Düşünce ve Kuram Dergisi

Üçüncü Dünya Savaşı, Ortadoğu ve Rojava

Halil Doğan

Ortadoğu, tarihsel olarak anacıl neolitik çağa ev sahipliği yapan; tarım ve köy devriminin yaşandığı, toplumsallığa geçildiği, farklı toplumsal kesimlerin oluştuğu sanat, kültür, dil, kimlik ve dinlerin bir arada yaşadıkları, dünyaya yayıldığı bir coğrafik bölgedir. Ancak Ortadoğu’nun temel özelliği bunlarla sınırlı değildir. Aynı zamanda tüm bunlara karşıtlığın başladığı/yaşandığı bir bölge olma konumundadır. Ataerkilliğe geçiş, toplum dışılık ve karşıtlığı, doğa talan ve gaspı, sömürü, soygun, egemenlik, devlet, hegemonya, sömürgecilik; kısacası insanın, toplumun başına getirilen kötülük olarak değerlendirilebilecek ne varsa hepsi; çıkışını bu coğrafyada yapmıştır. Yaşanan tarihsellik içerisinde de var olan bu iki temel karşıtlık: toplum ve toplum dışılık hep çelişki ve çatışma halinde olmuştur. Dolaysıyla bu çelişki ve çatışma reel sosyalizmin bir icadı değildir. Çünkü bunlar reel sosyalizmden önce de vardı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) kurulmadan önce Çarlık Rusya’sının “Akdeniz’in sıcak sularına açılma” projesini pratikleştirmek üzere Ortadoğu’ya yönelik başlattığı askeri hareketler sürecinde de yaşanmaktaydı. Reel sosyalizmin etkisini gösterdiği dönemde var olmaya devam etmişti. Ancak 1917 Ekim Bolşevik Devrimi’nden sonra oluşan devrim hükümeti, Çarlık Rusya’sının işgal ettiği bölgelerden çekilmişti. Yine, Rus Bolşevik Devrimi Ortadoğu’nun yakınında Çarlık Rusya’sı toprakları üzerinde yaşanmış olsa da devrimci eylemler, atılımlar bazında etkisini Avrupa’da; Almanya, Avusturya, İtalya gibi ülkelerde göstermişti. Ortadoğu’da ise, Birinci Dünya Savaşı’nda dağılarak, işgale uğrayan; Osmanlı toprakları üzerinde ellerinde tutabildikleri coğrafya üzerinde yeni bir devlet kurmak isteyen Kemalistler, Rus Bolşevik Devrimi’nden yararlanma yoluna gitmişti. Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşevikler de, Kemalistlerin bu yaklaşımını kendi çıkarlarında görerek, onları desteklemekteydiler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin NATO üyeliğine kadar da bu böyle devam etti. Bunun dışında Rus Devrim Hükümeti’nin Ortadoğu’nun her hangi bir ülkesiyle yakın ilişkileri yoktu. Zaten bunun bir olanağı da bulunmuyordu. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerinden olarak Ortadoğu’da pastanın en büyük dilimini almış, onu Fransa takip etmiş, İtalya’ya da bu pastadan onlar kadar olmazsa da bir pay verilmişti. Ortadoğu coğrafyasının büyük çoğunluğu bunların kontrolü altındaydı. İran Şahlığı ise İngiltere ile yarı-sömürgecilik ilişkilerini korumaktaydı. O nedenle Rus Devrim Hükümeti’nin Ortadoğu’da etki alanını geliştirebileceği bir toprak parçası kalmamış ve hepsi paylaşılmıştı.

Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya koşullarının değişmeye başlaması SSCB’nin etki alanının genişlemesine de imkân sundu. Doğu Avrupa ülkelerinde bir dizi, SSCB’nin etkin desteğiyle “Halk Demokrasileri” altında başka devrim hükümetleri oluştu. SSCB’nin Ortadoğu üzerindeki etkisi ise, Doğu Avrupa’dakinden farklı bir yol izledi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa’nın kontrolü altında olan ülkelerde sömürgeciliğe ve Manda rejimlerine[1] halkın tepkisi gelişmeye başlamıştı. Anti emperyalist özellikler taşıyan, ordu içerisinde de örgütlü olan, İslam ve Arap Birliği’ni savunan Rus Devrimi ve ardından kurulan SSCB’den etkilenen düşünceler kendilerini örgütlemeye, Diriliş (Baas) ve başka isimler altında hareketler, örgütler kuruldu. Bu doğrultuda ilk adım da 1940 yılında Suriye’de atıldı. Ekrem Havrani ve Mişel Elfak tarafından Ortadoğu’da “tek bir Arap Devleti”nin kurulmasını hedefleyen, “Birlik”, “Özgürlük” ve “Sosyalizm” sloganını öne çıkaran Baas Hareketi ortaya çıktı ve 1963 yılında yapılan askeri bir darbeyle iktidarı ele geçerdi. 1963 yılında Irak’ta Arap Sosyalist Baas Partisi kuruldu. Sonrası yıllarda düşüncelerinde farklı yönler öne çıkmış olsa da Baas düşüncelerini savunan Muammer Kaddafi’nin önderliğinde 1969’da Libya’da askeri bir darbe gerçekleşti. Bunlar dışında ise,  1952’de Mısır’da yaşanan “subaylar darbesi” ile Abdün Cemal Nasır iktidar olurken; Kuzey Afrika ülkeleri olan Cezayir, Fas, Tunus gibi ülkelerde ulusal kurtuluş mücadeleleri gelişti ve bu mücadelelerin yükseldiği ülkelerin tamamında da var olan sömürge ve manda rejimleri birbirlerinin ardı sıra yıkıldı. İçerisine girilen böylesi bir süreçte, 1967’de Yemen bağımsızlığını elde etti. Ve bunları daha başka ülkelerde ortaya çıkan anti-emperyalist hareketler ve 1979 İran Devrimi izledi. İsrail Devleti’nin (1949 yılında) kurulması; Filistin (dolayısıyla Arap)-İsrail çelişkisinin daha da boyutlanarak devam ettiği, “Ortadoğu İslam Birliği”ni savunan, Yahudi-İslam gerginliğini tırmandıran bir sürecin yaşanmasında rol oynadı.

SSCB’nin Ortadoğu’daki etkinliği böylesi bir süreçte başladı. Anti-emperyalist, sömürgeci, Arap ve İslam ülkelerinin birliğini savunan düşünce sahipleri, örgüt ve hareketler ve bunlardan iktidara gelenler arasında neredeyse SSCB ile ilişkili olmayan kalmadı. SSCB’nin Ortadoğu ile ilişkileri, bağları bunlar üzerinden kuruldu. Böylece 1960’lı yıllarla birlikte Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan çekilmeye başlayan İngiltere ve Fransa karşısında Ortadoğu’da SSCB’nin etkisi daha da arttı. ABD’nin etkisi ise daha çok 1960’lar sonrası Ortadoğu’da kendini göstermeye başladı. O yıllarda 1949’da İsrail Devleti’nin kurulması ve Türkiye’nin 1952 yılında NATO üyeliği, ABD-İran ilişkileri ABD’nin Ortadoğu’daki varlığı açısından önemli olmakla birlikte, ABD ağırlıklı olarak etkisini 1970’li yıllarda göstermeye başlamıştır. Türkiye’deki 12 Mart 1971 askeri faşist darbesi, Mısır’da Enver Sedat dönemi, Irak’ta Baas rejiminin İran’la yaptığı Körfez Anlaşması’nı takiben SSCB ile ilişkilerini kopma noktasına getirip, ABD ile içerisine girdiği ilişkilerle birlikte ABD’nin Ortadoğu’daki etkisi giderek daha fazla artmıştır. Farklı dinler, kültürler, kimlikler vb. arasında zaman zaman çatışmalara varan sorunlar, öncesinde olduğu gibi reel sosyalizm döneminde de varlığını korumuştur ve günümüzde de hala böyle olmaya devam etmektedir.

