Düşünce ve Kuram Dergisi

Yöntem ve Hakikat Rejimi Üzerine

Abdullah Öcalan

Kavram olarak yöntem, amaçlara ilişkin en kestirmeden sonuca götüren yol, alışkanlık, sağduyulu yaklaşım biçimleridir. Hedefe hangi yol en doğru ve kestirmeden götürecekse, o yöntem tutturulmuş demektir. Olumlu yanı, denenmiş ve sonuç vermesindeki başarısıdır. Uzun denemelerden sonra belirlenmesi, ilgili yol alıcıları için vazgeçilmezdir. Hemen belirtmeliyim ki; tarihten günümüze insanlığın icat ettiği mitolojik, dinsel-dogmatik, bilimsel yöntemleri tartışmak, bunların kritiğini yapmak başka bir çalışmanın konusudur.

Sadece insan yaşamında değil, tüm canlı ve cansız doğa yaşamında bağlı kalınan yolun, yöntemin, yasaların ifade ettiği hususların farkındayım ve bunlara değer biçmekteyim.

Ama yöntem ve yasa anlayışında her zaman deterministik bir öz taşınırken, bundaki ısrarın, kalıcılığın, gelişmenin ve özgürlüğün inkârına varabilme tehlikesi taşıdıklarını önemle belirtmek durumundayım. Yöntemsiz, yasasız evrenlerin varlığını düşünmüyorum. Ama evrenin sadece matematik bir düzene sahip olduğu Descartes mekanizminin temel olduğuna da inanmıyorum. Matematik ve yasa mantığının hastalıklı olduğuna dair derin kuşkularım vardır. Matematik ve yasa icatçısı Sümer rahipleriyle günümüz bilimsel zihniyeti arasında büyük benzerlik görüyorum. Aynı uygarlığı temsil ettikleri kanısındayım.

Hedefimiz yaşamın anlamına varmaksa, yöntem buna aracılık etmelidir. Kendi başına büyük endüstriyel üretim, büyük devlet, insanlığa mutluluktan çok savaş ve yıkım getirmişlerdir. Üretim ve güç birleşince anlamdan daha çok uzaklaştırmaktadır. Birikim sahipleri yaşam karşısında her zaman en büyük anlayışsızlıkları sergileyen kesimlerin başında gelmişlerdir. Toplumda birikime hep şüpheyle bakılır. Yöntem sorunundan kurtulmak veya aşmak köklü anlamlar içerir. İçinde yaşanılan çağ ve uygarlıkla hesaplaşmayı gerektirir. Tarihsel zamanlarda çarpıcı örneklere rastlamaktayız. Kapitalizme, onun tüm modern kurum ve kalıplara damgasını vuran yöntem ve bilim disiplinlerine radikal eleştiri getirmeden, bu temelde bilimin özgür yaşamı daha yakın kılan yeniden inşasına yönelmeden çıkış aramak beyhude bir çabadır. Modernite-postmodernite ikilemine katkı sunmak niyetinde değilim. Bu konuda sergilenen birçok yaklaşıma saygı göstermekle birlikte, sorunun özünden uzak kalındığı kanısındayım. Postmodernite, modernitenin yeni kılıflar altında kendini sürdürmesi olarak da değerlendirilmektedir.

