Düşünce ve Kuram Dergisi

Yeniden Özgür Olma Arayışı: Uygarlığa Karşı Sonsuz Ufuk

Ali Rıza Söylemez

İnsanlık, toplumsallaşma tarihinin yüzde 98 gibi büyük bir çoğunluğunu klan tarzında yaşamıştır. Bu süre boyunca da uygarlığı, iktidarı, hiyerarşiyi ve bunlarla bağlantılı hiçbir yapılanmayı tanımamıştır; küçük birimler biçiminde, yekpare, doğayla uyumlu ve onun bir parçası olarak, komünal tarzda yaşamıştır. İnsanlığın bu uzun zaman boyunca yaşayış tarzı tamamen özgürlük temelinde olmuş, başka bir ilişki tarzı tanınmamıştır.

Toplumsal ilişkilenmede hiyerarşinin doğuşu, uygarlığın gelişiminin ilk adımı olmak kadar, sınıflaşmanın, dolayısıyla onbinlerce yıl yaşanan özgürlüğün yitirilmesinin de nedeni olmuştur. Denilebilir ki, onbinlerce yıl toplayıcılık ve avcılık temelinde varlığını sürdüren, kendi yaşamını idame ettirmekte zorlanan üretim tarzı, avcılık kültürünün etkin bir yapı kazanması, genelde de üretimde giderek bir artının ortaya çıkmasıyla yerini hiyerarşinin doğduğu daha organize ve etkin bir duruma bırakmıştır.

Toplayıcılık ve avcılıkla geçinen küçük komünal klan biriminin yaşayış ve ilişki tarzı, bir yere bağlı olmadan, beslenme ve savunma ihtiyaçlarını giderebilecek alanlar üzerinde dolaşma biçiminde olmuştur. Konar durumunda olunan toprağın ürün devşirmeye-toplamaya ve ava elverişliliği zayıflayınca ya da son bulunca ise başka alanları arama esas yaşayış tarzı olmuştur. Zaman içerisinde gerek toplayıcılıkta, gerekse de avcılıkta artının ortaya çıkması üretim tarzında da bir değişikliğe imkân sunmuştur. Bitki ve meyve tohumlarının tanınması, ekilerek yenilenebilirliğinin keşfedilmesi; av hayvanlarından bazılarının evcilleştirilmesi; besin deposu olarak sonradan kullanılabilir, ürünlerinden ve enerjilerinden yararlanılabilinir hale gelinmesi ise bağımlılık ilişkisinin gelişmesine zemin sunmuştur. Yani toprağa, hayvana ve tohumun ekilmesi dolayısıyla ekine bağlılık konar-göçerlikten yerleşik yaşama geçişin başlangıcını oluşturmuştur. Yerleşik yaşama geçişte şehirleşme ve ona bağlı olarak da sınıflaşmanın gelişmesi ile birlikte zaten şekillenmeye başlayan hiyerarşik yapılanma, toplumsal statüde cinsiyet merkezli farklılaşmanın gelişmesinin zemini olmuştur. Böylece kadının binlerce yıllık doğal otorite konumu son bulmuş, cinsiyet merkezli erkeğin iktidara yürüyen hiyerarşik yapılanması öne çıkmıştır. Ancak bu alt üst oluşu getiren sorun, ne üretim, ne gelişim ne de toplumsal yarar için önemli olan bu ekonomik, sosyal ve yerleşik yaşama bağlı gelişimdir. Sorun, erkek egemen Şaman, büyücü ve kurnaz asker ittifakıyla yanıtlanan toplumun yönetim problemidir. Ana kadın öncülüğündeki komünal yönetim yeni ihtiyaçlar karşısında kendisini yapılandıramamış, gelişen analitik aklı aşamamıştır. Yüzbinlerce yıl yaşanmış olan özgürlüğün yitiminde başlangıcın burası -yani kadının toplumsal statüsünden edilmesi- cinsel kırılmayla gerçekleşmiştir. Bu, evrensel tarihimiz için büyük bir kırılmadır.