Var olan böyle bir Ortadoğu gerçekliği içerisinde üç büyük tek tanrılı din olan; Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman dinleri arasındaki sorun ve çelişkiler ilk yaşanmaya başladığı yıllardaki gibi sürmektedir. Tarih kitapları bunlar arasında savaşlara kadar varan ve günümüzde de hala yaşanmakta olan sorun ve çelişkilerin anlatımlarıyla doludur. Yine Ortadoğu’nun yakın tarihi içerisinde savaşlara varan sorun ve çelişkilerde; dinsel, mezhepsel, kabilesel, kültürel, ulusal vb. gibi yönlerin ideolojik ve siyasal kimlikler içerisinde öne çıktığı/çıkarıldığı bilinmektedir. Kavimler, kabileler, hanedanlar arasında var olan sorunların, yaşanan çelişkiler, çatışmalar; ideolojik ve siyasal içerikli mücadelelerin içerisinde kendilerini yaşatabilmişler ya da onların birer etkin öğeleri haline gelmişlerdir. Ortadoğu ağırlıklı bir şekilde 19. Yüzyılın sonlarına doğru gözle görülür hale gelen 20. Yüzyılda halkların başına musallat edilen Türk, Arap, İran ve Mısır milliyetçiliklerinin, iktidar İslam’ıyla kaynaştırılarak; ulus-devlet ideolojileri haline getirilmiş olmaları bunun en somut olan örneklerdir.

 

Ortadoğu’da Manda Yönetimleri ve İnançlar

Avrupa’da 18. Yüzyılın sonlarına doğru görülmeye başlayan ama ağırlıklı etkisini gösteren milliyetçiliği Ortadoğu’ya taşıran kapitalist emperyalist güçlerdir. Bu güçlerin etkisi ya da doğrudan müdahalesi böyle bir süreçle birlikte Ortadoğu coğrafyasında boy göstermeye başlamıştır. Proto-milliyetçilik olarak da adlandırılabilecek olan kavimciliğin, dinin ve mezheplerin etkisinin Ortadoğu’da güçlü olması da milliyetçiliğin gelişiminde uygun bir koşul yaratmıştır.

İdeolojik anlamda Avrupa, milliyetçiliğin boy verdiği coğrafya olarak kabul edilmektedir. Kapitalist modernite sisteminin önceki kölelik sistemlerini devralmakla birlikte kendinden de kattıkları temelinde kendini ayrı formasyonlar üzerinden inşa etmesinde milliyetçilik belirgin bir rol oynadı. 1648 yılında Vestfalya Antlaşması sonrasında Avrupa’da başlayan ulus devletleşme sürecinde gelişmekte olan milliyetçiliğin etkileri çok net bir şekilde kendini gösterdi. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde de daha çok da 19. yüzyılda kapitalist modernitenin sistem inşasında bir burjuva ideolojisi olarak en etkin bir şekilde rolünü oynadı. Bu ideoloji, gelişiminde her ne kadar Yahudi sermayesinin ve düşünce yapısının etkisini taşıyor olsa da, en hakim haliyle Avrupa’nın Hristiyan inancına sahip ülkelerinde gelişip, boy verdi ve temel formasyonlarına kavuştu. Milliyetçiliğin Ortadoğu’ya taşınmasında da bunun rolü oldu. Ortadoğu’da İslam dünyası içerisinde sıkışmış olan Müslüman olmayan en kadim Hristiyan dinini kabul eden Asuri-Süryani-Keldani, Ermeni ve Grekler,  mensubu oldukları dinin de etkisiyle, Avrupa’nın ev sahipliği yaptığı kapitalist modernite ve onun en belirgin ideolojilerinden olan milliyetçilikle ilk ilişkilenenlerden oldular. Bu etkilenmenin kendileri ve birlikte yaşadıkları coğrafyada bulunan diğer halklar üzerinde de etkisi oldu. Bu yönüyle de çok kısa bir sürede diğer halklarda gelişmeye başlayan milliyetçiliklerle karşı karşıya gelinerek, büyük soykırım ve katliamların yaşanmasında tetikleyici bir rol oynadı. Osmanlı, Acem ve Araplarda ise bu etkilenme, Asuri-Süryani-Keldani, Ermeni ve Greklerden sonra Avrupa ile içerisine girilen ilişkiler neticesinde bir gelişme kaydetti. Bu da beraberinde aralarında var olan çelişki ve çatışmaların daha da derinleşmesine yol açtı. Bundan en fazla zarar gören de Ortadoğu’da milliyetçilikle ilk temas halinde olan Asuri-Süryani-Keldani, Ermeni ve Grek halkları oldu. Bu halklar, ağırlıklı olarak Osmanlı’nın büyük bastırma hareketleriyle, soykırım ve katliamlarıyla, sürgünleriyle karşılaştı.