Yöntem konusunda kendi yorumumu Hakikat Rejimi kavramı adı altında sunmak durumundayım. Bir alternatif yöntem arayışından ziyade, yanılgılarla yüklenmiş, özgürlük değerinden uzaklaştırılmış yaşam sorunlarından çıkış yolu aranması gerektiği kanısındayım. Şüphesiz insan toplumunda hakikat arayışçılığı hep olagelmiştir. Mitolojilerden dinlere, felsefeden günümüz bilimlerine kadar birçok seçenek arayışlara yanıt olarak belirmiştir. Yaşamı bu seçenekler dışında yaşamak düşünülmediği gibi, sorunlar yumağının bu seçeneklerden kaynaklandığı gibi bir ironi de inkâr edilemez. Yani ne onsuz olunur, ne onunla dilemması söz konusudur. Fakat yaşadığımız modernitenin benzersiz bir farkı vardır. Modernite birçok alanda sürdürülemezlik sınırlarına dayanmıştır. Bir çırpıda sayarsak; nüfus, kaynakların tükenişi, çevre yıkımı, sınırsız büyüyen toplumsal çatlaklar, çözülen ahlaki bağlar, yaşamın mekân ve zamandan kopuşu, büyük stresli ve büyüsünü, şiirselliğini yitirmiş yaşam, dünyayı çöle çevirecek nükleer silah yığınakları, sonu gelmeyen ve tüm toplumsal bünyeyi saran yeni savaş türleri gerçek bir mahşeri çağrıştırmaktadır. Bu aşamaya gelişin kendisi bile Hakikat Rejimlerimizin iflas ettiğini göstermektedir. Umutsuz bir tablo sergilemek durumunda değilim. Ama karşımızda, içimizde yiten yaşama karşı sessiz kalacak, çığlık atmayacak halde de değiliz. Umutsuz olmayalım, gözyaşlarına boğulmayalım. Fakat bunun için çare gerekir. Hakikat arayışımız boş bir çaba mıydı, yoksa karanlık güçler çağından mı geçiyorduk? Büyük yanlışlıklar ve saplantılar nerede ve ne zaman yapıldı?

Kapitalist modernitenin ezici biçimde gücünü yanılgılı toplum inşalarından aldığına eminim. Buna karşı büyük mücadelelerin verildiği inkâra gelmez. Başarı diye sunulan sistemlerin başına gelenler de ortada. O halde sistemin hep iddia ettiği gibi yaşanılan, son ve ebedi dünya mıdır? Başka bir dünya mümkün değil midir? Güncel olarak sorulan soruları tekrarladığımın farkındayım. Fakat birçok noktada yöntem hatalarından bilim disiplinlerindeki yanlışlıklara, iktidar ve ekonomi yorumlarından hukuk ve estetiğe hükmeden tahakkümcü anlayış ve kurumlaşmaları sergileyecek durumda olmayı da küçümsememek gerekir. Bu anlamda bir denemeye girişmek gücünü kendimde görüyorum. Bunu özgürlük değerlerine karşı sergilenmesi gereken bir borç, görev olarak da değerlendiriyorum.

İnsan düşüncesine hükmeden iki temel kalıp olan öznelnesnel, idealist-materyalist, diyalektik-metafizik, felsefi-bilimsel, mitolojik-dinsel gibi bölünmeler anlamı zayıf kılmış ve çarpıtmıştır. Bu ikilemlerdeki derinleşmeler kapitalist moderniteye yol açan temel yöntem hatalarıdır. Uygarlık tarihi boyunca düşünce ve inançların bu yönlü gelişimi, geliştirilmesi, iktidar ve istismar sahiplerince hep desteklenmiş ve kurdukları sistemlerinin sürdürülmesinde temel meşruiyet rolünü oynayarak kapitalizmde zirvesine taşınmışlardır. Bu ikilemlerin soyut bir tarih gibi yorumlanması da esas olarak yürürlükteki iktidar ve sömürü sistemlerinin yararınadır. Eğer insanlık zihniyeti bu ikilemlerle boğuşturulmasaydı, hiçbir iktidar ve istismar düzeni tarihte bu denli etkili olmazdı. Zihniyet savaşlarını bu ikilemler tarafından sürdürmek adeta şehvet gibi daha çok iktidar ve sömürü arzusuna yol açar. Hakikat arayıcıları bu ikilemlerdeki başarıları oranında hep iktidar sahipleri ve sömürü odaklarında kendilerine seçkin yer bulmuşlardır. “Hakikat iktidardır, iktidar hakikattir” deyimi büyük geçerlilik kazanmıştır. Buradaki hakikat rejimi siyasi ve istismar rejiminin en sağlam müttefiki konumundadır. Bu ittifakın sonucu daha çok baskı ve istismardır. Bunun sonucu ise özgür ve anlamlı yaşamın yitimidir.

