Düşünce ve Kuram Dergisi

Umutsuzluk İçerisinde Umut: Kürt Hareketi Yenilgide Zaferi Nasıl Buluyor?

Matt Broomfield

Pek uzun sayılmayacak bir zaman önce, işgalci Türk ordusuna karşı savaşın arifesinde, telefon ekranı etrafında toplanmış Kürt savaşçıları izliyordum. Kararmış kalaşnikofları, zayıf omuzlarının üzerinden sarkıyordu. Telefon kullanmaları yasak olsa da herkeste kaçak Alcatel telefonlar vardı ve çatışmalar arasındaki uzun, sıkıcı boşluklarda çoğunlukla telefonlarında savaş oyunları oynuyorlardı.

İzledikleri video Rojava’da hayli popüler olmuştu. Zack Snyder’ın “bizlere karşı onlar” ikiliği üzerine kurulu, şiddetin cisimleşmiş hali olan çizgi romanından uyarlanan 300 Spartalı filminden bir sahneydi bu. Pers istilasına karşı Spartalıların Thermopylae’deki direnişine tanık oluyorduk. Leonidas’ın soylu savaşçılardan oluşan adamları, kılıçlarını kalkanlarına vurarak kendilerini feda etmeye, ölüme hazırlanıyordu. Videoyu izledikten sonra Kürt arkadaşlarım ayaklarını tozlu zemine vurdular, bir ağızdan sloganlar attılar. Benim aklımdaysa bir hafta içerisinde bu insanlardan bir kısmının öleceği vardı.

Aklımdaki bir diğer soru ise tarihsel efsanede olduğu gibi filmde de Spartalıların tamamının katledildiğini bilip bilmedikleriydi. Kuvvetle muhtemel biliyorlardı. On yılı aşkın bir süredir etnik temizliğe karşı direnen, hem DAİŞ’e hem de çok daha güçlü olan Türk savaş makinesine karşı mücadele ederek kadınların öncülüğünde demokratik bir yönetim şekli kurmaya çalışan Halk Savunma Birlikleri ve Kadın Savunma Birlikleri (YPG ve YPJ) Spartalılara yakınlık duyması şaşırtıcı değildi. Türkiye, savaş uçakları ve tanklarıyla NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip. Kürt hareketinin elinde ise paslı Sırp kalaşnikofları ve umut ışığı olarak gördükleri bir avuç kasvetli efsaneden başka bir şey yok.

Bariz bir şekilde başka bir seçenek yokken sanki bir tercihmiş gibi savaşmak… Her şey umutsuzluğu işaret ederken kendini bile isteye kandırıp cesur durmak… Düşmanla anlaşmaya varmanın imkânsız olduğu gerçeği karşısında bilakis özgürleşmek… Ütopyanın peşine düşmek için silahlanmak… Bu gözleri kör, insanî dürtüler Prometheus kadar eskidir. Mısır doğumlu Yunan şair Konstantinos Kavafis’in Spartalıların direnişini övdüğü bir şiirinde dediği gibi, en büyük onur, yaklaşan bozgunun tam bilincinde olarak ama ne olursa olsun ve ne zaman olursa olsun kendi “Thermopylae”lerini savunanlara aittir.

Kürt hareketinin yıllardır tekrarladığı “Yaşamak direnmektir” (Berxwedan jiyan e) sloganı, tutsak Abdullah Öcalan’ın “Umut zaferden daha değerlidir” sözü, askerî, siyasî ve pragmatik zayıflığın açıkça itiraf edilmesi anlamına gelir. Ancak bu itirafla hareket aynı zamanda mirasçısı olduğu kadim, isyancı soyağacını, savaşçı ve direnişçi ruhunu da ortaya koymaktadır. Uğruna savaşacak bir şeyimiz yoksa her şey için savaşabiliriz. Felsefeci Slavoj Zizek’in 300 Spartalı filmi hakkında yazdığı eleştiride belirttiği üzere solun, modası geçmiş fedakârlık ve disiplin kavramlarını faşizmden acilen geri alması gerektiği yönündeki çağrısına Kürt hareketi yanıt vermektedir.

 

Ulaşılamaz Bir Cennet

Kürtlerin öncülüğündeki Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi tarafından yönetilen kurtarılmış bölgelerde, hayatın apaçık acımasızlığı karşısında aynı iradeyle direnme gücü mevcut. Gerçekten canı, kanı pahasına pes etmeyi reddetme durumu, devrimin en güvenli halde bulunduğu, en iyi yapılandığı yerlerde değil, en büyük engellerle karşı karşıya kaldığı yerlerde en şiddetli biçimde ortaya çıkıyor.