İşlediği bu insanlık suçlarına rağmen Osmanlı da, Ortadoğu’da gelişen milliyetçilikten zarar görenler arasında yer almaktan kendini kurtaramadı. Her ne kadar milliyetçilik onu da kapitalist modernite sistemine entegre ederken, aynı zamanda onu çöküşe götürecek nedenlerin de olgunlaşmasını sağladı. Bununla kalmadı, sömürgelerinde, ona karşı isyanlarında fitilini alevlendirerek, ayrılmayı hedefleyen, daha geniş haklar talebinde bulunan, fiilen yaşadıkları özerkliği korumak isteyen arayışların ortaya çıkmasına da neden oldu. Osmanlı’nın tahakkümü altında olan halklarda bunlar yaşandı. Yunanistan Yarımadası’nda Osmanlı’dan ayrılmayla sonuçlanan isyanlar çıktı. Arap-İslam dünyasında başlayan isyanlar bir yanda Arap milliyetçiliğinin ateşini yükseltirken, diğer yandan da Osmanlı hegemonyasını temellerinden sarstı. Kürtlerde, Yunanistan, Balkanlar ve Arap coğrafyasının vardığı boyutlara ulaşmamış olsa da kavimciliğin etkisini taşıyan, Kurdistanî olma özelliklerin öne çıktığı isyanlar yaşandı.

Bugün İran olarak anılan coğrafyada yaşayan Acemlerde (Farslar), Osmanlı’da olduğu gibi hanedanlıktan kendilerini kapitalist anlamda ulus-devlet olarak yeniden yapılandırmaya çalışırken, benzeri bir süreç yaşamaktan geri kalmadı. Yaşanan iktidar değişikliklerinin ardından da 20. Yüzyılın ilk çeyreğinin son yıllarında Rıza Şah Pehlevi’nin iktidarı döneminde Fars milliyetçiliği temelinde belirlenen etkin politikalar devreye konuldu. Bunun bir sonucu olarak başta Azeri, Arap ve Kürtler olmak üzere İran devlet sınırları içerisinde kalan coğrafyada yaşayan halklar Acem milliyetçiliğinin özel hedefi haline getirildiler. Milliyetçiliğin Ortadoğu’da gelişimi ve neticesinde yaşananlardan ise en fazla yararlanan başta İngiltere ve Fransa olmak Avrupa’nın kapitalist modernite güçleri oldu. Osmanlı ve İran doğrudan İngiltere’nin yarı-sömürgesi haline geldiler. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İran’da İngiltere’nin “adamı” olarak bilinen Rıza Şah Pehlevi iktidar koltuğuna otururken, dağılan Osmanlı enkazı üzerinde İngiltere ve Fransa’ya bağlı iri-ufaklı birçok manda yönetimleri oluştu. Öyle ki, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri, özellikle de İngiltere ve Fransa masa başında kararlaştırdıkları; bölüp parçaladıkları Arap-İslam coğrafyası üzerinde kendi sömürge egemenliklerini perçinleyecek şekilde oluşturdukları manda rejimlerini biçimlendirmeye çalıştılar. Buna göre, Arap-İslam toplumu arasında kabilelere ve mezheplerine göre keskin bir kopuşun yaşanmasına neden olabilecek bir şekilde kabileler ve mezhepler arasındaki çelişkilerin daha da derinleşmesinin önünü açtılar.