Kuşkusuz bunlar bugünden yarına gerçekleşen olaylar, gelişmeler değildir. Kadının toplumsal statüsünden düşürülmesi, ana-tanrıçadan erkek tanrıya geçiş, ana-tanrıçanın silik bir figür haline gelmesi binlerce yıl süren bir zaman içerisinde gerçekleşmiştir. On bin yılı aşkın bir zaman devam eden tarım ve köy toplumu anlamına gelen Neolitik Devrim’in sonlarına doğru kadının toplumsal statüsü zayıflamasına rağmen, yine de önemli bir konumda olduğu söylenebilir. Kazılardan elde edilen bulgular ve mitolojik destanlar, Neolitik Devrim’in sonlarına doğru hiyerarşinin eril bir yapı kazanmaya, ana-tanrıça figürünün zayıflamaya ve erkeğin toplumsal statünün “belirleyeni” konumuna gelmeye başladığını göstermektedir. Günümüzde halen bu “belirleyicilik”, devletçi uygarlığın öncülüğünü yapmaktadır.

İbadet merkezleri olarak tapınakların oluşması bu süreci tamamlayan önemli faktörlerden biridir. Neolitik Devrim’in köylerinden ibadet merkezlerine doğru göç, uygarlığa temellük edecek olan şehirleri oluşturacaktır. Köylerden şehirlere akışın olması, belli merkezlerde nüfus yoğunluğunun artmasına; artan nüfusun rahip-krallar tarafından planlı, düzenli ve disiplinli bir tarzda üretime koşulmaları ise üründe muazzam bir fazlalığın oluşmasına imkân tanımış; bu da rahip-kral şahsında erkeğin iktidarının kesinleşmesini getirmiştir. Üretim bolluğu ve artan refah, toplumun büyük çoğunluğunun rahip-kralın, tanrı-kralın denetimine girmesine, olumsuzluklarının görülmemesine neden olmuş, dolayısıyla toplum üzerinde mutlak egemen olmalarını sağlamıştır. Özgürlüğün yitimi anlamına gelen kent-sınıf-devlet-iktidar iç içeliği, bu gelişmelerin neticesinde ortaya çıkmıştır.

 

Özgürlüğün Yitimiyle Varlık Bulan “Uygarlık”

Yabanıllık, barbarlık, uygarlık tanımlamaları tarihsel ve toplumsal gerçekliği tanımlamaya yetmemektedir. Uygarlığın toplumsal gelişme anlamında ileri olduğu değerlendirmesi de gerçeği ifade etmekten uzaktır. Eğer artan refah ve teknik gelişmeyle bağlantılı olarak uygarlık değerlendirmesi yapılırsa, bu gerçekçi olmaz. Şehirleşme, sınıflaşma ve devletleşme öncesinde de çok önemli teknik gelişme ve ilerlemelerin olduğunu tarihsel bulgu ve belgelerden öğreniyoruz. Neolitik Devrim sürecindeki icat ve gelişmelerin toplumsal gelişmelerin temel dinamiğini oluşturduğu, tarihsel kayıtların arasındadır. Binlerce yıl insanlığa yeten teknik gelişme ve icatların Neolitik Devrim sürecinde geliştirildiklerini, ürün bolluğu, toplumsal refah ve ilerlemenin esasta bu dönemde geliştiğini de biliyoruz. Tarihçi Gordon Childe, Neolitik Devrim sürecinde gerçekleştirilen icat ve gelişmelerin, 16. yüzyıl Avrupa devrimsel gelişmelerine kadar aşılamadıklarını, bu zamana kadarki tüm gelişmeleri yönlendirdiğini belirtmektedir. Bu da doğru bir tarihsel değerlendirme ve tespittir.