Bundan beş yıl önce Kürt bölgesi olan Efrîn, Türkiye ve maşası cihatçı çeteler tarafından ele geçirildi ve etnik temizliğe tabi tutuldu. Efrîn’de yerinden edilen 300.000 kadar Kürt, çoğunlukla daha güvenli ve nispeten refah içerisinde bulunan şehirlere göç etmek yerine Şehba’daki çorak mülteci kamplarında yaşam mücadelesi vererek, Türkiye işgali altındaki Efrîn sınırının cephe hattına bitişik izole bir bölgede kalmayı tercih etti. Bu çorak toprak parçasında halkın inatçı devrimci iradesi, Kuzey ve Doğu Suriye’de ziyaret ettiğim her yerden daha fazla, daha açıkça görülüyordu. Türkiye destekli çetelerin düzenli olarak yaptıkları bombardımanları hatırlatarak menzil içerisinde kalan bir çadırda yaşayan yaşlı bir kadına endişe edip etmediğini sordum. Bana kuşku dolu gözlerle baktı ve şöyle cevap verdi: “Çadırım cephe hattına değil, Efrîn’e yakın.”

Diğer mülteciler tarafından da sık sık tekrarlandığını duyduğum bir cümleyi tekrar etti: “Hiç değilse işgal altındaki vatanındaki zeytinliklerden gelen rüzgârı koklamak istiyordu.” Bu klişe, nineye cesaret veriyordu. Çünkü klişe, güç aldığımız ama yanlış olabileceğinden endişe ettiğimiz gerçekler karşısında kendimizi rahatlatmanın bir yolu değilse nedir ki? Efrîn’e dönmek gerçekçi bir umut değilken anlamsız olan bu meydan okuma, her şeye rağmen gerçek bir siyasi etki yaratıyor, Kürt hareketinin hem stratejik bir askeri dayanak noktası hem de mücadeleye devam etmek için hayati bir ideolojik ufuk elde etmesini sağlıyordu.

Burada mesele, oryantalist analizlerin yekpare, apolitik bir bütün olarak tanımladığı “Kürtlere” atfettiği insanüstü bir devrimci eğilim değil. DAİŞ’e karşı savaşın izini sürerken tanıştığım sivil Arap aileler arasında da hemen hemen aynı zihniyet hâkim. Bombaların yıktığı evlerine dönüp yıkadıkları çamaşırları is ve kan lekeleriyle dolu yıkık duvarlara asıyorlar, kırık paletlerin üzerine erzak kolilerini, salça konservelerini diziyorlar, yokluktan bir toplum kurmaya çalışıyorlardı.

Levant bölgesinde Filistinlilerin yaşadığı mülteci kamplarında olduğu gibi, insanlar bir gün evlerinin kapısını yeniden açma umudunun sessiz bir sembolü olarak nesilden nesile aktarılan paslı anahtarları saklıyor. Ne yenilgiye teslim olmuşlar ne de zafer umuduyla dolular; Albert Camus’un varoluşçu eseri “İsyankâr” gibi, sonu gelmez bir isyan ile devamlı mücadelenin aktif ve üretken geriliminde, iki arada bir derede kalmışlar. Direniş yaşamdır, yaşam direniştir.

 

Varoluşsal Savaş, Varoluşsal Retorik

Okurlar Antonio Gramsci’ye atfedilen şu söze aşina olabilirler: “Sosyalistler aklın kötümserliğine, iradenin iyimserliğine sahip olmalıdır.” İtalyalı militan entelektüel, küçük zaferler talep etmekle suçladığı anarşist bir yoldaşına hapishaneden yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Zihinsel durumum bu iki duyguyu hem sentezliyor hem de aşıyor; asla sanrılara düşmediğim için hayal kırıklığına da nadiren uğrarım. Her zaman sınırsız bir sabır silahımdır. Pasif, atıl bir sabır değil, azimle birlikte mücadele eden bir sabır.”

