Düşünce ve Kuram Dergisi

Üçüncü Dünya Savaşı’nın Zamanı ve Zemini

Cihan Bedewî

Üçüncü Dünya Savaşı’nın nasıl ve ne biçimde başlayacağına ilişkin bir çok fikir afaki olarak piyasaya sunulmuş durumda. Bunlardan bazıları bir analiz ve öngörü niteliği taşısa da, çoğunlukla fantastik ve fiktif olanlar ilgi görmekte ve bir çoğu da Hollywood’a senaryo olarak geri dönmektedir. En çok ilgi çekeni ise, varsayımsal olarak gelecekte nükleler silahların geliştirilmesi ya da kullanılması sonucunda gerçekleşeceği düşünülen savaş olmaktadır. 

Oysa Ortadoğu çoktandır teorisi yapılan ve nerede nasıl yaşanacağı üzerine entellektüellerce kafa yorulan dehşet bir harb-ul cihan içindedir. Hem de her gün her dinden, her etnisiteden, her kültür ve kimlikten yüzlerce insanın en akıl almaz biçimde katledildiği yıkıcı bir savaş anlık olarak yaşanmaktadır. 

Ortadoğu’nun kendine özgü bir tarzda Üçüncü Dünya Savaşı’nı yaşadığını söylemek kesinlikle abartılı olmayacaktır. Hungtinton gibi post-kapitalistlerin teorize ettiği “medeniyetler savaşı” tanımı kısmen doğru olmakla birlikte, bunu daha da aşan ve esasında “kaos” yaratmayı hedefleyen bir savaşla karşı karşıyayız. S. Huntington’ın medeniyetler çatışması tezi, dünyayı dinsel kimlikleri baz alarak parsellemek üzerine kurulu olduğundan sorunludur ve açık ki, Batılı ve Hristiyan tandanslı küresel bir projenin sömürgeci yüzü olarak ifşa olmuş durumdadır. Mesele bundan daha fazlasıdır.

Ortadoğu’daki savaşı değerlendirirken bunu ilk elden ve neredeyse bir ezbere dönüşen “islamın krizi” ile değerlendirmek de batı-merkezci/oryantalist bir yaklaşım olur. Elbette din kadar kadın sorunu, aşiret-kabile sorunları, zihniyet sorunları, devlet ve iktidar sorunu, dogmatizm ve eskiye ait daha birçok sorun çözülemediği için toplum sürekli kriz ve savaş haliyle yüz yüze kalmıştır. Ancak bu yine de mevcut duruma tam bir yanıt olamaz. Bu tarihsel sorunları fırsat bilerek Ortadoğu üzerinde hakimiyet kurmak isteyen Kapitalist Modernite uygarlığının son birkaç yüzyıllık müdahaleleri tüm bu yaşananlardan ilk elden sorumludur. Gerçek şudur ki, kapitalist sistem söz konusu sorunlara değil çözüm olmak, dayattığı rejim ve iktidarlarla adeta sorunun bizzat kaynağı durumundadır. Kargaşa ya da kaos bu sebepledir ki her geçen gün daha da artmaktadır. Küresel güçler, sömürü ve hegemonik iktidarlarını yarattıkları kaos üzerinden yönetmekte deneyimliler. Biliyorlar çünkü, hakim olup sömürü düzenini sürdürmek kaosla mümkündür.

Trajik olan ise şudur: Ortadoğu’da yaşanan ve boğazlaşmaya kadar varan savaş ile kaos artık yadsınmamaktadır. Asimetrik savaşları da aşan öğeler barındıran, önceki iki dünya savaşından çok daha zorlu ve sorunlu yaşanan mevcut savaş düzeyi, bu bağlamda halen bir çözüme ulaşmaktan uzaktır. Gelecekten umutlu olmak bu koşullarda zor olsa da, uygarlığa beşiklik etmiş bu toprakların yeniden aynı rolünü tekrarlamayacağını kim iddia edebilir? 

 

Pandora’nın Kutusu Açıldı Bir Kere!

Ortadoğu coğrafyasında ve toplumunda savaşın etkilemediği tek bir yaşam alanı yok gibidir. Siyasal, etnik ve dini faktörlerin bazen bir başına bazen iç içe belirleyici rol oynadığı bir zeminden söz ediyoruz. Savaş ve yaşam o kadar iç içedir ki, İbni Haldun’un dediği gibi bu durum neredeyse bu toprakların kaderi olarak kabul edilmektedir. Evet, Ortadoğu’da sahiden de çoğu zaman “coğrafya kaderdir!” 