Neolitik Devrim’in yarattıkları arasında refah artışı kadar; temel zihni formasyonların, mekaniğin, tekniğin; üretimin temel kalıplarının; yerleşke olarak köylerin, tapınakların kurulması da sayılabilir. 16. yüzyıla kadar yaşanan gelişmeler, teknik başta olmak üzere, biçimsel olmanın ötesine geçememiştir. Yeni teknik tarz ve icatlar ancak bu tarihten sonra devreye girmiş veya gelişebilmişlerdir. Denebilir ki, bildiğimiz anlamda uygarlığın gelişmesi için gerekli olan ne varsa bu dönemde üretilmiş, geliştirilmiş, yaratılmıştır. Uygarlığın zihni formatlarının-kalıplarının şekillenmesinde “ana rahmi” rolünü oynayan Zigguratlar, Neolitik tapınaklarının iktidar amaçlı dönüştürülmesinden hareketle gelişmişlerdir. Şehirler köylere, geniş tarımsal üretim Neolitik’in köy temelli tarımına dayanarak uygarlığın şafak vaktine ulaşılmıştır. Buna rağmen, uygarlığın gelişimine kadar bir iktidar ve tahakküm aracı olarak devlete ihtiyaç duyulmamış, sınıflaşma yaşanmamıştır. Burada sorulması gereken soru; uygarlıkla eş anlamlı olan sınıflaşma, devletleşme ve iktidarlaşmanın gelişmesinin zorunlu olup-olmadığıdır. Peki, sınıflaşma ve devletleşme anlamında uygarlığın gelişmesi kaçınılmaz mıydı?

Biçimleri ne olursa olsun hiyerarşik devletli uygarlığı savunan sınıflı toplum ideolojileri, devletleşme ve sınıflaşmayı kaçınılmaz olmanın ötesinde, tanrısal iradenin tezahürü olarak ilan ederler. Tüm yaratımlar gibi devlet ve sınıflaşmanın ifadesi olan toplumsal farklılaşmanın da evrenin oluşumuyla birlikte var olduğu ve onu değiştirmenin veya ortadan kaldırmanın mümkün olmadığı dillendirilir. Özgürlüğün varlığı ve yokluğu da yine aynı yaklaşım temelinde ele alınır. Yine “insanın özgürlüğünün sınırlarının Tanrı tarafından belirlendiği”, “toplumsal farklılaşmanın ‘alın yazısı’ olduğu” ve “onu değiştirmenin mümkün olmadığı” da söylemleştirilir. Tanrı ve evren gibi, bu toplumsal yaratımlar da ezel-ebed söylemiyle toplumsal zihniyette yer edinmelerini sağlamıştır. Oysa ki, tüm yaratımlar gibi bu yaratımlar da toplumsal niteliktedirler. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, “Toplumsal gerçekliklerin inşa edilen gerçeklikler olduğunu,” AİHM’sine sunmuş olduğu savunmasında yetkin bir tarzda tespit eder. Demek istediğimiz ezel-ebet söyleminin bir kurmaca ve toplumu yönlendirmeyi amaçladığıdır. Ezel-ebet değerlendirmesi ve kutsallık atfedilen, aslında sadece Tanrı, devlet ve sınıflaşma değil, aynı zamanda özgürlüğün yoksunluğudur da.

Kaba materyalist felsefi değerlendirmeler de özünde farklı yaklaşmamışlardır. Pozitivist doğrusalcı tarih anlayışına göre -ki bunun içine materyalist tarih anlayışı da girer- hiyerarşinin, sınıflaşma ve devletleşmenin gelişmesi, uygarlıksal ilerleme ve komünist toplumun yaratılması için “mutlak, zorunlu bir kötülük” olarak kaçınılmazdır. İnsanlığın yüzbinlerce, hatta milyonlarca yıl yaşamış olduğu devletsiz ve sınıfsız toplumsallık, bu özelliklerle donanmadığı için bir çırpıda “yamyamlık” ve “barbarlık” olarak damgalanmış, sınıflaşmanın sistemli hale gelmiş ve zor araçlarıyla donanmış hali olan devletli durum ise, uygarlık olarak tanımlanmış, bilim ve ilerleme adına adeta kutsanmıştır. Her ne kadar devletin gelişimi “zorunlu bir kötülük” olarak tanımlanmış olsa da, “mutlaklık”la birlikte ele alınması ve değerlendirilmesi, “zorunlu kötülük” izahını etkisiz kılmıştır.

