Düşünce ve Kuram Dergisi

Ulus Devletin Politikasızlığı Karşısında Kadın Eksenli-Demokratik Ulus Hukuku Ne Vadediyor?

Ruşen Seydaoğlu

Toplumdan koparılmış bireyler ve devlet olmak üzere iki odaklı ve bu odakların ilişkilerini yasalar aracılığıyla düzenleyen sistem olarak hukuka baktığımızda, sonuçları açısından iflah olmayacağı belli bir sistemle yüzleşiriz. Bu sistemde, bireylerin, özel mülkiyet ilişkileri, borçları, evlilikleri, boşanmaları gibi tekil, sözde “kişisel” meseleleri yahut ulus-devletin hükümranlarına olan sorumlulukları vardır. Birbirleriyle kurdukları toplumsal ilişkiden koparılarak yalnız bırakılanlar hukuk aracılığıyla adeta uhrevi bir güce dönüşmüş ulus-devletle karşı karşıya kalır. Binlerce kural-yasa ile çarpıtılmış bir ahlakı yaşamak ve yaşatmak zorunda bırakılanlar, yasaları bilmek zorundadır ama ulus-devletin hukuk sistemini yönetenler, toplumsal olanı ya da toplumsal olandan kopmanın arka planını sorgulama yükümlülüğünü taşımazlar. Aksine temsil ettikleri erkek egemen sistemin, toplumsallığı yok etmeye çalıştığının bilincindedirler(1). Aslında ne ailenin kurulması ne de çözülmesi esas meseleleri değildir; erkekliğin bekası için kadınların zapturapt altına alınması, savaş planları olduğu için insan sayısının kontrol altında olması gerekir. Birileri daha zengin olmak için doğaya göz dikmeyene, bina ya da baraj yapılmayana değin kimin arazisi nerededir umursamazlar, zaten devlet dışında kimse bir “şeyin sahibi olamadığı için özel mülkiyet de gölge oyunundan fazlası değildir. Bu denklemde doğa ve içindeki varlıklar sadece “kalkınmak” için gündeme alınabilir. Dönemin iktidar güçlerinin ideolojik konjonktürü neyse hukuki faaliyetler ve bu faaliyetlerin gerekçeleri de o olur.

İktidarların, savaştıkça süreklileşen kriz halini sorguladıkça toplumsal düzeninin sağlanması adına devlet ve hukuk sisteminin mecburi organizasyonlar olduğu iddiasının, tersyüz edilmiş bir anlamlandırma, toplumsallık karşıtı bir inşa ve manipülasyon olarak ileri sürüldüğünü görürüz. Bireylerin birbirleriyle olan sorunlarını, diyalog yoluyla çözme ihtimalini bile ellerinden alarak devlet ismiyle bu ilişkilerin merkezine yerleşmek, yaşamın her alanında tekelini hissettirmek ve bireylerde bu fikri içselleştirmek için hayli mesai harcanmıştır. Motivasyon, devlet teorisinin ve devletin sahiplerinin garanti altına alındığı bir sistemin kurallarının ortaya konmasıdır; hukuk, devletin nasıl düzenlendiği ve bu düzenin nasıl korunacağı kaygısı ile inşa edilmiştir (2). Hal böyleyken toplumsal ilişkileri düzenlemek adına, toplumun geçmişini, deneyimlerini, açığa çıkardığı değerleri ve kendini tüm bunlarla birlikte geleceğe taşıma iddiasını hayata geçirebilecek bir hukuk sisteminin imkânı var mıdır? Bu soruyu, soruda sıralanan niteliklerin neredeyse tamamının erkek egemen iktidarların ve ardılı olan ulus-devletin yasaları ile ortadan kaldırıldığını görerek ele almak gerekir.

 

Kadın Tarihinin Çarpıtılması: Politikasızlığı Hukuk ile Perdelemek

Kentleşme-sınıflaşma-devletleşme süreçlerinde açığa çıkan ahlak-hukuk çelişkisi ile I. ve II. cinsel kırılma arasındaki bağı görünmez kılan, kendisini erkek egemen sistemler ile başlatan tarih yaklaşımı, hakikati perdelemekte büyük bir ustalık gösterir. Ancak bu ustalık karşısında bilhassa kadın eksenli tarih araştırmaları açısından jineolojî, 9000 yılda 9 katman şeklinde ele aldığı tarih bilgisi ile bizden saklanan bir hakikat üzerine, kadın tarihi üzerine yeniden düşünmenin imkanını yaratıyor (3).  Tarihi kendisiyle başlatan erkek egemen sistem öncesinde de bir yaşamın, toplumsal bir yaşamın var olduğu bilgisi, kendisini yakın geçmişe ve bugüne dayandıran yerleşik bilgiyle çetin bir mücadele yürütüyor. Bugünün bilimi, sanatı ve hatta tarihi kendisiyle başlatan Batı dünyasının bencil “medeniliği” ya da yozlaştırılmış “ahlakı”, tek başına özgürlük ortamını sağlamaya yetmezken jineolojî ile açılan kapı, yaşanılan krizin kaynağına daha fazla yaklaşan, bugünü ve geleceği o kaynağı sorgulayarak kurmayı öneren bir yerde duruyor.