Binlerce yıllık despotik ve istismarcı sistemler bölgedeki en arkaik ve kültürel olarak en zengin toplumları adeta boğulana kadar nefessiz bıraktı. Özellikle iktidarcı-devletçi sistemler, tarih boyunca savaş ve şiddetle toplumu kırımdan geçirmekle kalmadı, savaş halini sürekli dinamik kılarak sivilleşmenin, gelişmenin ve değişimin önünü de kapattı. Dinler, mezhepler ve etnisiteler arasındaki fay hatlarını hep canlı tutarak bölgeyi müdahalelere açık ve savunmasız duruma getirdiler. Makyevelli’ye rahmet okutacak düzeyde her şeyi mübah saydılar. Yeter ki kaos sürsündü. Öyle bir savaşa yol açıldı ki, insanlık tarihinin görüp görebileceği en vahşi tarzda uygulanarak bölgenin tüm tarihsel ve kültürel değerleri dahi yok edildi. DAİŞ tüm bu kötülüklerin kristalize olduğu bir tarz olarak aktörleşti.

Evrensel insanlık tarihine beşiklik etmiş bu coğrafyanın bugünlerde “intihar” çizgisinde seyretmesi hem gezegenimiz hem de geleceğimiz açısından temel bir sorunsal olmaktadır. Kriz küreseldir ve Ortadoğu’da yoğunlaşmıştır. Ne son 30 yılın, ne de son bir kaç yüzyılın zaman kronolojisiyle izah edilemez. Çelişki ve çatışma daha eskiye aittir. O nedenle 5 bin yıllık kriz ve savaş halini doğru tanımlamak evrensel tarih ve çözüm açısından gereklidir. Bu metodolojik olarak da bilimsel bir nitelik taşıyacaktır.

Gerilim hatları, çatışma unsurları, toplumsal, zihinsel, siyasal ve kültürel sorunlar, hakimiyet ve hegemonya savaşları, dinci, milliyetçi ve faşist şiddet odaklarıyla muazzam bir karmaşa, bozulma, dağılma, zorbalık ve sömürü, nihilizm ve inkarcılığı yaşayan Ortadoğu coğrafyasının yakın ve orta vadedeki geleceğine dair bir öngörüde bulunmak bu konjonktürde çok zor olsa da, demokrasi dışında hiçbir seçeneğin halklara mutluluk getirecek yetenekte olmadığını belirtmek mümkün. Ortadoğu’da sistemin kendini yenileme potansiyeli ne bulunmakta ne de oluşmaktadır. Kapitalist Modernite ile gelişen şey sadece çürüme ve dağılmadır. Rojava Devrimi ile son derece stratejik bir öğe haline gelen Kürtler, Pandoranın kutusundaki kelebek misali Ortadoğu’da demokratik uygarlık lehine başarı kazanma şansına her zamankinden daha fazla sahipler. 

 

Zaman Sorunsalı

Büyük Ortadoğu Projesi esas olarak 1990 sonrasını kapsamaktadır. Birinci Dünya Savaşı sonrası inşa edilen düzenden hoşnut olmayan ABD imparatorluğu, bölgeyi kendi çıkarları temelinde yeniden dizayn etme arayışına girdi. Projenin içeriğine girmeden tarihe dikkat çekerek -eğer bir başlangıçtan söz edilmesi gerekiyorsa- tartışma hususu olan “zaman” sorunsalına bir yanıt oluşturabiliriz. Bazı kesimler 2001’in 11 Eylül’ünü bölge için bir dönüm noktası olarak, hatta Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlangıç tarihi olarak değerlendirdiler. Ancak bu sadece bir aşamadır. Esas savaş zaten tek kutuplu gezegenin şafak vaktinde başlamıştı. Irak müdahalesiyle bunun pratik uygulamasına geçildi. Aslında hikaye biraz daha eskiye aittir. Misalen Ortadoğu’nun yaşadığı sürekli savaş halini Kapitalist Modernite’nin son 200 yıllık acımasızca saldırılarından kim azade tutabilir? Cümle kötülüklerin bölgede yeniden hortlatılmasını Doğu-Batı uygarlık çekişmesinden kopuk kim ele alabilir? Gerçek olan şu ki, son iki yüzyıllık saldırılarla Ortadoğu, Kapitalist Modernite güçleri tarafından fethedilmiş ve bitmeyen bir kaosa sürüklenmiştir. Kaos, sürekli savaş halidir. Başta Batı hegemonyacılığı olmak üzere emperyalist ya da gerici her güç en yıkıcı, en kötücül gücünü (milliyetçilik, dincilik, ulus-devletçilik vs.) bu topraklarda sahaya sürmektedir. Ortadoğu, bu anlamda perdeleri hiç kapanmayan bir savaş sahnesidir!