İnsanlığın milyonlarca yıl sınıfsız ve özgür yaşadığı tarihsel zamanlar, doğal toplum özelliğinden arındırılarak değerlendirilmiştir. Sonuçta toplumun komünal niteliği vurgulanmış ise de, bu vurgu, “ilkel” tanımlamasının altında kalmıştır. Yani insanı bir “meta”, bir “üretim aracı” olarak ele alan köleci sınıflaşma, doğal toplumun özgür yapısının alternatifi olarak ele alınmış, yorumlanmıştır. Uygarlığın sınıfsal karakteri üretim araçlarındaki değişimlerden hareketle adlandırılmış, tarihsel gelişme ve ilerlemenin bu adlandırılış temelinde oluştuğu ve geliştiği-gelişeceği varsayılmıştır. Bu tanımlama, sadece tarihi toplumsal bölümleme olmamış, aynı zamanda insanı bir meta, bir üretim aracı olarak da onaylamıştır. Pozitivist tarih anlayışı toplumun uygarlık bölümlemesini; ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist ve komünist toplum olarak isimlendirip tanımlamıştır.

Peki, gerçekten insanlık bu tip toplum modelleriyle tanışmış mıdır? Her ne kadar adına sistemler kurulmuş ve toplumsallık atfedilmiş, genel bir yargı olarak kabul edilmiş olsa da, gerçekte değişen toplumsal yapılar değil, biçimler olmuştur. Serfin dönüşmüş köle olmadığını kim iddia edebilir? Daha yakın bakılarak proleterin ücrete bağlanmış köle olmadığını, köleden dönüşmüş ücretli olmadığını kim söyleyebilir? Eğer böyle ise, o halde toplumsal bölümlemeyi uygarlık ve özgürlük diyalektiğiyle bağlantılı yapmak daha doğru olacaktır.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan toplumsal gelişmelerden hareketle tarihin bölümlenmesinin; doğal toplum, hiyerarşik-devletli toplum ve demokratik çoklu toplum olarak yapılmasının daha doğru olacağını, tarihin bu üç toplum modelini tanıdığını belirtmektedir.

Biçim olarak değil de toplum modeli olarak ele alındığında doğru tanımlamanın bu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır (Yukarıda belirttiğimiz pozitivist değerlendirmenin toplumsal kabulde etkili olduğunu bilerek bu değerlendirmeyi öne çıkarıyoruz).

Öcalan savunmalarında biçim ile model arasındaki farkın ne olduğunu çok kapsamlıca çözümlemiş, sınıflaşma ve devletleşmeyi de “tarihteki bir sapma” olarak değerlendirmiştir. Bu da en az diğer değerlendirme kadar anlamlı, çözüm değeri yüksek bir değerlendirmedir. Doğru olan; devletleşme, sınıflaşma, iktidarlaşma ve daha genel olarak uygarlığın kaçınılmaz bir zorunluluk olmadığı, insanlığa karşı bir karşı-devrim olduğudur.

 

Altınçağ Arayışı: Uygarlık Karşı Devrimine Karşı Özgürlük Arayışı

Tüm tarihçiler, Sümerlerin hiyerarşik devletli uygarlığı geliştiren merkez olduğu yönünde hemfikirdirler. Daha ileri gidenleri de vardır. Öyle ki, S. N. Kramer, tarihi bile buradan başlatır, insanlığın toplumsal gelişmesinde önemli etki ve katkıları olan hemen her şeyi bu merkez bağlantılı olarak değerlendirir. Kramer’in bu değerlendirmesi denebilir ki, uygarlık tanımlamalarının üzerinde geliştiği temel değerlendirme olmuş, doğrusalcı tarih anlayışı da bu yaklaşımı esas alarak tarih yaklaşımını sistematize etmiştir. Sınıflaşma, şehirleşme, devletleşme ve bu doğrultuyu koşullayan diğer gelişmelerin başlangıç yeri olarak Sümerlerin tespit edilmesi, her şeyin devletle birlikte geliştiği veya var olduğu değerlendirmesi, özgürlüksüzlüğü ve tanrısal iradenin kaderci yaklaşımlarını yansıtır. Kuşkusuz ki, bunun yanlışlığı ve buna karşı mücadele de Sümerlerde başlamıştır. Sümerlerdeki üretimin fazlalığı, bu fazlalığın -Zigguratlar esas olmak üzere- belli merkezlerde ve ellerde yoğunlaşması, rahip-kralların ve giderek tanrı-kralların her şeyi kendi denetimlerine almalarına ve giderek sınıflaşmanın doğup gelişmesine neden oldu. Ahlaki- politik toplum bunu gerçekte hiçbir zaman kabullenmemiştir.