Bütün “ötekilerin” dünyanın her yerinde yükselttikleri mücadeleler ve bu direnişlerin, iktidarın yoğun şiddetiyle karşılaşması, sistemlerin artık yürümediğinin kanıtı iken; bireyin ve parçası olduğu toplumun, iktidarların sistemli saldırıları karşısında tarihsel olanı elden bırakmayan bütünlüklü düşünüşe ve örgütlü eyleme, sistem öğretilerine razı olmamaya her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Tam burada, jineolojînin, hikâyenin öğretildiği gibi başlamadığını bu yüzden düşünce ve pratiklerin, kurtuluş için iktidarla yenişmekten fazlasını açığa çıkaran, alternatifi de inşa eden, eş zamanlı, uzun soluklu ve gücünü tarihsel toplumdan alan bir sisteme kavuşturulması önerisine kulak vermek gerekiyor. Tarihsel toplumun izini sürmek, kadın değerlerinin neler olduğunu hatırlamak ve bu değerlerin belirleyici olduğu dönemlerdeki “düzen” ile bugünün kadınsız-politikasız düzeninin-kaosunun farklarını doğru temelde tartışmak, nasıl başlamalı sorusuna; yok sayılan ama aslında kapitalist modernitenin üstüne basarak yükseldiği kadın tarihinde, kadınların hangi yöntemlerle direnmeye devam ettiğini, bu yolda erkek egemen sistemlerin karşı yöntemlerinin neler olduğunu anlamak da nasıl yürümeli sorusuna cevap olabilir.

Toplumsal ahlakın çarpıtılarak hukuka dönüştürülmesi de bu sorulardan ve cevaplarından bağımsız olmayacaktır. Hukuk metinlerinde bireylerden bahsedilir ama devletin muhatabı erkektir, erkeğin taraf olabilme statüsü ise devlete olan koşulsuz bağlılığıyla devam edebilir. Bu bağlılığın ispatı, devletin evdeki ve sokaktaki yansıması olabilmekten geçer. Hukuk tartışması açısından itirazı, ulus-devlete yönelten bir yerden, alternatifinin ne olduğunu açığa çıkarmak, bu sistemin en güçlü görünmezleri olan kadınlar için hayati bir anlam taşır. Çünkü erkek egemen iktidarın ilk saldırısı kadınlara olmuştur. Birkaç yüzyıldır ulus-devlet formunda kendini yaşatan bu aklın, istikrarlı olarak sürdürdüğü tek şey kadınla olan savaşıdır. Yaşama özgür olarak başlayan kadının sonrasında köle kadına dönüştürülmesi tesadüf olamayacak denli planlı bir saldırıdır. Tanrıçalardan, direnen kraliçelerden, Lilith’ten Havva’ya, hazreti kadına, metaların kraliçelerine evirilmek, hangi sıfatıyla olursa olsun, kadınların toplumu dönüştürebilme kabiliyetinin yansımalarıdır. Erkek egemen sistemlerin de farkında olduğu bu yetenek sebebiyle yaratmak istedikleri toplumun nitelikleri neyse merkeze aldıkları kadının nitelikleri de o olmuştur. Özgür kadın-özgür toplum arasındaki göbek bağı ile itaatkâr toplum- itaatkâr kadın arasındaki göbek bağı, yaratımları bambaşka olsa da aynı tarihsel bilginin ürünüdür.

Ahlaki değerlerin korunması ve metafizik özelliklerinin tatmin edilmesi sebebiyle manevi ihtiyaçların ve korunma, barınma, beslenme gibi zorunlu-fiziksel ihtiyaçların daha kolay karşılanması için birlikte yaşamayı tercih eden toplumlar, kolektif varlıklarıyla sürdürdükleri sistemli yaşam anlayışından, insan merkezli ve iktidarcı anlayışa kolayca meyletmemişlerdir. Politikayı/siyaseti, birey ve toplum birlikteliğinin iyiyi, doğruyu ve güzeli yaratan ve yaşayan, bunları toplumsal olarak koruyan söz ve eylem bütünlüğü olarak ele alıyorsak; bu meylin politikasız/siyasetsiz kalma anlamına geldiğini belirtmek yanlış olmayacaktır.

