikleşme hareketine öncülük edecek, yeni iradi bir doğuş olarak gerçekleşecekti. Bugün vardığı düzey budur. Ancak önce kendini yeniden var etmekten işe başlayacaktı. Çünkü kendisi olamayan, başkalarını da var edemezdi.

Direniş; tüm varlıklar için, yokluk karşısında var olma savaşıdır. Ölümün dayatılması karşısında, yaşamın direnilerek savunulması ve yeniden kazanılmasıdır. Halklar için bu daha çok geçerlidir. Kürt halkı da kendisine dayatılan inkar ve imha siyasetini, geliştirilen kültürel soykırımın vahşet düzeyine rağmen kabul etmemiş ve üzerinden yıllar geçse de, buna direnmeyi bilen bir halk olmuştur. Ancak direnişin gelişmesi, aydınlanmayı sağlayacak öncü ve önder iradenin kendi iç potansiyeli olarak ortaya çıkmasına bağlı kalmıştır. Kürdistan Özgürlük mücadelesi veya direnişi, bir Önderlik hareketi olarak doğmuştur. Demek ki, halksal veya toplumsal varlığın kendine yabancılaştığı, yok olmayla yüz yüze kaldığı, varlığın adeta ortadan kaldırıldığı yerde, kendi iç dinamik ve potansiyeli vasıtasıyla aydınlanmasının yolunu açacak öncü ve önder bir iradenin ortaya çıkmasına ihtiyaç doğuyor. Kürdistan’da bu rolü oynayan, Ali Fırat ve ideolojik grubu etrafında gelişen Özgürlük Hareketi oldu.

Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin doğuşuyla beraber, uygulanan kültürel soykırım sonucunda adeta varlığı ortadan kaldırılmış bir halk, kaybettiği varlığına yeniden kavuşmuştur. Bu anlamıyla Kürdistan Özgürlük mücadelesi, Kürtlerin kaybettiği varlığını yeniden kazanma mücadelesi olmuştur. Kürt varlığının kendini yeniden oluşturma sürecini başlatmış ve mevcut durumda, önemli bir ilerleme sağlamıştır. Kürt halkında önemli bir ulusal uyanış ve sahiplenme düzeyi gelişmiştir. Unutturulmaya çalışılan dilini, kültürünü, tarihini yeniden diriltmiş ve sahiplenmiştir. Ulusal bir varlık olarak kaybettiği iradeyi yeniden kazanmıştır. Soykırımcı egemen ulus devlet karşısında kendi askeri, sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, diplomatik örgütlülüğünü ve gücünü geliştirmiş ve devletleşmeden, demokratik bir ulus düzeyine ulaştırmıştır. Diyebiliriz ki Kürtler, geliştirdikleri kırk yıllık direnişin sayesinde, kendilerini yeniden var etmeyi başarmıştır. Bunu büyük bedeller ödeyerek başardılar. Yirmi binin üzerinde şehidi, on binlerce zindan tutuklusu, yüzbinlerce işkenceden geçmiş insanı var. Yıkılmış onlarca kenti, yakılmış yüzlerce köyü var. Her gün bombalanarak harap edilen, katledilen bir ekolojik gerçeği var. Böyle çok büyük maddi ve manevi bedellere mal olsa da, yürütülen kırk yıllık mücadele sayesinde, Kürtler varlığına yeniden kavuşmuştur. Ancak bu büyük bedeller sonucunda yarattıkları varlığını koruma ve özgür kılma sorunları hala devam etmektedir. Soykırımcı sömürgeci egemen Türk devleti ile sürmekte olan mücadeleleri bu çerçevededir.

Kürtler, yürüttükleri kırk yıllık özgürlük mücadelesiyle sadece kendilerini yeniden var etmekle sınırlı kalmamıştır. Aslında kendilerini yeniden var ederek, varlığını kaybetmiş başka halkların ve devletleşmemiş ulusların da, milletlerin de yürütecek- leri direnişle kendilerini yeniden var edebileceklerini ispatlamıştır. Bunun yanı sıra, Kürtlerin ortaya çıkardığı bir başka gerçek de, ulusal varlıkların illa da devlet olmak zorunda olmadıkları gerçeğidir. Kapitalist çağın ulus devlet sistemi, bir halkın, bir milletin adeta devletleşmeden uluslaşamayacağı gibi son derece yanlış bir algı yaratmış ve dünyaya hakim kılmıştır. Oysa halklar, milletler tarihleri boyunca hep devletli olmamıştır. Halkların tarihinde devletsiz yaşadıkları on binlerce yıllık bir geçmişleri vardır. Ulus devlet aygıtına ihtiyaç duymadan da demokratik, toplumsal ve kültürel birer varlık olarak yaşamayı bilmişlerdir. Kürt Özgürlük mücadelesi, halkların ve toplumun binlerce yıllık bu gerçeğini de açığa çıkarmış ve egemen ulus devletler tarihinin şişirilmiş, propaganda edilmiş gerçeğini halklar nezdinde, demokratik toplum nezdinde deşifre etmiştir. Bu anlamıyla Kürt Halkı şahsında, dünya halklarının ve kültürlerinin de kaybetmekle yüz yüze kaldıkları varlıklarını yeniden geliştirmelerinin mümkün olduğunun bilincinin gelişmesine yol açmıştır. Bunun yolunun ise örgütlü direnişten geçtiğini bir kez daha açığa çıkarmıştır.  Kültürel soykırım karşısında direnişin en büyük örneği olan Kürt Halk örneği, böylelikle sadece bir halk ve millet olarak uğradığı soykırım karanlığını aydınlatmakla sınırlı kalmamış, kapitalist uygarlığın binlerce yıldan beri insan toplumunun öz kültürüne, kök kültürüne dönük geliştirdiği soykırımı da aydınlatma rolü oynamıştır. Görünmez hale gelen, kendini tanıyamaz hale gelen, varlık olarak kendisine yabancılaşmış olan demokratik toplumu ve sahip olduğu öz kültürünü aydınlığa kavuşturarak yeniden görünür olmasını sağlamış ve direnerek, mücadele ederek yeniden varlık kazanmasının yolunu açmıştır. Dolayısıyla Kürt örneğinde görüldüğü üzere, kültürel soykırımı sadece bir halkın, bir milletin soykırımdan geçmesi ile sınırlandırmamak ve bunu binlerce yıl öncesindeki toplumsal tarih ve tarihsel toplum gerçeğinin soykırımdan geçirilmesine kadar derinleştiren bir perspektifle ele alıp çözümü ve direnişi de bu derinlikte geliştirmek gerektiğini görmek gerekmektedir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.