O halde bu hakikat rejimini bırakmak, yöntem itibariyle yapılması gereken ilk ciddi işimiz olmalıdır. Aslında negatif bir duruş gerekiyor: Sistemin hakikat rejimine her cepheden olumsuz davranmak! Kuru bir cephe alıştan bahsetmiyorum. Onu çözerek karşı duruşun sergilenmesi gereğini belirtiyorum. Sadece iktidar ağlarına karşı değil, sömürü odaklarına karşı ancak her yerde karşılarında anlamlı direniş ve topluluk inşa çabaları geliştirilirse, sistem püf noktasından yakalanmış ve çözülmeye başlanmış olacaktır. Tüm toplumsal inşalar zihniyet ürünüdür. Söylenenin aksine, eller ve ayaklar toplumu inşa etmez. Öyle olsaydı karşımızdaki dünya bambaşka olurdu. Tarihin tüm önemli olayları, gelişme süreçleri ve yapılanmaları etkili zihniyetlerin ve iradelerinin eseri olarak ortaya çıkmışlardır. Marksist yöntemin en büyük hatalarından biri, devrimi zihniyet alanlarında yoğunlaştırmadan, günlük baskı ve istismar altındaki proleterden beklemesidir. Proleterin yeniden fethedilmiş köle olduğunu görememişlerdir. Özgür işçi’ safsatasına bizzat düşmüşlerdir. Diğer hatalarla birlikte sonuçları bilinmektedir.

O halde insanlığın bilimsel kazanımlarına da anlam vererek kazanmamız gereken zihniyet nasıl olmalıdır? Günümüzde, daha doğrusu kapitalist modernitede nesnelcilik pozitivist okul ve üniversite kurumlarıyla, öznelcilik her türlü ruhçuluk ve dincilik kurumlarıyla sağlam yer tutup iki yönden meşruiyet üretirler. Birer hakikat yönteminden, rejiminden çok sistemin yağdanlığı rolünü oynarlar. İktidar ve istismarın meşrulaştırıcı kadro ve kurumları olarak çıplak zor ve sömürü kurumları kadar işlevselliğe sahiptirler. Bir kez daha karşımıza iktidar hakikattir, bilim güçtür’ deyişi ile bütünleşen bu sistem güçleri çıkmaktadır. Hakikat arayışı şirket olarak da değerlendirebileceğimiz sermaye-bilim-siyaset üçgeninde somutlaşan oyunun adıdır. Bu oyunun dışında her hakikat arayışı ya sistemin düşmanıdır, yok edilir, ya da içlerine çekilerek eritilmeye çalışılır. Anlamın büyük yitimi karşısında maddi uygarlığın en gelişkin aşamasıyla kuşatılmış bulunmaktayız. Sermaye-bilim-politik güç çemberinden nasıl kurtulunacaktır? Nietzscheden Michel Foucault’a kadar özgürlük filozoflarının cevabını aradığı bu soru, kolay cevaplandırılacak cinsten değildir. Modernite karşısında iğdiş edilmiş toplum ve insanın ölümü yargılarına giden bu filozofları anlamak gerekir. Ölüm kampları, atom bombası, etnik temizlik savaşları, çevre yıkımı, kitlesel işsizlik, yaşamın aşırı sıkışması, kanserde artış, AİDS türü hastalıklar bu yargıları doğruladığı gibi, karşı hakikat arayışlarını o denli ivedi ve gerekli kılmaktadır.

Bir kez daha belirtmeliyim ki, büyük muhalif kuramlar olarak değerlendirilen bilimsel sosyalizm, sosyal-demokrasi ve ulusal kurtuluş akımları modernitenin mezhepleri olarak çoktandır yerlerini belli etmiş ve rollerini oynamışlardır. Birçok postmodern arayışın kılık değiştirmiş modernist düşünce akımları oldukları da kavranmaktadır.