Kadın eksenli doğal toplum yaşamının, merkezi uygarlığa dönüştürülmesi de kadını toplumdan kopararak ve bu koparma ile toplumu politikasız bırakarak gerçekleşmiştir. Yüzlerce mitolojik anlatıda bunun örnekleriyle karşılaşırız. Bir tarafta İnanna’nın tecavüze uğraması sonrasında yaşadığı toplumdan bu suçun hesabının sorulmasını istediği ve akabinde tecavüzcünün toplum tarafından kentten kovulduğu, diğer tarafta Medusa’nın tecavüze uğradığı için tanrılar panteonu tarafından tecavüzün müsebbibi olarak suçlanması ve kovulması anlatıları, vardır (4-5). Sadece bu iki mitos bile değişen anlayışın kodlarını taşır ve hikâyeden çok daha fazlasıdır. Kadının sözünün/beyanının, ahlaki bir değer olarak, toplum tarafından garanti altına alınması ile iktidarcı mekanizmaların keyfi kararlarıyla kaderine terk edilmesinin farkını ve sonuçlarını ortaya koyar. Bugünün iktidarlarının yasaları da tecavüzü, salt bir cinsel saldırı suçu olarak ele alırken benzer bir politikasızlık içinde olunduğunu gösterir. Kendi özgül değeri açısından bir kadın bedenine saldırmak, kadın değerleri kıblesiyle açığa çıkan toplumsallığa, ürettiklerine ve özgürlüğüne saldırmak anlamına gelirken bunu münferit bir suç olarak ele almak, yasal koruma oluşturma gayesinden değil aksine yaygınlaştırılmaya çalışılan kadın düşmanlığındandır. Yaşadığı saldırıyı ispat etmeye çalışırken bir kez daha kimliğinden uzaklaştırılan kadın ve erkek eliyle işlenen bu suçların yaygınlaştırılması toplumun zihniyetiyle oynamak içindir. Sadece tecavüz suçlarında değil kadına dönük bütün pratiklerde karşılaştığımız budur. Toplumsal cinsiyet rolleri ile modern kölelikler üretilir; kadın, kimliğinden ve siyasetten koparılır, cezaevlerine, tımarhanelere, evlere, örtülere hapsedilir ve bu kapatılmaların gerekçeleri, yasalarla/yargılamalarla oluşturulur. Toplumun garantisindeki kadın değerleri artık birkaç alelade yasaya dönüştürülmüş, bu yasaların uygulanması da erkek egemen zihniyetin tekeline/denetimine bırakılmıştır; toplumsal ahlakın yerine hukuk konulmuştur.

Yasaların değişen lafzı, hukukun tarihsel dönüşümünü doğru anlayabilmek açısından önemli bilgiler verir. Arkeolojik araştırmalar ve kazılarla ortaya çıkan tabletler, lanetli kadın, günahkâr kadın, suça sebep kadın fikrinin peyderpey yayıldığını gösterir. Örneğin “Asurlularda bakire bir kıza tecavüz eden evli bir adam suçlu olarak görülürken, asıl cezayı karısı çekerdi. Hukuk, kadının tecavüz edilsin diye kurbanın babasına teslim edilmesini öngörüyordu.” Diğer taraftan evlilik içi tecavüz suç sayılmaz, yaşanılan olağan görülürdü. “Kocalar elbette eşlerine tecavüz etmekle suçlanamazdı; bu fikir delice bulunmasa bile anlaşılmaz bulunurdu. Erkekler eşlerinin sahibiydi ve keyiflerine göre onları kullanma özgürlüğüne sahipti.” Aslında kadınların tamamının köle olarak görüldüğü bu sistemlerde bazı kadınlar açıkça köle statüsüyle anılır, eşya muamelesi görmeleri hukuki dayanağa bağlanırdı. “İnsanın kendisini efendisinin kollarına teslim etmesi iş(kölelik) tarifinin bir parçasıydı. Hukuk açısından mesele başka özgür bir adamın kölesiyle izin almadan cinsel ilişkiye girmesi durumunda ne yapılacağıydı.” Babil’de, Hamurrabi’de ve Nippur Meclisi’nde adeta mala zarar verme suçu olarak ele alınan bu şikayetler neticesinde sadece para cezasına hükmedilirdi (6). Tüm bu pratikler, felsefecilerin, din düşünürlerinin kadına dair kara propagandaları ile günden güne kurumsallaşan ve kendini bugüne kadar taşıyan aklı besledi. Nanşe’den Puhudepa’ya toplumsal adaletin simgesi olan özne kadınlar, anlaşmazlıklarda çözüm gücü olan kadın aklı ve varlığı, artık erkek egemen sistemlerinin değersiz nesneleri haline getirildi, hukuki metinlerle bu görünmezlik pekiştirildi (7). Bugün hala dünyanın hemen her yerinde ulus-devletler ve yasa uygulayıcıları, tecavüzcüsüyle evlendirilen, kürtaj yasaklandığı için ölümcül yollara başvuran, yaşamak için öldürmek zorunda kalan, siyaset ürettiği, direndiği için beton duvarlar arasında çürümeye bırakılan kadınların gizli katilleri olarak jinosite devam ediyor. Ve elbette karşılarındakinin ne olduğunu, kim olduğunu bilen kadınların mücadelesi de büyüyerek sürüyor.