Bununla İslam inancında “ümmet” olarak kabul gören “İslam inancında olanlardan oluşan toplum” veya “İslam enternasyonalizminin” ve İslam inancında olanlardan oluşan; “millet” tanımından uzaklaşmanın önü açılmıştır. Sadece bununla da sınırlı kalınmayarak, kendi içerisinde bölünmüş, parçalanmış ve ayrı bir idari/siyasi yönetimleri olan, Arap-İslam toplulukları belirlenen sınırlar içerisinde ulus-devletleşme içerisinde kapitalist modernitenin öngördüğü şekilde toplum mühendisliği planlamalarına göre yeniden biçimlendirilmeye başlanmıştır. Böylece Arap-İslam toplumunun içerisinden, birbirleriyle çelişki ve çatışma içerisinde olan; onlarca ulus ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Oluşumuna gidilen bu uluslaşma modeli ise, İslami düşüncede anlam kazanan “ümmet” ve “millet” tanımından uzak tamamen inşaya dayalı bir devlet uluslaşması biçiminde yaşanmıştır.

Böyle bir gelişim seyri içerisinde bölgede bulunan başta Türk, Acem, Arap gibi kimliklerle anılanlarla birlikte diğer egemen iktidar güçleri de ulus devletleşmeye giden kapitalist modernitenin bu burjuva ideolojisine dört elle sarılmışlardır. Ortadoğu’nun öne çıkan dört (Türk, İran, Arap ve bunlara eklenen Mısır) etkili milliyetçiliğinin gelişiminde ve kendilerini birer iktidar gücü olarak örgütlendirmelerinde bunu görmek mümkündür. Ancak bu milliyetçilikler içerisinde, özellikle de Arap milliyetçiliğinin 20. Yüzyılın ikinci yarısından sonra kendini ulus-devletler biçiminde örgütlendirmesinde, Türk Kemalist milliyetçiliğinden etkilenmeleri söz konusu olmuştur. Daha çok Araplarda milliyetçilik ile sosyalizmin birbirine kaynaştırılmaya çalışıldığı Baas (Diriliş) adını alan hareket ve örgütlerin kendilerini iktidara taşımaları ve ulus-devletleşmede oynadıkları rol için bunu söylemek gerekmektedir. Ortadoğu’da milliyetçilik gibi dinciliğin oynağı rolü de bu kapsamda ele almak mümkündür.

Dini, Ortadoğu gerçeğinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Denilebilir ki, din; tarihin belirli bir döneminden sonra insanın, yaşamı anlamlaştırmada en temel mana gücü haline gelmiş, yaşam tarzı, ilişki biçimi, davranışı gibi temel konularda yön tayin edici olmuştur. “Kutsal” olarak kabul edilen; tüm kitaplarda bu konularda ölçüler belirlenmiş ve bunlara uyulması istenmiştir. Helal-Sevap, Haram-Günah, Cennet-Cehennem gibi kavramlar kullanılmıştır. İnanca dayalı öğretiler haline gelmişlerdir. O nedenledir ki dini, insan ve toplumun varlığından ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu belirleme, dünya coğrafyası içinde en çok da Ortadoğu için geçerlidir. Çünkü Ortadoğu ister adına çok tanrılı, ister tek tanrılı denilsin hepsine ev sahipliği yapmıştır. Buradan dünya yayılmış ve ulaştığı her yerde oranın özgünlüklerini de içerisine alarak varlığını korumaya devam etmiştir.

Bu öğretilere iman ederek yaşayanlar, “dindar” olarak kabul görmüş ve öyle anılmışlardır. Kapitalist modernitenin dine yaklaşımı ise taban tabana buna zıttır. Onun için her şey gibi din, Sümer rahip devletinden günümüze kadar topluma karşı kullanılan en etkili silah, sömürü ve egemenlik aracıdır. Çıkarlarına uygun olduğu sürece bu silahı kullanmaktan geri kalmamaktadırlar. Dinle alakaları, çıkarlarına kullanabildikleri kadarıyladır. Dindar değildirler. Dini, ticari bir sömürü ve egemenlik aracı olarak gördükleri için dincidirler. Bu yönüyle dindarlık ile dincilik birbirine karşıtlığı ifade eder. Aralarındaki sorunlar ve çelişkiler uzlaşmazdır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Kapitalist modernite ise var olan bu çelişki ve çatışmanın zirvede olma halini ifade etmektedir. Dincilik, milliyetçilikle birlikte kapitalist modernite sisteminin inşasında, oturtulmasında ve savunulmasında tarihsel bir rol oynamıştır. Sadece bununla da kalınmamıştır. Milliyetçilik ve dincilik, hem emperyalistler arası savaşta hem de iki kutuplu dünya içerisinde reel sosyalizme karşı etkin bir şekilde kullanılmışlardır.