Bu diyalektik “sentezin” ortaya koyduğu üzere Gramsci basit bir tezat kurmuyor, komünistlerin gerçekliği görmezden gelme pahasına devrim için örgütlenmeye devam etmelerini önermiyordu. Aksine, önündeki uzun mücadele için ihtiyaç duyduğu silahı sağlayan, karamsarlığın ta kendisiydi. Benzer şekilde Kürt Özgürlük Hareketi de yenilgileri, engelleri ve kayıpları mitolojisine, ideolojisine ve pratiğine dahil etmenin yollarını bulmuş. Hareketin temsilcileri de yenilgileri görmezden gelmek ya da bir hasıraltı etmek yerine, içinde bulunmak zorunda bırakıldıkları maddi koşulların kötümser bir analiziyle destekleyerek elde edecekleri kazanımların iddialı bir hesapla sentezliyorlar.

Türkiye’nin sınırları içerisinde ve dışında Kürtlerin öncülüğünde demokratik özerklik kurma girişimlerine karşı gelişen Türk askeri operasyonlarına yanıt verirken hareket, karşı karşıya kaldığı krizleri bilinçli olarak varoluşsal terimlerle ifade ediyor. Bu, teknolojik olarak daha üstün bir rakibe karşı gerilla tarzı bir “halk savaşı” örgütlemek için etkili bir strateji. Kürtlerin öncülüğündeki Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi temsilcileri, Türkiye’nin sınır boyunca ağırlıklı olarak Arap ve Türkmen milisleri yerleştirerek kalan Kürt nüfusu hapsettiği, taciz ettiği ve acımasızca katlettiği Efrîn’de Kürt nüfusun yüzde 97’den üçte bire düşürülmesi sonucunu doğuran, sistematik olmayan bu etnik temizliği tanımlarken yüksek bir retorik kullanıyor.

Bölgesel siyasi liderler, Efrîn’de yaşananları “şerê hebûn û nebûnê” (var olma ve yok olma savaşı) ya da bazen daha basit bir şekilde “soykırım” olarak tanımlıyor. Eğer bölgede Kürtlerin soykırım olarak nitelendirilebilecek kadar sistematik bir şekilde katledilmediğine inanılıyorsa, o zaman belki de “etnik temizlik” ifadesi terim olarak yeterli olacaktır. Ancak bu durum, çatışmanın Kürt kurbanlarınca varoluşsal bir şekilde, sadece toprak veya yönetim hakkı için değil, belirli bir etnik kimliğe ayrılmaz bir şekilde bağlı olan siyasi bir fikir, bir yaşam biçimi uğruna verilen bir mücadele olarak deneyimleniyor.

Efrîn’de yaşamak bir Kürt için ille de ölüm fermanı anlamına gelmiyor: Yaşlılar, muhtaç insanlar ve kimi hain işbirlikçiler Efrîn’de yaşamaya katlanabiliyor. Fakat özerk yönetimle, YPG ile veya YPJ ile birlikte çalıştığından, kendi haklarını savunduğundan şüphelenilen herkes-ister Kürt ister Arap ister Êzidî olsun-bölgenin karanlık alanlarından birinde birden ortadan kaybolabilir. Kürt hareketi, Türkiye’nin sadece Kürtlerin kendi kaderini tayin etmesine değil, güney sınırında denenmekte olan daha geniş kapsamlı konfederalizm programına da karşı olduğunu belirtmekte son derece haklı. Hareket, total devlet şiddetine yanıt olarak kendi kaderine duyduğu kehanetvarî inancı ve buna bağlı olarak takipçilerinden talep ettiği küllî fedakârlığı haklı çıkarmak için bu “ya hep ya hiç” duygusuna başvurmak zorunda.

Olağanüstü kahramanlık eylemlerine olanak tanıyan bu yaklaşımın bir ek maliyeti olduğu da doğru. İnsanlara bir savaşın varoluşları için olduğu söylendiğinde bu savaş kaybedilirse yenilgiye nasıl dayanacakları gibi bir soru da ortaya çıkar. Türk ordusunun özerk yönetime karşı yürüttüğü operasyonlarda olduğu gibi, seferberlik yolunda yoldaşlık, cesaret ve asil fedakârlık gibi baş döndürücü duygular yaşamak daha kolaydır. Ancak bir gün gelir de savaş kaybedilirse bombalar henüz kişinin kendi sığınağına ya da evine düşmemişken, iç çekişmeler ve suçlamalar yeniden başlayacaktır. Bu dinamik, “ya hep ya hiç” enerjisi savaş boyunca, belki bir hafta, belki bir yıl boyunca korunabilir. Ancak bir noktada azalmak durumunda kalacak ve yerini tuhaf bir şekilde boş bir duyguya bırakacaktır.