 

Yakın Dönem Hukuk Deneyimleri ile Demokratik Ulus Hukukunun İlişkisi

Dünyanın her yerinden yükselen itirazlarla ortaklaşan ama sadece haksızlıkla mücadele etmeyi değil, haksızlığa sebep olan erkek egemen aklın-iktidarların sisteminin parçası dahi olmamayı savunan Kürt Özgürlük Hareketi, alternatif bir yaşam için alternatif bir sisteme ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Bir bakıma politikasız bırakılmış bir toplumun yeniden politika üretmesinin kanallarını açıyor. Bu tespiti ve model önerisi; Hareketin en büyük bileşeninin Kürt Kadın Hareketi, aklının ve omuriliğinin de kadınlar olması açısından kadın eksenli bir karakter taşıyor. Kadın Hareketi, en başından beri kadının, kendi özgür iradesini açığa çıkarabilmesi ve bu özgür iradeyle toplumsallığını inşa edebilmesi için örgütlü ve özerk bir mücadeleyi esas aldı. Diğer taraftan tarihin en istikrarlı direnişçileri olarak kadınların varlığının ve dönüştürücü gücünün ancak toplumlar tarafından garanti altına alınması ve savunulmasıyla sahici bir dönüşüm yaşayabileceğimizi vurguladı, vurguluyor. Bu vurgu aynı zamanda demokratik modernitenin ve demokratik ulusun yani önerilen sistemin ve dönüştürülmesi gereken toplumun, saldırı altındaki kadın değerlerini korumasını ve kadın değerleri ekseninde toplumsal bir kimlik yaratılmasını içeriyor. Kadın mücadelesinin ve toplumsal savununun eş güdümlü devam etmesi gerektiği yaklaşımı, temellerini yine tarihsel toplumdan alıyor. Çünkü var olanın kabaca reddedilmesi tek başına bu sistemden kurtulmaya yetmiyor, “böyle değilse nasıl bir yaşam” sorusu bağrında tarihte neler oldu sorusunu taşıyor.

Beslendiği kaynak, geldiği aşama ve yarattığı sonuçlar açısından hukuk sistemi, adeta iktidarların tek taraflı sözleşmesi gibi uygulanırken; toplumsal sözleşmeyle başlayan tarihsel geçmişinde izini sürmek gerekiyor. Tarafların, halk ve yönetim olarak sunulduğu ama yönetenlerin belli bir zümreyi temsil ettiği, kadınların görünmez, köleliğin zaruret olduğu, hukukun mahkemelere sıkıştırıldığı Rousseau tipi bir sözleşmeden bahsetmiyoruz (8). Doğanın, insanların ve diğer varlıkların birlikte barış içinde yaşamasını, sorunların tüm bu varlıkların hakikati gözetilerek çözülmesinin esas alındığı toplumsal sözleşmeyi, analık hukukunu kastediyoruz (9-10). Siyaset ile hukuk arasındaki direkt ilişki açısından başlangıcın adını koymak, sonrasının karakterini anlamayı kolaylaştırıyor.

Devletlerin güçlenmeye başladığı dönemin hukuk sistemlerinde “insan aklının eriştiği soyutluk ölçüsü oranında gerçeklikle bağını kaybeden cansız şekiller yaratmaktan başka herhangi bir marifeti yokmuş gibi soyutlama ve tümdengelimle işleyen” bir yöntem görürüz (11). Eugen Ehrlich’in Batı hukuk tekniğine dair bu belirlemeleri, devlet dışı hukukun imkânı, toplum ve yasalar arasındaki kopukluk üzerine önemli vurgular taşır. İnsanların kültürel geçmişleri, yetiştirilme biçimleri, toplumla olan iletişimleri sebebiyle öğrendikleri gündelik davranışları bile hukuka konu yaparken, tüm bunlarla aslında ilgilenmiyor olmak tam da devletin hukukunun ne olduğunu açıklar. Devleti toplumdan bağımsız gören ve sözleşmenin taraflarını keskin bir şekilde birey ve devlet olarak ele alan hukukçular da geçmişte hukukun devlet tarafından yaratılmadığına emindir; bununla örf ve âdet hukukunu kastederken bile bugün uygulanacak hukukla örf ve âdet hukukunun arasında mesafe olması gerektiğini söylerler.  Hukukun toplum tarafından oluşturulmuş kaynaklarından olması sebebiyle tıpkı analık hukuku gibi örf ve âdet hukukunun da demokratik ulusun hukuku ile ilişkisi açılmaya, tartışılmaya muhtaçtır. Ulus-devletlerin toplumu yeniden dizayn ederken hukuku, toplumsal geçmişten koparması stratejik bir yaklaşımdır. Toplumsal yaşamın devlet hukukunda yer bulmamış bütün kuralları olarak ele alabileceğimiz örf ve âdet hukuku, toplumsal bir aradalığın nasıl sağlandığı, toplumların değerlerini hangi yöntemlerle koruduğu, aralarında çıkan uyuşmazlıkları çözerken izledikleri yolları içerir. Kralın, padişahın, hükümdarın, devlet başkanının ya da hâkimin olmadığı bir alanı işaret eder. Kültürün, geleneklerin aslında toplumsallığın kendisini geleceğe taşıma yöntemi olarak da ele alınabilir. Bu yönüyle demokratik ulus hukukunun inşasında, örf ve âdetlerin turnusolünün kadına yaklaşımları olduğunu ihmal etmeden, bugüne taşıdığı değerlerin gözetilmesi gerekir.

