Düşünce ve Kuram Dergisi

‘Yaşam İstemi’nin En Yoğun An’ı: Devrim

Zeynep Kaplan

Kendi başına eyleyebilen, düşünebilen ve kendini bilen varlık olarak insanın, bu yeteneklerini kullanamadığı, çoğu zaman yeteneklerinin bilincinde bile olmadığı alan, iktidar alanıdır. Bu alanı insan için bir “boşluk anı”, iktidar için ise “fırsat anı” olarak ele alabiliriz. Dolduracağı boşluktan da anlaşılacağı gibi insanı kendiliğinden uzaklaştıran, düşünemez ve eyleyemez kılan iktidarın bin bir yüzü, yolu ve aracı vardır; ama temel aracı baskı, yöntemi ise itaattir (köleliktir). İktidarı sadece siyaset terminolojisindeki haliyle devleti elinde bulunduran güç olarak değil, her bireyde gelişebilen, kendi dışında kalan canlıları ve doğayı istediği şekle sokan şiddet olarak ele alıyoruz. Bu da onu savaşılması güç, devasa bir tehlike kılıyor. Belli bir zümrenin elinde, bir kurumla sınırlı olduğu fikri şüphesiz daha rahatlatıcı olurdu.

İktidarın ne olduğunu biraz somutlaştırmak istersek eğer: Kadını özel ve genelevlere kapatıp bin yıllarca onu dilsiz, tarihsiz, felsefesiz, toplumsuz bırakandır; yüzyıllardan sonra bile insana inanılmaz büyüklükte gelen piramitleri bir deri-bir kemik insana yaptırandır; Aydınlanma çağında olduğunu iddia eden Avrupa’da cadı avları yaptıran, plantasyonlarda köleleştirendir; soykırım kampı Auschwitz’tir; milyonların kimliğini yok sayan ulus-devletlerdir (Unutulmamalıdır ki bunlar binlercesi arasından seçilmiş sadece birkaç örnektir). Yani iktidarın çoğu zaman vahşetle arasında ince bir çizgi bile yoktur; sınırsızdır, insan dışıdır.

İktidar ne genlerdedir -ki insanın doğumuyla var-, ne Tanrı’dan vahiyle gelir (çünkü Nietzsche’nin dediği gibi “Tanrıyı öldürdük”), ne de mevcut teknolojiyle geldiği kanıtlanabilir. İktidar, insan yaratımıdır ve insanın insanla olan ilişkilerinde yeniden ve yeniden üretilir; ama ne kaderdir boyun eğilecek ne de her an her yerdedir. Yaşam, koca bir boşluk değildir, çünkü irade henüz tükenmemiştir.

Toplumsal bir varlık olan insan, kurumlar etrafında örgütlenir ya da örgütlenip kurumlar kurar. Bu bir yaşam şekli, toplum olarak var olma (ortak fikir, ortak eylem etrafında) durumudur. En belirgin şekliyle iktidarın üretildiği kurumlar ise aile, okul, kışla, cezaevi ve devlettir. Her türlü psikolojik baskının yanında şiddeti de en çıplak haliyle uygulayabilecek meşruiyeti yakalamış olan bu kurumlar, insanları “ehil merkezleri”, itaatin öğretildiği yerlerdir. Yine de her birinin farklı yöntemleri, ellerinde bulundurabilecekleri iktidarın limitleri, sınırları vardır. Bu alanlar, birbirlerini beslemekle beraber, çakıştıkları alanlarda da yetki sorunu yaşarlar. En güçlüleri şüphesiz kendisinin ezelden gelip ebediyete kadar gideceğinin propagandasını yapan, kutsayan, en güçlü olan, her şeyi elinde tutarak diğer kurumları da kendi politika alanı olarak kullanan “devlet”tir.