Ortadoğu güncelinde bir çok özelliğiyle kendine has bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın yaşandığı gerçektir. Bu savaş hem kapsam hem de zaman olarak önceki iki dünya savaşından farklılık gösterir. Daha derin ve uzundur. Küresel sistem sahiplerinden bölge ulus-devletçiliklerine, radikal dinci örgütlerden demokratik muhalefete, mezheplerden tarikatlara kadar hemen hemen her topluluk bu kaos ve savaş ortamından yararlanarak kendi iktidar adacığını ya da yaşam alanını oluşturmak istiyor. Sorun şu ki, bir arada yaşama fikri hiç revaçta olmadı. Demokratik Ulus seçeneği bu bağlamda cehennemden cennete dönüşün yolu olarak da betimlenebilir. 

Bir diğer husus ise, ulus-devlet ile başlayan 100 yıllık zamana yayılmış statüko sorunudur. Açık ki Ortadoğu gerçeğinde ulus-devletçiliğin hem tarihsel hem de toplumsal rolünü kavramadan hiçbir siyasal ve toplumsal soruna çözüm bulabilmek mümkün değildir. Son 200 yıldır zehir gibi toplumun tüm dokularına enjekte edilen milliyetçilik ve 100 yıldır oluşturulmuş ulus-devletçilik eğilimi var olan sorunların sadece büyümesine yol açmadı, aynı zamanda ve daha da fazla sorunları çözümsüz halde tutarak şiddet dışında bir yöntemin gelişmesini de engelledi. Bu konuda Öcalan bu durumu şöyle ifade etmektedir: 

 

“Günümüzde de istisnasız tüm Ortadoğu toplumunun kurumları şiddetsiz düşünülemezler. Diyalog, laf ebeliği olarak anlaşılır. Söz gücüne pek anlam verilmez. Halbuki Batı uygarlığının üstünlüğünü sağlayan tersi konumudur. Önce söz, sonuna kadar anlamlı diyalog olduğu, çare kalmadı mı ancak şiddet yöntem haline getirildiği için başarı şansları yüksek olmuştur. Batı, Doğu’ya nazaran kendi şiddetini çözmüş ve dersini çıkarmıştır.” Sözün başladığı topraklarda sukuta gark olup birbirini boğazlamak apayrı bir çaresizliktir.

 

Medeniyetler Çatışması

Merkezi uygarlık rolünü doğu toplumundan almak isteyen Kapitalist modernite, ulus-devlet aracılığıyla adeta altın vuruşunu yapmıştı. Yarattığı tarihsel ve toplumsal gerçeklikten kopuk devletçikleri de birbirine kırdırtarak yönetmeyi ve sömürmeyi başardı. Bölge tarihinin en kanlı savaşları son yüzyıl içinde yaşandı. Bütün mesele sadece aşırı kâr, petrol vs. olmadı yalnızca. Temel çekişme ve çelişki, merkezi uygarlık rolünü sürdürmek ve bu hakimiyeti pekiştirmekti. Son bin yıldır hem yapılan müdahaleler hem de Doğu uygarlığının kendi içindeki (zihinsel, siyasal ve toplumsal) kriz durumu, üstünlüğün kapitalist uygarlığa kayması sonucunu doğurmuştur. Ancak belirtmek gerekiyor ki “Uygarlık ve moderniteler arasında beş bin, beş yüz, iki yüz yıldır süren mücadele ve alternatif olma çabaları halen tüm hızıyla devam eden süreç işidir.” Ortadoğu’da, Demokratik Modernite seçeneğini Kapitalist Modernite’ye karşı geliştirmek, her geçen gün derinleşen kriz ve kaotik durumu aşmak için elzemdir. Güncel koşullar bu olasılığın gerçekleşebileceğini gösteriyor. Mevcut kriz ve savaş durumu ya sürgit devam edecek yada Demokratik Modernite seçeneğini demokratik güçler hakim kılacaktır. Kapitalist Modernite’nin son iki yüzyıllık tahribatları sanılanın da ötesinde vahşet boyutlarındadır. Sömürü, savaş, talan derken dağılan ve yıkılan toplumsal hakikattır. Bu yıkımı, Demokratik Modernite ile durdurmak olanak dahilindedir.