Sistemler zirvedeyken çözülmeye başlar ve düşüşe geçerler. 1970’ler kapitalist modernitenin düşüşe geçtiği dönemi ifade eder. Yöntemde de gözden düşme, parçalanmanın kendini gündemleştirdiği dönemdir. Ekolojik düşüncenin, feminist akımların, etnik-kültürel hareketlerin devreye girmesi bu dönemle bağlantılıdır. Bilimsel yöntemin parçalanışı, başka dünyaların mevcudiyetini ve özgür yorumun değerini ortaya çıkarmıştır. Kaotik olarak da yorumlayabileceğimiz dönemi, algı zenginliği ile karşılamak, farklı zihniyet gruplarını, kendi somutlukları dâhilinde iktidarın her yerinde bir direniş odağı olarak görmek büyük önem taşır.

Tarihsel dönemin yeni değişik yöntemler ve hakikat kurgulamaları açısından verimli olduğunun tespiti, toplumun topluluklar düzeyinde yeniden inşa şansını arttırmaktadır. Özgürlük ve eşitlik ütopyalarının inşa edilmiş toplumsal yapılanmalar halinde somutluk kazanmaları, günün pratik görevleri mesafesindedir. Gerekli olan, girilen yolun bilimsel değeri ve özgürlük iradesinin gücüdür. Hakikat aşkının özgür yaşama yaklaştığı dönemden bahsediyoruz. Özdeyişimiz şudur: Hakikat aşktır, aşk özgür yaşamdır. O halde hem yöntem, hem hakikat rejimi olarak özgür yaşamın peşine aşkla düşmeden ne gerekli olan bilgiye erişebiliriz, ne de yeni öncülükler ve toplumsal dünyamızı inşa edebiliriz. Varsayımlarımız ışığında bilgilenmeyi ve öncü yapılanmaları daha yakından araştıralım:

Araştırmamıza Bacon ve Descartes’in öncüllerini reddederek başlayalım. Özne-nesne ve ruh-beden ikilemini reddettikten sonra insanı temel almak her bakımdan daha uygun bir başlangıç olabilir. İnsan merkezli bir dünyadan bahsetmediğimiz gibi, hümanist bir yaklaşımı da konu edinmiyoruz. İnsanda yoğunlaşan gerçeklikler toplamını konu edinmekteyiz. Buna göre insan hakikatini şu başlıklar altında toplayabiliriz:

  • Maddenin yapı taşları olarak atomlar hem sayı hem diziliş olarak insanda en zengin bir varlığa ve bileşime sahiptir.
  • Biyolojik dünyanın tüm bitkisel ve hayvansal yapılarını temsil etme avantajına sahiptir.
  • Toplumsal yaşamın en gelişkin biçimlerini gerçekleştirmiştir.
  • Çok esnek ve özgür bir zihniyet dünyasını temsil etmektedir.
  • Metafizik yaşayabilmektedir.

Tüm bu özellikleri iç içe, bütünlük dâhilinde aynı anda yaşamanın, örneği olmayan bir bilgi kaynağı olduğu açıktır. Bütünlük içinde bu kaynağı anlamak, bilinen gerçekleşmiş evreni anlamakla özdeştir. En azından anlamak için doğru bir başlangıç değerindedir.

Kapitalist moderniteyi aşma, demokratik moderniteyi geliştirme ve yayma sorunlarına cevap bulabilmek için kanıtlama araçlarını işlenmesi gereken malzeme olarak değerlendirmek gerekir. Bunun için resmi moderniteye yol açan yöntem ve bilgi rejimlerini (hakikat yolu) eleştirmek kadar, postmodernitenin çığır açıcı yöntem ve bilgi sistemle rini de aydınlatmak gerekir. Malzememiz buna yöneliktir. İnsan üzerinde nasıl ve neden yoğunlaşmamız gerektiğini kilit bir sorun olarak serimlemek gerekmektedir. Birey-toplum tanımının doğru yapılması, algılanması önemini korumaktadır. Sosyoloji, psikososyoloji ve antropolojinin bu yönlü çabaları, modernitenin ciddi çarpıtması ve bilgi-iktidar ağlarına takılı oldukları için verimli değildir. Değeri olan bireysel çabalar ise sistemsiz ve örgütsüzdür. Bu konularda Frankfurt Okulu, Fernand Braudel, daha öncesi Nietzsche, sonrası Michel Foucault, Wallerstein başta olmak üzere, ekol düzeyde katkı sahipleri çok değerli yaklaşımlar sergilemelerine rağmen, dönemin (Modernitenin çözülüşü ve yeni postmodernite, ben bunu demokratik modernite olarak adlandırmak istiyorum.) yeni yöntem ve bilgi rejimleri sistemleşmiş olmaktan uzaktır. Çabalar çok ve değerli, ama bölük pörçüktür. Bunda bizzat Wallerstein’ın söylediği kapitalist sistemin zehirlemesi itirafı temel nedendir. Modernitenin kıskacında adeta kıvranmaktadırlar.