İktidarın üst üste biriktiği, en komplike olduğu alan olan devlet, tarihsel açıdan incelendiğinde pek çok şekil ve isim almış olsa da yıkıldığı her alanda daha acımasızca kurulabileceği bir zihniyeti başarıyla oluşturmuştur. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın dediği gibi, “Baskıcı, sömürgen bir grup ve sınıfların yaşam formu olarak” var olmuştur. Bu sınıfın yaşam formu olan devlet, sınıfı, emeksiz bir şekilde elde edilen geçim kaynaklarına, aşırı harcamalara, lüks yaşama sahip kılarken sahte özgürlük hayallerine de form olma işlevini üstlenmiştir. Toplumun ancak yüzde 5’ini oluşturabilecek bir iktidar elitinin temel kazancı savaşlar ve bu savaşlar süresince taktığı “toplumsal güvenlik” maskesidir. Kendine karşı çıkan toplumsal hareketleri çoğu zaman kan ve tehditlerle bastırırken, birbirleriyle savaşlarında da mazlum halkı öne sürerek katlettirir.

Her ne kadar bugün Kürdistan’da iktidarın kanlı yüzü ön planda olsa da diğer kamusal alanlardaki ölümü aratır politikalarını da incelemek gerekir. Eğitim, sağlık, idari yönetim, spor, sanat vb. alanlar devletin bürokrasinin elinde kıvranırken, devlet ekonomiyi ikinci büyük silah olarak kullanır. Doğal kaynakları, insanın emeğini en ucuz şekilde tekellere sermaye olarak peşkeş çekerken bir yandan da fakirlerin mallarına, gelirlerine ağır vergiler koyar. Vergiler sonucu verilen hizmet de genelde ya ölüm olur ya da iş yapabilecek kadar doyurulan insan sürüsü yaratmak.

Bu kadar olumsuzladığımız devletin devamlılığını sağlayabilmesinin nedeni tabii ki halkın ne ona olan sevgisi ne yaşamdaki mutluluğu ne de eksik akıllığıdır. Devlet farklı ölçülerde de olsa, yaşamın devamlılığı ve düzeni için çeşitli hizmetler götürür; iş verir, hastane yapar, yol yapar vb. Toplu halde (milyonlarca insanın) yaşamanın gerekliliği olan “yönetim”in yerini alır; insan doğasının kötülüğe, hırsızlığa, öldürmeye uygun olduğunu söyleyerek kendisini mutlak iyi olarak dile getirir; hukuk ve ceza sistemiyle kötülüğe engel olur; toplumdaki eşitsizliği, haksızlığı, ahlaksızlığı, politikasızlığı giderir. Toplum buna bazen inanır, bazen başka seçeneği yoktur diye tahammül eder; diğer taraftan da bazıları başkaldırır. Bu başkaldırılar insanlık tarihinin en kutlu anlarıdır, özgür yaşam umudunun kaynağıdır.

Devlet, bir iktidar elitinin elinde bulunan bir kurum olduğu halde, halkın, kendi kendini yönetmesi anlamına gelen demokrasi kavramına ilgisi yüksektir. Bu ilginin kaynağı tabii ki halkın tarihsel olarak ulaştığı bilinç düzeyinin bir dayatmasıdır. Monarşilerle, hanedanlıklarla bin yıllarca yönetilen halkın isyanları sonucu sistem değişmiş, yönetim de temsilcilerden oluşan parlamenter rejimlere dönüşmüştür. Daha en baştan burjuvalarla dolu meclislerin kurulması yapısal bir sorun olduğunu ele vermekle beraber, halkın temel başkaldırı noktası da “neden bir işçinin ya da köylünün orada olmayışı” meselesi olmuştur. Onlar tarafından geliştirilen teoriler, yapılan söylevler demokrasi ile özgürlük kavramları çerçevesinde çeşitli şekillerde yapılmıştır.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan en geniş anlamıyla demokrasiyi, “iktidarı tanımamış toplulukların kendilerini yönetmesi” olarak tanımlar. Çünkü demokrasi, güçlü bir toplumsal irade ve toplumsal eylem sonucunda oluşur. Devasa yetkilerle donatılmış tek merkezden toplumu idare etmek demokrasi değil, devlettir. Bu noktada demokrasi ile devlet arasında çelişki ve çatışmaların yaşanması daha anlaşılır olmaktadır. Bu çatışmaların tarihte hep var olageldiği -Şeyh Bedrettin’den Hallac-ı Mansur’a, Spartaküs’ten Heretiklere, Ortaçağ’da angarya olarak çalışan köylünün isyanından 20. yüzyılda milyonları bulan isçi grevlerine, Paris Komünü’nden Ekim Devrimi’ne ve günümüzde Kürdistan’da yürütülen demokratik modernitenin kapitalist modernite ile savaşına kadar- en açık şekilde görülür. Bu demokrasi hareketleri, amaçsal, yapısal, eylemsel olarak çok çeşitli olmakla beraber devlete karşı bir direniş geleneği çerçevesinde toplumsal bir birlikteliğin de örnekleridirler.