Devletli uygarlığı geliştiren Sümerler, geliştirdikleri şeyin insanı özgürlükten ettiğini ve dolayısıyla da insanın özüne aykırı olduğunu erkenden fark etmiş, özgürlüklerini yeniden kendi ellerine alabilmek için mücadele etmişlerdir. Sümer dilindeki “Amargi”, özgürlük arayışının karşılığı olarak ve aynı anlamda geliştirilmiştir. Sümerler Amargi’yi özgürlüğün karşılığı olarak kullandıkları gibi, “anaya dönüş” anlamında da kullanmışlardır. “Anaya dönüş” ve özgürlüğün tek kelimede karşılık ve hayat bulması, devletli uygarlığın gelişiminin ve özgürlüğün yitiminin henüz başlangıcında olunan zamanda bile, kaybedilenin öneminin farkında olunduğunu göstermektedir. Gerçekten de özgürlüksüz insanı düşünmek, hayal etmek mümkün değildir. Sümerlerdeki bu içkin durum ve “anaya dönüş” fikri bile, başlı başına uygarlığın özgürlük karşıtı olduğunu, insana ve topluma yabancı olduğunu, toplumsal tarihteki temel sapmalardan biri ve başta geleni olduğunu göstermeye yetmektedir.

Kuşkusuz ki, özgürlük arayışı Sümerlerle sınırlı kalmamıştır. Beş bin yıllık hiyerarşik devletli uygarlık zamanlarının tümünde ve halen de geçerli olan insanlığın temel arayışının özgürlük olduğunu söylemek gerekir. Sınıflı-devletli uygarlığın toplum üzerindeki baskısı, özgürlük alanını sınırlaması, insanlığın özgürlük arayışlarını daha yüksek sesle dile getirmesini, bu uğurda mücadelelerini yükseltilmelerini de beraberinde getirmiştir. Doğal toplumun komünalist ve özgürlükçü yaşayışı, devletli uygarlığın “şehirli, gelişkin, ileri ve refah düzeyi yüksek”, kısacası Arap dilindeki tanımıyla “medeniyet”e tercih edilmiştir. Latin şairler Ovidius ile Horatios, toplumun bu tercihlerinin dili olarak doğal toplum dönemini “Altın Çağ” olarak tanımlamış, insanlığın dönüş özlemlerinin de bu olduğunu dile getirmişlerdir. İnsanlık her gün, her an zihinlere empoze edilen uygarlığın “ileri” özelliklerine rağmen, “geri”, “ilkel” olarak tanımlanan doğal toplumun özgür ve komünalist yaşam arayışında olmuştur. Bu arayış kaybedilenin değerini de bize göstermektedir.