Zafer günü henüz gelmedi. F-16 savaş uçakları ile kalaşnikofların karşı karşıya olduğu bir gerilla savaşında zafere ulaşmak beklenemez. Ama külli bir yenilgi günü de gelmedi. Bu nedenle Kürtler dayanmanın yollarını bulmak zorunda. Türkiye’nin Efrîn’i işgal ve istilasını takip eden haftalarda Rojava’ya ulaştığımda, beklediğim varoluşsal yenilgi duygusu ile sadece askeri cephede değil, çeşitli ekonomik, siyasi ve kültürel alanlarda devam eden, çılgınca örgütlenme gerçeği arasındaki uçurumdan hemen etkilendim. Aynı şekilde Serêkaniyê ve Girê Spî’nin işgalini takiben, batılı gazeteciler Esad rejiminin kontrolü ele geçirmesinden korkarak, sınırdan içeri akın ettiler ve sadece devrimin ölümünü müjdeleyen ağlamaklı köşe yazıları yayınlayıp durdular. Gerçekte ise özerk yönetimin kuzey Suriye’nin iç kesimlerindeki siyasi ve güvenlik kontrolü açısından sahada hiçbir şey değişmedi. Yenilgi, üçlü bir anlatıda sentezlendi: Direniş, azim ve umut karşısında umut.

 

Öcalan, Bloch ve ‘Çelişkilerin’ Aşılması

Gramsci’nin “sentezi” gibi, niceliksel yenilgiye rağmen niteliksel umudu kaybetmeme yeteneği, bilişsel uyumsuzlukla değil, negatif kapasiteyle ilgilidir; düşünsel çelişkileri sürdürebilme, “belirsizlikleri, bilinmeyenleri ve şüpheleri” kabul edebilme ve böylece salt aklı aşan hakikatlere ulaşabilme kapasitesi. Kürt hareketinin kuramcıları da tutsak Abdullah Öcalan’ın yazılarında sıkça tekrarlanan bir ifade olan “çelişkiler” üzerinden düşünce üretme ve bu çelişkilerin ötesinde geçerek siyasi faaliyet yürütme kapasitesine büyük değer verir.

Bu yönüyle Öcalan’ın dünya tarihi analizi ve hareketin kendi siyasi tarihine yaklaşımı, deli ve dahi Marksist entelektüel Ernst Bloch’un çalışmalarını hatırlatmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde Yahudi bir sürgün yazar olan Bloch, Marksizm’in “sıcak” ve “soğuk” akımları olduğunu, Marx’ın sadece tarihsel materyalizm bilimini kurarak komünizmin mantıksal kaçınılmazlığını göstermekle kalmayıp aynı zamanda ütopik bir umut akımını da zincirlerinden kurtardığını söyler. Marx’ın rolü bir yandan “ideolojilerin maskesini düşürmek ve metafizik yanılsamanın büyüsünü bozmak”, diğer yandansa “özgürleştirici bir niyet ve […] aşağılanmış, köleleştirilmiş, terk edilmiş, küçümsenmiş insana güçlü bir çağrı” ortaya koymak olmuştur. Paradoksal bir şekilde, kusursuz ve yeni bir metafizik ideoloji başlatmıştır. Sıcak nehir, soğuk nehri beslerken, bunun tam tersi de gerçekleşir: Soğuk diyalektik de devrimin parlak alevini körükler.

Benzer şekilde Kürt hareketi de tarih boyunca akan “iki nehirden” bahseder. Sindirilmiş olan sivil demokratik toplumun gizli ve güçlü akıntısı, zamanla devlet iktidarının yükselen dalgalarının altında kalmıştır. Bloch’un teleolojisinde olduğu gibi, bu açıklama da muğlak ve yoruma açıktır: Sürekli yenilgi ve baskı tarihine bakıp içerisinden kısa sürmüş umut veren anlar cımbızla seçiliyor mu, yoksa bu yenilgilere rağmen değil, bu yenilgiler aracılığıyla süren ilerlemenin Marksist diyalektiği mi kabul ediliyor? Rojava bazen anarşist Paris Komünü’ne benzetilse de, umudun beklenmedik ve geçici bir kesintisi gibi ifadelerle temsil edilse de, yukarıda önerildiği üzere proje, azınlıklar ile şovenist ulus-devletler, kadınlar ile ataerkiyi temsil eden eskiler, yoksul köyler ile merkezi ekonomiler arasında uzun vadeli karmaşık bir ‘çelişkiler’ alanı olarak bağlamsallaştıran bir yaklaşımı da hak ediyor.