Emperyalist paylaşım savaşları ve iki kutuplu dünya içerisinde öne çıkan ideolojik, siyasal söylemler içerisinde “dincilik”[2] ve “milliyetçiliğe”, yaşanan süreçlerin özgünlüklerine göre farklı bir muhteva ve görüntü kazandırılarak etkin rollerin verilmiş olması da bunun bir göstergesidir. Dünya savaşlarında doğrudan kendilerine yeni sömürge, egemenlik ve hegemonya alanları açma, ucuz işgücü, hammadde ile pazar sorunlarına çözüm arayan emperyalist devletler; milliyetçilikle birlikte dinsel, mezhepsel, kültürel, ulusal vb. özellikleri sürekli olarak kullanmaktan geri kalmamıştır. İki kutuplu dünya koşullarında da bu politikayı, işçi sınıfı ve emekçilere, devrimci, demokratik güçlere ve reel sosyalizme karşı kullanmışlardır. Bu şekilde milliyetçilik ve dincilik temelinde kendi ideolojik ve siyasal hattını oluşturmaya çalışmışlardır. Strateji, taktik, örgütlenme ve propagandalar tamamen bunun üzerine kurulmuştur. Ulusal, sınıfsal, dinsel yönler ise, bunların içerisine yerleştirilmeye çalışılmış ve ona göre ele alınmıştır. Ortadoğu’da öne çıkan da daha çok böyle bir yaklaşım olmuştur. Bu doğrultuda geçmişten günümüze kadar gelen dinler, mezhepler, kültürler, kabileler vb. sorunlar ve çelişkiler kullanılmaktan geri kalınmamıştır. Hatta sınıfsallığa dayanan ve kaynağını oradan alan (sağcı ve solcu gibi) ideolojik, siyasal nitelendirmelerle, dinsel, mezhepsel, ulusal, etnik, kültürel topluluklar, kimlikler, iç içe geçirilerek, birlikte anılır hale getirilmişlerdir. İsrail- Filistin sorunu, Yahudi ve Müslümanlar arası; İran-Irak savaşı, Şia-Sünni sorunu olarak algılatılmaya ve zihinlere yerleştirilmeye çalışılmıştır. Lübnan’da neredeyse her inanç topluluğu kendine yakın gördüğü ya da ilişki içerisinde olduğu çevre ve devletlerin öne çıkardıkları ideolojik ve siyasal eğilimlerle anılır hale gelmiştir. Yine Lübnan iç savaşında “Solcu Müslümanlar”, “Sağcı Hristiyanlar” biçiminde yapılan tanımlar, bu konuda verilmesi gereken örnekler arasındadır. Aynı şekilde Türkiye’de Kürtler ve Alevilerin solcu olarak görülmesi, Sünnilerin de sağcı olarak algılanıyor olması böyle bir yaklaşım içerisinde anlam kazanmaktadır.

 

Sonuç

Reel sosyalizmin çözülmesinden sonra yapılan “ideolojilerin sonu” belirlemesiyle o zamana kadar ideolojik, siyasal nitelemeler adı altında da olsa varlığını korumaya devam eden bu sorunlar, ideolojik, siyasal kimliklerin dışına çıkarıldılar. Sanki o zamana kadar yokmuş, birden ortaya çıkmış ve bunların dönemleri başlamış gibi gösterilmeye, algılatılmaya çalışıldılar. Yapılan isimlendirmeler, öne çıkarılan söylemler buna göre yeniden belirlenmeye başlandı. Daha çokta milliyetçilik, dincilik, mezhepçilik, bölgecilik gibi anlamlarla yüklü nitelendirmeler, adlandırmalar, taraflaştırmalar öne çıkarılır bir hal aldı. Oysa bunlar, yukarıda da belirtildiği gibi iki kutuplu dünya koşullarında da vardı. Kapitalizmle birlikte daha da derinleştirilmiş olan, hatta ondan önceki dönemlerden devralınan sorunlardı. Siyaset olarak anılmıyorlar ve adlarına ideoloji, parti denmiyordu ama bunlardan her biri kendi dönemleri ve varlıklarını korudukları sürece ya belirli bir toplumsallık ya da toplum karşıtlığında ifadesini bulmaktaydılar. Bu yönleriyle sınıfsallığı ve siyasallığı ifade etmekteydiler ve ideolojiktiler.