Başta analık hukuku ve örf âdet hukuku olmak üzere içinde kadın değerlerini ve toplumsallığı bulunduran bütün bilme biçimleri ve deneyimler, iktidarların sunduğu ve şiddet zoruyla uyguladığı hukuk sisteminin mutlak yol ve bilgi olmadığını gösterirken; alternatifi inşa etmenin de bir o kadar mümkün olduğuna dair doneler sunar. Yaşanılan savaşlarla gelen büyük yıkımlar ve toplumsal grupların kitlesel isyanları artık sadece toplumları değil, ulus-devletleri de ayakta kalamaz hale getirdiğinde, mecburi bir yol olarak uluslararası hukukun üretilmeye başladığı, insan haklarına kör bakılamayacağının farkına varıldığı bir döneme girilir. Ulus-devletler koalisyonu olarak ortaya çıkan Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği, savaşlardan aldıkları ders sonucunda köleliğin yasaklanması ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması ile insan onuruna yakışır bir yaşam için hukuki sorumluluğun devletlerde, denetimin ise bu üst koalisyonlarda olduğu sistemler şeklinde kendilerini örgütlemeye başlamışlardır. Bileşenlerin ulus-devletler olmasına dair itirazımızı saklı tutmak üzere bileşik hukuk sistemi şeklindeki bu çıkışın, hakların korunması ve adaletin sağlanması için taşıdığı kaygı ve çaba çok kıymetlidir. Hakları ve suçları tek tek sıralayan ulus-devlet yasalarına karşı kolektif tartışmalarla bağlayıcı sözleşmelerin yapıldığı, komitelerin, konseylerin kurulduğu ve bunların ülkeler düzeyinde düzenli denetimler yaptığı uluslararası insan hakları mekanizmaları, çıkışları itibarıyla ahlaki ve felsefi niteliği güçlü yapılar olarak görülebilir. Ancak kuruluşlarından bu yana taşıdıkları en büyük dezavantaj, bileşenleri olan ulus-devletler aracılığıyla bu mekanizmalara sirayet eden, kapitalist modernitenin para ve güç ilişkisine içkin bürokrasisi olmuştur. Bilhassa devletlerin toplumlara karşı işlediği suçlar açısından yeterince cesaret sergileyemeyen, ulus-devletlerle ilişkilerini kaybetmemek adına istisnalar yaratan kararlar, bahsettiğimiz bürokrasinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Hak savunucularının, hukukçuların ve hatta devrimcilerin hak ve adalete dair ihlaller karşısında etkili savunmalar üretmesinde, toplumların farkındalığının artmasında bu mekanizmaların yarattığı literatürün ve onlarca bireysel başvuru kararının yadsınamayacak kadar büyük bir payı vardır. Baskı ve sömürünün bilhassa yöneldiği kadınlar, çocuklar ve diğer ötekilerin haklarını görünür kıldıkları, devletlerin haksızlıklarını belgeledikleri ve ülkesel düzeyde tavsiye belgeleri hazırladıkları, üstelik tüm bu çalışmaları devlet dışı bileşenlerle temas kurarak yaptıkları su götürmez gerçeklerdir. Ancak bütün bu kazanımlara rağmen çözümü yine devletlerin insafına bırakan yaklaşımları, bu mekanizmaların da etkili bir toplumsal dönüşümde yetersiz kaldıklarını göstermektedir. Ulus-devletin dogmaya dönüşmüş ideolojik temelleri ve yapısallığı, gücünü azaltacak bir sisteme elbette ki çarçabuk razı olmayacaktır. Kölelik, ırkçılık, kadın kırımı ve doğa katliamları gibi hak ihlalleri, arka planları hayli derin sorunlarken, bu sorunların sadece uyarı ve tazmin ile ortadan kaldırılamayacağını öngörmek gerekir. Toplumsal mücadelelere güç veren, hukukun üretilmesinde ve uygulanmasında toplumun temsili değil radikal varlığına yer açan zeminlere duyulan ihtiyaç maalesef bu mekanizmaların gündemi dışında tutulmuştur.

Kadın hareketlerinin, feminist hareketlerin ve bireysel kadın direnişlerinin erkek egemen sistemler karşısında yürüttükleri mücadele, politik karakteri açısından hukuku da etkileyen ve dönüştüren devasa bir alanı oluşturur. Saldırı altındaki değerleri, kimlikleri ve hakları için verdikleri mücadele tarihi aslında kadınların tarihinin özeti gibidir. Bir yandan nasıl yaşamak istediklerine dair politika üreten kadınlar diğer taraftan bu politikalarla kazandıkları hakların korunması için direnmişlerdir. Saldırının sürekliliği direnişin de sürekliliğini getirmiştir. Özgürlük ve eşitlik talebiyle yola çıkan birçok kadın, seçme ve seçilme hakkı, çalışma hakkı, eğitim, sağlık vb. hakların kazanılması için binlerce kayıp vererek ama mücadeleden vazgeçmeyerek yola devam etmiştir.

Bu direnişin gücünü tarihselliğinden aldığını tam da bu sebeple ayakları yere basan en güçlü sistem karşıtı hareket olduklarını belirtmek gerekir. Kendilerinden nelerin, hangi yöntemlerle çalındığının farkındanlığıyla örgütlendikleri için ekonomiye, sağlığa, kültüre ve tarihe dair politikalar üretebilmeyi ve bu politikaların önemli bir kısmının uygulanmasını sağlamışlardır. Seçme ve seçilme hakkı, çalışma hakkı, eğitime erişim hakkı ve daha nice hakkın kadınların kapatılma tarihine güçlü cevaplar olduğunu görmeliyiz. Kadınlar, evlere, tapınaklara, fabrikalara, cezaevlerine hatta artık bedenlerine kapatılmalarına, sokağa çıkarak, kovuldukları alanı geri alma mücadelesi vererek karşı dururlar. Kazanımları, devletin lütfundan değil örgütlü kadın mücadelesi karşısında çaresiz kalmasındandır. İtiraz, örgütlü bir şekilde geldiğinde karşısında hiçbir gücün duramayacağının en büyük ispatı, kadın direnişidir.