Bloch’un anlatısı en radikal devrimci anlatılardan biridir. Bloch, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yazan, kötümser maddi analizlerden her şeye rağmen çok çeşitli siyasi eylem çağrıları çıkarmayı başaran Albert Camus, Theodor Adorno, Gabriel Marcel gibi birkaç yazardan biriydi. Bloch’un yaklaşımıyla Kürt hareketinin yaklaşımının ortak noktası, siyaset ve tarihin diyalektik analizinde, olağanüstü özgürleştirici bir potansiyeli fark etme becerisidir. Hareket karşısında duran sınavı varoluşsal terimlerle, ya hep ya hiç şeklinde tanımlasa bile, kendisini bu sınavları aşmak üzere donatmaya devam etmektedir.

Bu süreç en iyi ifadesini hareketin militan kanadının seküler şehit kültüründe bulur. İslamcı gruplarda görülen şehit kültürünün aksine, aktif olarak gidip şehit olmak katı bir şekilde reddedilir. Kürt hareketi savaşta taktiksel olarak intihar bombacıları kullanmaz. Ancak o son noktaya ulaşıldığında ve bir savaşçı savaşta düştüğünde ya da yoldaşlarını kurtarmak için kendini feda ettiğinde, hemen kahramanlar panteonunda yerini alır, kişisel ve siyasi çelişkiler içerisinde bulunma sürecinden kurtulur, ölümleri değil ama yaşamları ve mücadeleleri kutlanır ve böyle anılırlar. Kürt Özgürlük Hareketi, yenilgileri gibi, bu ölümleri de inkâr etmez.

Rojava ve Kurdistan’ın Zagros Dağları, yeşil, sarı, kırmızı renklerdeki şehit posterleriyle donanmış anma bahçeleriyle doludur. Bu posterler ölümün korkunçluğunu değil, tam da ölüm anında yaşamın ayrılmaz bir ifadesini bulma becerisini temsil eder.

Bir başka düşünür, daha az ütopyacı olan Yahudi entelektüel Walter Benjamin de “kötümserliğin siyasi örgütlenmesi” çağrısında bulunmuştur. Gramsci’nin eleştirisini hatırlatan bir dille, sosyal demokrasinin “ilkesiz, yüzeysel iyimserliğini” kınayarak gerçeküstücülüğün özgürleştirici potansiyelini kabul eder, doğrusal süreç kavramını eleştirir ve bozar. Bu dönüştürücü, değişken niteliğin örgütlü bir “komünist yanıt” ile aynı hatta getirilmesi gerektiğini savunur.

Kürt hareketi düz bir şekilde iyimser olsaydı, şimdiye kadar her şeyin yolunda gittiğini ya da Türkiye’de ve ötesindeki mevcut siyasi katılım biçimlerinin zafer için yeterli olacağını öne sürerdi. Aksine şimdiye kadar bu amacın peşinde koşmanın nelere mal olduğunun bilincinde olarak, herkesin umduğu ve aradığı, onların getirdiği radikal eleştiriler ve tasfiyelerdir. Yaşamı ölüm anında tanımlayan bu hareket, sandıkta, barikatta ya da cephede yenilgiyi kabuk edip kendi dinamik, örgütlü, militan sabrıyla “sentezleme” yeteneğine sahiptir.

 

Devrimci ‘İnanç Sıçraması’

Soren Kierkegaard’ın kullandığı teolojik bir kavram olan, inanç sahiplerinin tecrübe ettiği, rasyonalitenin tamamen ötesindeki “inanç sıçraması” kavramının, Rojava’da hem yerel hem de enternasyonalist devrimcilerin zaruri olarak ütopik siyasi bağlılıklarına da yansıdığını gözlemlemek mümkün. Bu, kötülük gerçeğinden iyiliğin gerekliliğini çıkaran basit, seküler bir iman değil, hafife alınmaması gereken karmaşık ve yorucu bir yolculuk. Kierkegaard’ın paradoksal inanç anlayışı, ancak Tanrı’ya mantık çerçevesinde bir inanç duymanın anlamsız olduğunu kabul etme cesaretine sahip olunduğunda ulaşılabilecek bir inanç anlayışıdır: “Kişinin arzusundan vazgeçmesi büyük bir şeydir, ama vazgeçtikten sonra onu sıkı sıkıya tutmak daha büyük bir şeydir.” Bu düşüncenin Batı’da modası geçmiş olabilir, ancak Kuzey ve Doğu Suriye’deki devrimci sınıf arasında canlılığını korumaktadır.