1991’de ABD’nin Körfez’e müdahalesiyle fitili ateşlenen Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde ve onun bir parçası olan Ortadoğu’da yaşananlar, sorunlar, çatışma ve savaşlar da bunlardan kopuk değildi. Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatan küresel sermaye güçleri, bu sorunları yeniden alevlendirerek, yaratmaya ve bilinçlere yerleştirmeye çalıştıkları böyle bir algıya dayanarak, “ideolojilerin sonu” aldatmacası altında reel sosyalizm sonrası dünya koşullarını yeniden şekillendirilmeye çalıştılar. Asıl olarak da bununla öne çıkardıkları “ideolojilerin sonu” safsatasını doğrulamaya çalıştılar.

Ortadoğu’da fitili ateşlenen Üçüncü Dünya Savaşı ile birlikte yaşananlar, kafalara yerleştirilmeye çalışıldığı gibi olmadığını gösterdi; ne ideolojilerin ne de tarihin sonu gelmişti. Küresel sermaye güçleri, dünyaya çıkarları doğrultusunda yeni bir düzen vermek için harekete geçmişlerdi.

11 Eylül 2001 “İkiz Kuleler” provokasyonundan sonra “terörle mücadele” adı altında başlatılan saldırılarla yapılmaya çalışılan da “tek kutuplu dünya” içerisinde kapitalist-emperyalist güçlere karşı alternatif olarak devrimci dinamiklerin ortaya çıkmasının, potansiyel güçlerin harekete geçmesinin önünün alınmak istenmesiydi. “Büyük Ortadoğu” olarak adlandırılan coğrafya hem tarihselliği hem de bu tarihsellik içerisinde oluşan, toplumsal, kültürel, inançsal, dil, kimlik gibi farklılıkları içerisinde barındıran bir zenginliğe sahipti. Kimi zaman bu farklılıklar arasında değişik sorunlar nedeniyle çatışmalara varan karşı karşıya gelişler söz konusu oldu. Bu farklılıkların birbirine karşıtlık temelinde tahrik edilmesi de her zaman bu çatışmaları olanaklı kılmaktaydı. Bu coğrafyada günümüze kadar eksilmeyen kabileler, inançlar, kültürler, kimlikler arasında çatışmalara, katliamlara kadar varan sorunların varlığı da bunun bir göstergesiydi. “Terörle mücadele” adı altında bir kampanya halinde yürütülen saldırılarda bu sorun ve çatışmaların yaşandığı ve farklı boyutlara ulaşma olasılığı karşısında kapitalist-emperyalist güçlerin kendilerini tahkim ederek çıkarlarını sağlama alma ve “alan hâkimiyeti” sağlama amacı başat rol oynuyordu. “Büyük Ortadoğu”nun stratejik önemde görüldüğü bölgelerde de temel üs alanlarının kurulması amaçlandı. Bunu yaparken, kendi donanımlı güçlerini kullandığı kadar bölgenin çatışmalara kadar varan sorun ve çelişkileriyle kontrol altında tuttukları paramiliter güçler de kullanıldı. Ancak tüm bunlara rağmen kapitalist-emperyalist güçler ve onlarla birlikte hareket eden işbirlikçi-ihanet güçleri her ne yaptıysalar da amaçlarına ulaşamadılar. Aksine “rüzgâr eken fırtına biçer” misali zıddı bir tabloyla karşılaştılar. 18 Aralık 2010 tarihinde Muhammed Bouazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan gösteriler, Tunus’ta bir yıl sonra Zeynel Abidin Bin Ali ve Muhammed Gannuşi yönetiminin devrilmesini sağlarken, aynı zamanda nerdeyse tüm Arap ülkelerini etkisi altına alan “Arap Baharı” diye anılan bir dönemin başlamasına neden olmuştu. Daha sonra Tunus’u başka Arap ve Müslüman ülkeler izlemiş, hatta etkisi Arap dünyası dışına çıkarak, Ermenistan, Arnavutluk, İran vb. ülkelere taşarak domino etkisi yaratmıştı. Bu anlamda Tunus’ta fitili ateşlenen “Arap Baharı”, “terörle mücadele” adı altında Büyük Ortadoğu olarak adlandırılan coğrafyada yürütülen Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde küresel sermaye güçlerine verilen en anlamlı yanıt olmuştur.