Kadın hareketleri ve feminist hareketler, sistem karşıtı birçok hareketten farklı olarak hem neye karşı itiraz ettiklerini açıkça ortaya koyma hem de ürettikleri politikalarla nasıl bir yaşam istediklerini gösterme kabiliyetini taşırlar. Direniş, hem tekil hak ihlallerine, faillere hem de bu ihlallere zemin hazırlayan erkek egemen zihniyete dönüktür. Kendini küçük bir devlet organizasyonu olarak var eden ama derin bir kadın düşmanlığı ile inşa edilmiş ailede başlayan özgürlük kavgasını, mahkeme salonlarına, sokaklara, parlamentolara taşıyarak erkek egemen iktidar ideolojisinin bütün zincirlerini ifşa eder. Kadınların hukuk alanında verdikleri mücadele de bu temelde ele alınabilir. Hukuk sistemiyle statüsü pekişen, mutlak özne olarak sunulan devletin-erkeğin yerine kadın öznelliğini, korunması gerekenin kadınlar ve değerleri olduğunu koymak da mücadelelerinin bir parçasıdır. Bu parça, kadın eksenli toplumsallık parçalanırken kullanılan hukuk aracına karşı bir hamle olarak ele alındığında özgür bir toplum ihtimalini güçlendirme potansiyeli taşıyabilir; ancak kendini salt hukuki metinlerdeki öznelere dönüştürmek ulus-devletin topluma saldığı derin kökleri koparıp atmaya yetmeyecektir. Çünkü uluslararası sözleşmeler, anayasalar ve diğer binlerce yasa, özgürlük ve haklarla donatılmış, ideal metinler görüntüsündedir. Asıl sorun, bunca metni uygulayanların taşıdıkları zihniyettedir. Haliyle yasa metinlerini değiştiren mücadele eş zamanlı olarak topluma empoze edilmiş erkek egemen zihniyeti değiştirme sorumluluğunu da taşımalıdır (12).

 

Demokratik Ulusun Garantisi: Kadının Toplumsal Sözleşmesi (13)

Başlangıçta sorduğumuz, toplumsal ilişkileri düzenlemek adına, toplumun geçmişini, deneyimlerini, açığa çıkardığı değerleri ve kendini tüm bunlarla birlikte geleceğe taşıma iddiasını hayata geçirebilecek bir hukuk sisteminin imkânı var mıdır, sorusunu hukukun tarihselliği ve siyasetle olan bağı üzerinden ele almaya çalıştık. Bilgi kaynaklarının ve bilme biçimlerinin, kadın aleyhine çarpıtıldığı tarih ve siyaset deneyiminde, hukuk sistemlerinin toplumsallığı aşındırmak için kullanılan bir araç haline getirildiği, çıkardığımız sonuçlar arasındaydı. Yaşananlar karşısında toplumsal farkındalık sağlanmaksızın ve zihniyet dönüşümü yaşanmaksızın tek başına hukuk sistemlerinin değiştirilmesi, etkili bir yol olarak görünmediğinden, tartışmanın siyaset alanına taşınması ihtiyacı açığa çıktı. Eril karakterli hukuk sisteminin, toplumsal olana ters bir diyalektikle sürdürülmesi ve cinsiyetçilikle beslenmesi tesadüf değildi. Bunlar toplumsal olana açılan savaşla yani siyasetsiz kalmayla ilgiliydi. O halde alternatifin, güçlü bir siyasi dayanağa kavuşturulması ve ancak bu dayanak sağlandıktan sonra, dayanağın korunması adına hukukun inşası düşünülebilirdi.