Köleci Roma İmparatorluğu sürecinde, Horatius ile Ovidius’un şiirlerinde dile gelen “Altın Çağ” arayışıyla, toplumsal ve tarihsel olarak doğal topluma geri dönüş arzusu dile getirilmiştir. Uygarlığa karşı tepki ve öfkenin büyüklüğü, arayışın geriye dönüş biçiminde dile getirilmesine, bu biçimde formüle edilmesine neden olmuştur. Suçlunun iyi ve doğru tespit edildiği kesindir; uygarlık ve onunla bağlantılı şehirleşme, devletleşme, sınıflaşma bu suçun zanlıları olarak görülmüşlerdir. Tepki ve öfkenin büyüklüğü, insanlığın genel yaratımları olan bilimsel, teknik ve toplumsal gelişmelerin tepkisel reddini de içerir hale gelmiştir. Oysa biliyoruz ki, devlet, sınıf, hiyerarşi, egemenlik vb. dışındaki, ister teknik, ister üretim bağlantılı olsun tüm gelişmelerin insanlığın genel yaratım ve kazanımları arasında değerlendirilmesi gerekir. Özgürlük istek ve arayışlarının büyüklüğü, kendi yaratımlarının reddini bile içerebilmiştir. Yani 19. yüzyıl İngiltere’sindeki Chartizm hareketinin sömürülmelerinin nedeni olarak gördükleri makineleri parçalamaları gibi… Antik Çağ’ın özgürlük arayışçıları da özgürlüklerini ellerinden alan uygarlık bağlantılı her şeyi reddetmiş, ortadan kaldırmak istemişlerdir.

Bu taleple hareket eden özgürlük arayışçılarının yaklaşımlarını yargılayamayız. Toplumsal geriye dönüşü istemelerine rağmen, özgür yaşama arayışlarına anlam verebiliriz, vermeliyiz de. Çünkü aradıkları ve istedikleri, sahip oldukları tüm şeylerden daha değerli olan özgürlükleridir. Sınıflı uygarlık tarihi boyunca yüz milyonlarca insanın bu uğurda canını vermiş olması, bu istemi anlamamızı kolaylaştırır. Kuşkusuz ki, üretim tarzı ve teknik olarak toplumsal geri dönüş gerçekçi olmadığı gibi, mümkün de değildir. Burada mümkün olmadığını belirttiğimiz şey; insanı, özgürlüğünü ve toplumu reddetmeyecek, doğaya zarar vermeyecek şeylerdir. Yoksa teknik bir ilerleme gibi görünse de, doğayı tahrip eden, eko-sistemi bozan, başta nükleer enerji olmak üzere her türden tekniğin ortadan kaldırılması mümkündür ve olması gerekendir. Toplumsal biçimlerdeki değişiklik ise, yukarıda yapmış olduğumuz değerlendirme çerçevesinde ele alındığında, reel sosyalist sistemdeki gibi biçimsel geriye dönüşlerin olması da mümkündür. Her ikisini de özgürlükleri sınırlayan, kısıtlayan merkezi devletli uygarlığın biçimleri olarak ele almak, bizleri değerlendirmelerde ve arayışlarda doğru sonuçlara götürebilir.

Toplumsal özgürlük ve eşitlik temelindeki Altın Çağ, 19. yüzyıl mücadelelerinde de sıklıkla karşılaştığımız değerlendirmeler olmuştur. Feodal mutlakıyetin, monarşist iktidarların egemen olduğu ve toplumu cendereye aldığı, özgürlüklerin yok edildiği, baskının had safhada geliştiği, dahası biçim değişikliği çerçevesinde yeni bir sınıfın iktidar arayışının gündeme geldiği koşullarda özgürlük, altında toplanılan bir bayrak olarak yükseltilmiştir. Kişi hakları ve güvenliğinin beyannameler biçiminde topluma yansıması, bireysel hakların özgürlük tanımlarıyla öne çıkması kadar, yeni bir Toplumsal Sözleşme’nin yapılması gerektiği dillendirilmiştir.