Tarihsel kriz anlarında tuhaf, geriye dönük bir umut dünya üzerinde patlama gösterir. Bu, kendini milenyalist, dinsel bir coşku olarak ya da delilikten ayırt edilemeyecek devrimci bir ateş olarak ortaya çıkabilir; kendini kandırma da olabilir, kendini feda etme de olabilir. Prometheus’un yaptığı gibi tanrıların suratına tükürmektir, Frantz Fanon’un ifadesiyle yenilmez gibi görünen efendilere sıkılan “ilk kurşundur” bu. Kobanê’de olan da buydu. DAİŞ karşısında yenilgi kaçınılmazmış gibi görünürken kararlı bir direnişle Kürt güçleri beklenmedik bir küresel destek kazandı. Gücü, çağdaş kitle kültürünün ölü ağırlığı tarafından da söndürülemedi. Spartalıların hikayesi 300 filmi ile dünyayı dolaşıp iki buçuk bin yıl sonra tıpkı Leonidas’ın kalkanı gibi çatlamış bir telefon ekranına geri döndü.

Efrîn’de Türk hava saldırıları karşısında Kürtlerin yenilgisinin kaçınılmazlığı, yerel halk tarafından kahramanlıklarının kanıtı olarak gösteriliyor. Türkiye’nin F-16’ları karşısında YPG’nin şansı olduğuna dair kendimizi kandırmanın bir anlamı yok. Ama Kürt hareketinin Batı soluna yönelttiği pek çok eleştiriden biri olan kronik ve aynı derecede boğucu bir yenilgicilik içinde debelenmenin de bir anlamı yok. Kürt hareketinin şehitlerini yüceltmesi de bu bağlamda anlaşılabilir. Onlar “tarihe yürüyenler” olarak görülüyorlar. Ancak Kürt hareketinin tarihine damgasını vuran bitmek bilmeyen yenilgilerin, gerilemelerin ve ölümlerin parlak alevinde üretilebilecek kadar güçlü, meydan okuyucu, delice bir inancın kanıtı olan seküler bir panteonda hafızalarda korunuyorlar.

Umudun uyuşturan, zehirleyen, asla gerçekleşmeyen, her zaman hayal kırıklığına mahkûm eden etkisine karşı temkinli tarihsel anlatılar bulmak zor değil. Platon’un Timaeus diyaloğundan Thomas Aquinas’a, Friedrich Nietzsche’ye kadar umut her zaman belirsiz bir değer olmuş, bilge kişiler umuttan kaçınmıştır. Ama umuttan vazgeçmeyi inatla ve bazen de hiç sorgulamadan reddetmek de tekrar tekrar karşımıza çıkmaktadır. İskandinavların umudu, acımasız kurt Fenrir’in ağzından damlayan salya olarak görmeleri anlamlıdır. Thermopylae’de olduğu gibi, Efrîn’de de kahramanlar, umut yokken sadece cesurca değil, aynı zamanda neşeyle savaşanlardır.

Efrîn işgal edildi, yağmalandı, etnik temizliğe uğradı. İşgalin üzerinden beş yıl geçmişken Efrîn, Kürt nineler ve siyasi aktivistler tarafından hâlâ her gün anılıyor. İşte bu da umut karşısında duyulan cüretkâr umudu temsil ediyor. Yerinden edilmiş pek çok Efrînli, büyük bir özlemle bana defalarca aynı sözü tekrar etti: Efrîn Suriye’nin en verimli toprağı, bir “cennet”, zeytinliklerle dolu bir cennet bahçesi. Bu benzetmenin gösterdiği gibi Efrîn hâlâ ideal ve ulaşılamaz bir yer, insanları büyük fedakârlıklara sevk edebilecek bir yer.

Aslında bu, çadır kumaşlarının yavaş yavaş beton duvarlarla, tozlu bahçelerle çevrelendiği Şehba mülteci kamplarının coğrafyasına içkin bir gerilim. Kurulan her bir ev, çorak topraklarda geçirilen zorlu yıllar ile geri dönme umudu arasındaki karmaşık ilişkiyi somutlaştırıyor. Bu kamplar yerinde kaldığı sürece, gerçekleşmemiş olduğu kadar güçlü bir umut, kaynağı görüş alanının dışında bir yerlerde, temas hattının hemen ötesinde, durmaksızın yeşermeye devam edecek.

 

 

İngilizceden Çeviren: Oğul Köseoğlu

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.