Demokratik ulus önermesi, toplumsal sözleşme üzerine yoğunlaşır. Ancak söz konusu toplumsal sözleşme, klasik sözleşmeci yaklaşımın farklı bir okuması gibidir. Klasik sözleşmeci yaklaşımın, sözleşmeyi adeta bir dogma gibi katı kural ve kabuller bütünü olarak ele alması demokratik modernitenin diyalektiğe tanıdığı alan açısından kabul edilemezdir. Alternatifin tartışmasında, sözleşme kabul edildikten sonra etkisiz ve edilgen hale getirilen topluluklar yoktur, devletin değil toplumsal olanın mutlak suretle korunacağı siyasi bir ilke söz konusudur. Carole Pateman, toplumsal sözleşmeye dair yürüttüğü tartışmalarda, sözleşmelerin (özellikle cinsel sözleşmenin), genel sözleşmeci yaklaşımın dayattığı; özgürlüğün bile sözleşme ile devredilebileceği fikrinden uzaklaştırılarak, sözleşmenin ilgili hakların ve ilişkilerin yenilenmesi/tanınması ve korunması temelinde ele alınabileceğini belirtir(14). Bunu belirtirken Rousseau tipi erkek egemen zihniyetin ürünü olan sözleşmeleri ve bunlara tabî olmayı kastetmez. Bu tip toplumsal sözleşme tartışmalarının arka planda ikinci bir sözleşmenin yani cinsel sözleşmenin sürdürüldüğünü görmek gerekir. Birey, toplum ve devlet arasındaki ilişki, iktidarcı zihniyetiyle ilk karşıtlaşmayı kadın-erkek ve kadın-toplum arasında kurmuştur. Pateman’ın, “İlk bakışta özel alanın yaratılmasına hiç gerek yokmuş gibi görülebilir; zira erkeklerle kadınlar arasındaki cinsel ilişkiler, evlilik ve aile, doğa durumunda da zaten vardır. Ama ilk sözleşme “sivil toplumu” ortaya çıkarır ve özel alanın nasıl kurulduğunu ve kamusal alandan ayrılmasının neden gerekli olduğunu açıklamak için cinsellik sözleşmesinin hikayesini anlatmak gerekir” değerlendirmesi, sonrasında ilk olmadığını öğrendiğimiz ama ilkmiş gibi sunulan toplumsal sözleşmenin sözde özel-kamusal alan ayrımıyla kadını yaşamdan peyderpey koparan eril karakterini vurgular. O halde demokratik ulusun toplumsal sözleşmesinin klasik sözleşmeci yaklaşımdan ayrılması gereken bir diğer özelliği, kadın özgürlükçü yaklaşımı olmalıdır, diyebiliriz.

Fatmagül Berktay’ın, “Politika, başka şeylerin yanı sıra, bireylerin birbirleriyle etkileşim ve ortaklık içinde giriştikleri özgür, gönüllü eylemler aracılığıyla kendilerini yarattıkları, ortaya koydukları bir sahne; politikanın yer aldığı kamusal alan da her şeyden önce, insanların birbirlerini tanıması ve söyleşmesi üzerine kurulu “insanlararası bir alan”dır…” şeklindeki değerlendirmesinde ve daha birçok toplumsal özgürlükçü yaklaşımda bireylerin bir arada yaşayabilmesi, toplumsal olanı yani siyaseti kurabilmesi için ahlaki bir değer olarak özgürlüğün referans alındığını görürüz(15). Demokratik ulus yaşamında da hukukun ortadan kaldırılması yerine kadın özgürlükçü toplumsal normlara dönüştürülmesi ve denetiminin yine bu ölçüyle hareket eden topluma bırakılması öngörülür. O halde özgür ve katılımcı bireylerin söz ve eylem birlikteliği ile toplumsal sözleşme ayakta kalabilecektir.

Kürt Kadın Hareketi, demokratik ulus inşasına sunduğu kadın özgürlükçü toplum perspektifiyle hem bir yaşam/yönetim alternatifi hem de siyasi bir tavır olarak açığa çıkardığı Kadının Toplumsal Sözleşmesi ile başka bir yaşamın mümkün olduğunu göstermeye çalışır. Bu metnin, zihniyet dönüşümünü esas almasının yanında yaşamı organize edebilecek mekanizmalar da önerdiğini görürüz. Bu mekanizmalar içinde hukukun nasıl üretileceği, nasıl icra edileceği de işlenir. Bilindik suç-ceza ayrımlarından öte bireylerin yaklaşımlarının toplumda yaratacağı etkiler üzerinde durulur. Örneğin kadına saldırmanın, topluma karşı işlenmiş suçlar olarak ele alınması, ulus-devletlerin zihniyet kurgusunu ve hukukunu alaşağı etme potansiyelini taşır.

Ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamın, ancak kadın eksenli bir icrayla eşitlikçi, etik-estetik ve demokratik ölçülere kavuşturulabileceği vurgulanır. Siyasi bir mecra olarak ahlaki-politik toplum, tarihsel çöküşün sebeplerini unutmamalı ve kadın değerleriyle inşa edilmelidir. Bu tutumun reddi toplumsal olanı reddetmek şeklinde addedilir. Burada kastedilen biyolojik bir kadın varlığı ve yöneticiliği değildir. Kadın eksenli düşünüş ve yaşam, toplumsal bir kimliği ifade eder. Bu sebeple toplumu oluşturan herkesin özne olarak kabul edileceği ve bu alternatif sistemin tamamının demokratik ve kolektif pratiklerle yine tüm toplum tarafından yürütüleceği savunulur. Bireyselliği güçlendirirken bu gücün toplumsallığa akmadığı her pratiğin iktidarcı bir eğilim taşıdığı vurgusu önemlidir. Ne toplum karşısında görünmezleşmiş bireyler ne bireyci/bencil yaşamın öne çıktığı deneyimler, bu sistemin parçası olarak kabul edilmez. Birlikte yaşam için sorunların, birbirini görerek ve dayanışarak çözülmesini esas yöntem olarak sunar. Kaderine terk edilmiş kadınların değil toplumdan aldıkları güçle üreten kadınların sistemi olarak kendini ortaya koyar. Karşıtlaştırılan kadın-erkek ve kadın-toplum arasındaki ilişkinin ahlaki ve politik ölçülerle yeniden kurulması için önerilen ilişki biçimi sözleşme ve önerdiği sistem açısından özgür eşyaşamdır. Bu kavramın kapsamı sadece cinsel ilişkiler sınırlı değildir ama cinsel ilişkilerin de sömürü sisteminin saptırdığı alanlardan olduğunu görür.  Birlikte yaşamı kadın ve erkek açısından imkânsız kılan tüm pratiklere karşı özgür eşyaşamın savunulması, kadın-erkek, kadın-toplum arasında yeniden kurulacak özgürlükçü ilişkiler içindir. İlişki, erkekle, ailede, siyasette ve üretimde devam ederken eşyaşam, eş yönetim, eşbaşkanlık gibi modeller aracılığıyla sürmeli ve toplumsal hukukla garanti altına alınmalıdır.