Yeni küreselleşme döneminde hem sistem sahiplerinin hem de ulus-devletlerin yeniden mevzilenmesi kaçınılmazdır. Ortadoğu’da statüko artık sürdürülemez boyuttadır. Çünkü yaşanan savaş ve kaos artık Avrupa’yı da ABD’yi de vuracak etkiye ve ağlara sahip durumdadır. Ulus-devlet modelini bölgede eski haliyle yürütmek neredeyse imkansızdır. Ekonomik, siyasi ve kültürel dönüşüm kaçınılmazdır. Gözden kaçırmamak gerekiyor ki, 11 Eylül sonrasındaki sert hamle esasında sistemin yayılmasını değil, dağılma ve gerilemeyi durdurma hamlesi olarak pratikleşti. Bu hamle her ne kadar bir “denge” oluşturduysa da, özellikle 2011 yılından bu yana hegemonik güçler yeniden bir planlamaya ihtiyaç duydular. Çünkü bölgede devam eden kaos küresel sistemin kaderini de etkileyecek boyuta ulaşmış durumdadır. Tam burada bir kuralı hatırlatmakta fayda var: Belirsizliği giderecek olan; kaos aralığındaki yaratıcı, özgürleştirici çabanın sahipleri olacaktır. Tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak bir pratik değişim dönemi yaşanacaktır. Tıpkı yeni kentler kurulur gibi toplumun açığa çıkarılması bölge tarihinin gündemindedir. Ortadoğu’daki zorlukların temelinde belki de bu gerçeklik yatıyor. 

 

Kaos ve Fırsat

Çince’de kaos sözcüğü fırsat anlamına da gelmektedir. Tarih fırsatlar sunar. Bu fırsatı değerlendiren güçler değişimi sağlayabilir. Kaotik durumun kendine has gerçekliğinden sıkça bahsediyoruz. Çünkü kaos özgürlük ve yaratım şansının en yüksek olduğu bir kısa zaman aralığıdır. Bu kısa zaman aralığında en ihtiyaç duyulan “özgürlük cephesi açısından” gerekli anlam gücüdür; bilmedir, tarih ve çağını bilmedir. Genelde 5000 yıllık, daha yakında 200 ve 60 yıllık ‘kapitalist hegemonya dönem’lerinden sonra sitemin kaos aralığında patlaması bir olgudur.” (alıntıdır)

Kısa ve orta vadede belki de tüm senaryoların iç içe karışımıyla -neye evrileceğini tahmin etmek zor- Ortadoğu kaosundan çıkmaya ve daha pratik çözümler geliştirmeye çalışacak her güç daha avantajlı konumda olacaktır. Fakat bundan daha da önemli olan halk tabanlı özgürlükçü ve devrimci güçlerin senaryosunun bir alternatif olarak nasıl geliştirileceği meselesidir. Eğer kaos ortamı fırsata çevrilirse, üçüncü seçenek her zaman için imkan dahilinde yaşam şansı bulacaktır. Çünkü tarih hiçbir zaman tahakkümcü güçlerin tek taraflı iradesiyle belirlenmemiştir. Kalıcı belirlenmeyi toplumların komünal demokratik duruşu sağlayacaktır.

Yaşadığımız konjonktür, hatta daha geniş anlamda tarih, Kürdistan’ı ve Kürtleri öyle bir konuma getirmiştir ki, kendilerinin özgürlüğünü, eşitliğini ve demokratikliğini, bölgenin ve halkların özgürlüğü, eşitliği ve demokratikliğiyle kader birliği yapmaya zorlamıştır. Rojava ve Şengal bunun somut örneğidir. Kürtler, savaş sonrasını beklemeden demokratik ulus paradigması esasında diğer halklarla yeni bir deneyimi savaş koşullarında gerçekleştirmeye başladılar. Bölge açısından dönüm noktası işte bu demokratik komünal inşadır!

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.