Demokrasi, iktidarın dışında kalan toplumsal bir özyönetim olarak tanımlarken, bunun kurumlaşmasının nasıl olduğu, nasıl yürütüldüğü de tanımlanmalıdır. Bu tanımlama özyönetimin bir gerekliliği olmakla beraber -günümüzde iktidarın kılıcıyla tanışmamış tek bir halk kalmadığı için- kendini savunma ihtiyacını da karşılar. Çünkü devletin hamuru baskındır ve saldırı ile yoğrulmuştur. Demokratik kurumlaşmalar, bireylerin kendi kararlarını verebilecekleri kadar hücresel olmalıyken, aynı zamanda binleri, milyonları beraber yaşatabilecek kadar da geniş olmalıdır. On haneli bir köyün de yaşamını düzenleyebilmesi, on bin nüfuslu bir mahallenin de aynı şekilde birlikte yaşayabilmesi için kurumlara ihtiyacı vardır. Bu kurumların birbirinin aynısı olması, nitelik ve nicelik olarak sabit olması daha baştan anlamsız olur. İhtiyaçlar temelinde farklı işlevlerde ve nicelikte birlikler herkesi içine alacak şekilde oluşturulmalıdır. İsimleri, “komün”, “meclis”, “komite” vb. olabilir; önemli olan bu kurumların demokratik zihniyetin üretim merkezleri olmasıdır. Kendi kararlarını verirken, toplumsal düzeni, dünyadaki diğer insanları ve doğayı düşünüp koruyabilmesidir; kendi iradesini koruma sorumluluğuyla birlikte kendini tüm dünyaya karşı sorumlu görmesidir.

Kuşkusuz yukarda demokrasiyi tanımlarken devlete karşı komplolar, ele geçirme planları yapmadığımız görülecektir. Yine devleti tanımlarken onu “hayati bir gereklilik” ya da “doğal bir oluşum” olarak da görmedik. Yapmaya çalıştığımız, teorik olarak, olabildiğince devlet fikrinden uzaklaşmak, onun zihniyet unsurlarından kurtulmaktır. Bunun pratikteki yeni gerçek yaşamdaki karşılığı ise savaş ya da devrim olur. Eğer devleti yıkıp yerine yeni bir devlet kurma amacı gütseydik destek verecek bir devlet mutlaka bulurduk; ama devleti istememek dünyadaki bütün devletlerin temel korkusudur. Bir benzetme yapmak istersek, mitolojik anlatılarda kendine inanan insan kalmayınca ölen tanrılar gibi, devlet de kendisine inanılmazsa ölür ve bu onun için bir felaket olur.

Devrimi böyle tanımlarken devletle sonuçlanmış sosyalist devrimleri yadsıdığımız düşünülmemelidir. Ve “devrim” kavramı üzerine bir tekel kurma amacı da güdülmemektedir. Bu, devrime dair yeni bir paradigmatik açılımdır. Ve bu yeniliğin temel karakteri teorik olarak da pratik olarak da kibirden kaçınmadır, kendini tekleştirmemedir.

Savaş ile devrimin birlikteliği insanlığın tarihsel tecrübeleri sonucu oluşmuştur. Her devrim kalkışması ahlaksızca yürütülen bir saldırıyla yüz yüze kalmıştır. Devrime kalkışan insanlar sadece yargısız infazlarla değil, işkenceler, tecavüzler, katliamlarla karşılaşmıştır. Saldırıların amacı sadece isyanı bastırmak değil, karşısındakini insanlıktan çıkarmak, kendine karşı öz saygı bırakmamaktır; zayıf, zavallı boyun eğen insanlar yaratmaktır. Mağdur olanlar kadar failler de insan dışılaşır. Savaşın dışında kalan, onu izleyen insanları da sorumlu ve suçlu eder. Dünyadaki masumiyeti öldürür.