Bireyler olarak tek tek içimizde ve toplumsal yaşamın diyalektiğinde, karanlık ve aydınlığın, iyilik ve kötülüğün, güzel ve çirkin olanın beraber akıyor oluşu hem saldıran hem de saldırılan olmakla sürekli karşılaşmamızın nedenlerindendir. Bu düalizmin, kaderciliğe sürüklemesini kabul etmeyen kadın yaklaşımı, hayatta kalmanın ve hayatı ahlaki ve politik ölçülerle örgütlemenin yolu olarak özsavunmaya işaret eder. Özsavunma, haksızlık karşısında gösterilen bireysel tutumlar ve bu tutumların kolektif ifadesi olarak açığa çıkan kitlesel, toplumsal refleksler olabileceği gibi bilgiye erişmek, doğadaki tüm varlıklar için bu bilgiyi kullanmak ve eylemi böylesi entelektüel bir aydınlanmayla gerçekleştirmek olarak da yorumlanabilir. Yani özsavunma, demokratik ulusun tüm öznelerinin kendini ve toplumsal olanı koruyabilmesi, sürdürebilmesi önündeki engellere karşı çok yönlü direnişi olarak görülebilir.

Tarihselliğini, itirazlarını ve alternatiflerini ana hatlarıyla ifade etmeye çalıştığımız, demokratik ulus-demokratik toplum siyaseti ve hukuku, yerel-bölgesel bir ihtiyacın karşılanmasından daha büyük bir iddiası olduğunu belirtir. Kadının Toplumsal Sözleşmesi ile siyasi ve hukuki dayanağını oluşturan demokratik modernite, bütün kadınları, halkları, inançları, kültürleri, hareketlerin, bu tezi zenginleştirmeye, Demokratik Dünya Konfederalizminin ve Kadın Konfederalizminin inşasına ve beraber inşa edilecek sistem içerisinde yine beraber yaşamaya çağırır. Bu çağrı, yaşadığımız yüzyıl açısından oldukça cesur ve fakat örgütlü gücün değiştirebileceklerinin farkındalığına dayandığı için ütopik olmayan bir çağrıdır.

 

KAYNAKÇA
1- Catharine A. MacKinnon, Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, Metis Yayınları, Birinci Basım, 2003
2- Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü II, Kapitalist Uygarlık Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar Çağı, Amara Yayınları, Birinci Basım, 2015
3- Jineolojî Akademisi, Jineolojîye Giriş, Aram Basım, Yayın ve Reklamcılık, Birinci Basım, 2015
4- Samuel Noah Kramer, Tarih Sümerde Başlar, Kabalcı Yayıncılık, Üçüncü Baskı, 2018
5- Merlin Stone, Tanrılar Kadınken, Payel Yayınları, Birinci Baskı, 2000
6- Eric Berkowitz, Seks ve Ceza Arzuyu Yargılamanın Dört Bin yıllık Tarihi, Kolektif Kitap, Altıncı Basım, 2017
7- Veli Ünsal, Eski Anadolu’da Teokratik Devlet Düzeni Hitit ve Urartu, Berikan Yayınevi, Birinci Baskı, 2013
8- Roger Cotterrell, Hukukbilimin Politikası Hukuk Felsefesine Eleştirel Bir Giriş, Pinhan Yayıncılık, Birinci Baskı, 2018
9- Evelyn Reed, Kadının Evrimi Anaerkil Klandan Ataerkil Aileye I, Payel Yayınları, İkinci Baskı, 1994
10- Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu, Kırmızı Yayınları, Beşinci Baskı, 2009
11- Eugen Ehrlich, Hukuk Sosyolojisinin Temel İlkeleri, Pinhan Yayıncılık, Birinci Basım, 2019
12– Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü III, Özgürlük Sosyolojisi Tekrar Özgürlük Ütopyalarıyla Yaşama Çağı, Amara Yayınları, İstanbul 2015
13- 21. Yüzyıl Kadın Özgürlük Manifestosu, Hevi Yayınları, Birinci Baskı, 2002
14-Carole Pateman, Cinsel Sözleşme, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, Birinci Baskı, 2017
15- Fatmagül Berktay, Politikanın Çağrısı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Üçüncü Baskı, 2012

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.