1. J. Rousseau’cu öğreti, Altın Çağ arayışlarını doğru bulmakla beraber, geri dönüşün imkânsızlığı üzerinden hareketle yeni bir Toplumsal Sözleşmeyi önerir. Bu sözleşmeyle toplumun tüm kesimlerinin birbirlerinin haklarına karşı yaklaşımlarının ve dolayısıyla özgürlüklerin sınırlarının da ne olacağının tespiti yer alır. Birinin özgürlük sınırının, diğerinin özgürlük sınırının başladığı yere kadar olduğu biçiminde formüle edilse ve bu en mantıklısı gibi görünse de, bütün ya da toplum bir ölçüde göz ardı edilmiş, bireyle toplum arasında doğru bir denge kurulamamıştır. Topluma karşı birey hakları, burjuvazinin iktidarı gasp etmesinin yolunu açmıştır. Burjuva liberal özgürlükçülüğü bireyin topluma karşı şahlanmasına, ölçü ve sınırların yitip gitmesine, özgürlüğün, gücü yetenin gücü kadar kullandığı bir şeye dönüşmesine neden olmuştur. Burjuvazinin özgürlük adı altında savunduğu, tamamen bireyselleştirilmiş, toplumsallıktan ve örgütlülükten arındırılmış, iktidara zarar vermeyecek olan bir çerçevededir. Toplumsal çerçevede ve gerçekten içeriğine uygun bir özgürlük arayışı geliştiğinde burjuvazinin anında tepkiyle karşılık verdiğini yaşanan örneklerden biliyoruz. Toplumsal Sözleşme ve sınırları çizilmiş özgürlük değerlendirmelerinin bu duruma gelmesinin belki de en önemli nedeni, özgürlüklerin mülkiyetle birlikte ele alınmasıdır. Burjuvazi bu açığı kendi lehine yontarak kullanmıştır.

Rousseau’cu Toplumsal Sözleşme, feodal mutlakıyete, monarkın iktidarcılığına karşı yine bir iktidar aracı olarak ulus-devletin konulmasını öngörür. Rousseau’nun öğretisindeki temel yetersizlik ya da çelişkisinin burası olduğu söylenebilir. Monarkın mutlak iktidarına karşı, daha geniş kesimlere yayılmış, parçalanıp paylaşılmış bir ulus-devlet iktidarı arasında biçimsel olmanın ötesinde bir fark olmadığını değerlendirememiştir. Egemen bir sınıfın yerine başka egemen bir sınıf ikame etmek, özgürlükleri geliştirmek anlamına gelmez. Yukarıda dile getirdiğimiz sınıflı toplum tarihi boyunca meydana gelen değişikliklerin hepsinin de aynı çerçevede oldukları, dolayısıyla her ne kadar özgürlük ve eşitlik istemleriyle yola çıkmış olsalar da, en nihayetinde vardıkları yer, bir sınıfın yerine başka bir sınıfı ikame etmek olmuştur. Unutulan; devletin, sınıfın, iktidarın, kısacası uygarlığın özgürlükle çeliştiği, bu kavram ve kurumların olduğu yerde gerçek anlamda bir özgürlükten bahsedilemeyeceğidir. Gerçek anlamda özgürlüğün olduğu ve yaşandığı bir yerde de devlet, sınıf, iktidar vb.lerinden bahsedilemez. Doğal toplumun özgürlükle birlikte anılmasının en temel nedeni, bu uygarlık araçlarının bulunmayışıdır.

 

Yeni Toplumsal Sözleşmeye Doğru

Kuşkusuz bir toplumsal sözleşme gereklidir. Bu sözleşme birey ile toplum arasındaki dengeleri ve sahip oldukları özgürlükleri koruyacak, her iki yapı arasındaki optimal dengeyi gözetecek tarz olacaktır. Bu sözleşme kişinin özgürlük sınırları ile toplumun özgürlük sınırlarını çizmek kadar, kişiler arasında riayet edilmesi gereken özgürlük sınırlarını da çizecektir. Yeniden yapılacak olan bir toplumsal sözleşme, milliyetçilikle şerbetlenmiş, farklılıkları reddeden, çağını doldurmuş olan ulus-devletin ve sınıfların varlığını ve gerekliliğini, ezen-ezilen toplum gerçekliğini, yine cinsiyet kaynaklı egemenlik ilişkilerini savunmayacak, önermeyecektir.

Yeni toplumsal sözleşme, tüm kesimlerin kendilerini kendi kimlikleriyle gerçekleştirip yaşayabildikleri demokratik konfederalist bir ruhla yapılacaktır. Bu sözleşmeyle Altın Çağ, şairlerin şiirlerinin imgesi olmaktan çıkarılarak ete-kemiğe büründürülecektir. Demokratik konfederalizmle insanlığın uygarlığa karşı sonsuz bir ufuk olan özgür olma arayışı gerçekleşecektir.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.