Devrim tabii ki acılarla yoğrulmuş, trajedilere yol açmış bir olgu, olaylar silsilesi değildir (İsyan etmeyen halkların durumu daha trajiktir). Devrimler, güçlü duyguları, büyük bağlılık ve cesareti, özgürlük tutkusunu, aşkı barındırır. Che Guevara, “Devrimcinin kılavuzu güçlü sevgi duygularıdır,” der ve ekler: “Sevgi cesaret ister, alçak gönüllülük, inanç ister.” Foucault ise, “Dövüşülen şey iğrenç bile olsa, militan olmak için asık suratlı olmak gerekmediğini kabul edin,” diye seslenir. Devrim zamanları, nice şiirlere ve romanlara ilham olmuş, o coşkuyu sanatsal formlara sokmuştur. Yine de onlara dair söylenenler gerçeği tarif etmekte yetersiz kalır. Günümüz açısından devrim yaşam istemidir; iyi, güzel, doğru, özgür bir yaşam… Çünkü iktidar yaşanacak alan bırakmamıştır. Yaşam diye sunulan şey onların sofralarından dökülen kırıntılardan başka bir şey değildir. Devrim; kültürünü, toprağını, onurunu, tarihini, geleceğini koruma, kurtarma eylemidir. Çünkü iktidarların gözünde bunlar beş dakika harcanacak değerdedir. Onların tek kutsalları güç ve paradır.

Devrim, toplumsal yabancılaşmanın, ayrışmanın, sınıflaşmanın aşılması; belki de en başta farklılıkların tanışmasıdır; bireysel hazların toplumsal hazlara dönüşmesidir; ev, iş, eş kıskacından topluma açılmadır; toplumsal sorunların tespiti ve aşılmasıdır; halkların destansı kahramanlıklarının yazıldığı anlardır; hayatı sevmek ve yaratmaktır.

Devrimi bu kadar gerekli, önemli, vazgeçilmez, çokları için kutsal kılan ise özgürlüktür. Çoğu devrimcinin darağacının önündeki son sözleri, mevzilerdeki devrimcinin son kurşunuyla beraber attığı slogandır: “Özgürlük!” Devrime giden yolda atılan ilk adımın nedeni olduğu gibi, son adıma kadar da inançla korunan şeydir özgürlük.

Eski Ahit’e göre, “Tanrı, insanı dünyada iyiye ve kötüye yönelik iki arayışla baş başa bırakır.” Karar sadece onundur. Bazıları ise arayışı özgürlük olarak niteler. Kimileri de iyiyi seçebilme yeteneğini özgürlük olarak görür. Bazılarına göre bir mit, bazılarına göre ise doğada olandır; insanın elinin değmediği yerlerde ya da iktidarın olmadığı her yerde var olandır. Belki de özgürlüğün özünde bu vardır; bir çok tanım, sıfat sahibi olmak, bir kalıba sığmamak; bir çok anlam barındırmak, her anda bulunabilmek…

Devlet ve iktidarı, karşı kutupları olan demokrasi ve devrimi tanımlarken, etrafında dönüp dolaştığımız temel şey “yaşam” ve “ölüm” olgularıydı. Bu açıdan, yazıyı Spinoza’ya kulak vererek sonlandırmak yerinde olacaktır: “Özgür insanın en az düşündüğü şey ölümdür; bilgeliği ise ölüm üzerine değil, yaşam üzerinde yoğunlaşmakta yatar.”

Ve, bilgeliğini görmek gerekir, ölüme giderken, “Yaşamı, uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz,” diyenlerin…

Kaynakça ve Dipnot
  • Foucault, Michel. (2000). Özne ve İktidar. çev. Işık Ergüden & Osman Akınhay Ayrıntı Yayınları: İstanbul
  • Freire, Paulo. (2010). Ezilenlerin Pedagojisi. çev. Dilek Hattatoğlu & Erol Özbek. Ayrıntı Yayınları: İstanbul.
  • Fromm, Erich. (1994). Sevginin ve Şiddetin Kaynağı. Nalan İçten & Yurdanur Salman. Payel Yayınları: İstanbul Öcalan, Abdullah. (2012). Kürdistan Devrim Manifestosu: Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü. Ararat Yayınları: Diyarbakır

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.