Ancak verilen bu yanıt gerçek anlamıyla ifadesini Rojava Devrimi’yle buldu. Bu yönüyle Rojava Devrimi, Üçüncü Dünya Savaşı ile dünyayı yeniden şekillendirmek isteyen küresel sermaye güçlerine karşı Ortadoğu’da yükselen demokrasi güçlerinin verdiği bir yanıt olmaktadır. Fakat Rojava Devrimi’ni bununla da sınırlı tutmamak gerekmektedir. Çünkü Rojava Devrimi, Ortadoğu’dan tüm dünyaya yayılan demokratik uygarlık toplumunun, sınıflı devletçi uygarlık karşısında kazandığı bir zafer olarak da tarihe geçti. Rojava Devrimi aynı zamanda, Büyük Ortadoğu diye adlandırılan coğrafyada “terörle mücadele” aldatmacası altında yürütülen Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde demokratik modernite güçlerinin bir tercihi olarak kabul edilerek sahiplenilmiştir. Küresel sermaye güçlerinin ve işbirlikçi-ihanetçi güçlerin bilcümle Rojava Devrimi’ne saldırmasının, onu tasfiye edebilmek için her türlü yönteme başvurmaktan geri kalmamalarının nedenini de böylesi bir gerçeklik oluşturmaktadır.

Rojava, Kurdistan coğrafyası üzerinde nüfus yoğunluğu ve kilometrekare olarak en son sırada yer alıyor olsa da tarihsel ve jeostrateji açısından farklı bir noktada durduğunu görmek gerekmektedir. Neolitik dönem diye adlandırılan anacıl dönem Rojava’da yaşanmıştır. “Tell Halaf kültürü” bu coğrafya da şekillenmiş, buğday ilk defa burada yetiştirilmiştir. Neolitik uygarlık buradan tüm dünyaya yayılmış, Semitik ve Aryenik kültürel topluluklar bu coğrafyadan farklı anakaralara yayılmışlardır. Kürt tarihinde önemli bir yere sahip olan Mitani uygarlığı burada kök salmıştır. Tarihselliği içerisinde sınıflı devletçi uygarlık güçleri bu coğrafya üzerinde açılarak kendilerini merkezi uygarlık güçleri olarak örgütlendirmişlerdir. Bu yönleriyle komünal toplumsal uygarlık güçleri ile sınıflı devletçi uygarlık bu coğrafya üzerinde çatışma halinde olmuştur. Binlerce yılı bulan bir çatışma içerisinden çıkan Rojava Devrimi böyle bir gerçekliği de anlatmaktadır. Bugün küresel sermaye güçlerinin, Türkiye’nin Rojava Kurdistan üzerinde yürüttüğü işgal, ilhak ve soykırım saldırılarını destekler pozisyonda olmalarının-kalmalarının asıl nedeni de böyle bir gerçeklikten ileri gelmektedir.

Hiç kuşku yok ki gelinen aşamada Rojava Devrimi, Üçüncü Dünya Savaşı’nın merkez üssü olarak kabul edilen Büyük Ortadoğu’da çelişki, çatışma ve çözümün odaklandığı merkezlerin başında yer almaktadır.

 

 

 

[1] Milletler Cemiyeti tarafından Birinci Dünya Savaşı sonrasında, daha çok dağılan Osmanlı İmparatorluğundan kopan, başta İngiltere ve Fransa’ya yönetme yetkisinin verildiği sömürge yönetimleri.
[2] Bu sözcük, dindarlık olarak anlaşılmamalıdır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.