Örneğin Nietzsche’nin modernitenin toplumu karılaştırdığı, iğdiş ettiği, karıncalaştırdığı gibi özdeyişleri önemlidir. Sanki elli yıl sonrasını görüyormuş gibi Almanlar için kullandığı süper sarışın hayvan” tabiri faşist sürüleşmeyi ifade etmektedir. Modernleşmenin, ulus-devletleşmenin er geç faşist sürüleşmeyi doğuracağını, Japonya için ‘karınca ulus’ örneğindeki karınca toplumların devreye gireceğini söylerken, güçlü bir görüşü seslendirdiği (Böyle Buyurdu Zerdüşt) açıktır. Adeta kapitalist çağın peygamberi rolündedir.

Max Weber moderniteyi ‘toplumu demir kafese alma’ algısıyla değerlendirirken önemli bir tespitte bulunmaktadır. Rasyonaliteyi büyüsünü yitiren dünyanın sebebi sayarken, uygarlığın maddi karakterini vurgulamaktadır.

Fernand Braudel, tarih ve mekân boyutundan kopuk sosyal bilimleri çok sert eleştirmektedir. Zaman ve mekân boyutundan kaçan anlatımları boş olay yığınları’ olarak değerlendirirken, yöntem sorununa önemli bir katkıda bulunmaktadır. Tarihe getirdiği ‘kısa süre-olaysal tarih, ‘konjonktürel süre-devrevi kriz süresi, ve uzun süre-yapısal süre’ kavramları ufuk açıcıdır.

Frankfurt Okulu’nun aydınlanma ve modernite eleştirisi çığır açıcı nitelikler taşır. Adorno’nun ‘temerküz’ kamplarına yol açan modernite uygarlığını “bir dönemin karanlıkta bitişi” olarak değerlendirmesi yetkindir. Özellikle “Yanlış hayat, doğru yaşanmaz” tabiri çok ünlüdür. Bununla modernitenin yöntem ve bilgi olarak yanlış kurulduğunu itiraf ederken, büyük bir algıya ulaşmış gibidir. Aydınlanma ve rasyonalite eleştirileri de ufuk açıcıdır.

Michel Foucault’nun modernitede göksel tanrının ölümüne insanın da ölümünü eklemesi hayli öğreticidir. Özellikle modern iktidarın toplum içi ve dışı için sürekli savaş anlamına geldiği belirlemesi, güçlü fakat işlenmemiş bir tespittir. İktidar-bilgi-hapishane-hastahane-timarhane-okul hane-orduhane-fabrikahane-kerhane kavram zincirleri, yöntemsel katkılar kadar özgür bir bilgi sisteminin nasıl kurulması gerektiğine dair dolaylı da olsa aynı katkıyı sunar. Michel Foucault, erken ölümü nedeniyle tamamlayamadığı iktidar-savaş-özgürlük çözümlemesinde, toplumun içinde ve dışında daimi savaş hali olduğu için modernitenin insanı öldürdüğünü belirtmek ister gibidir. Özgürlüğün ise savaş dışı olabilmeyi başarmış toplumsal yaşam biçimi olduğu sonucunu çıkarmak olasıdır. O halde tüm yıkım araçlarını üreten endüstriyalizmi, militarizmin kaynağı ve hedefi olan kâr kanununu ve düzenli orduları lağvetmeden, bunun yerine toplumun öz savunması ve ekolojisi konulmadan özgürlük gerçekleştirilemez.

Wallerstein kapitalist dünya-sistem algısında iddialıdır. 16. yüzyıldan günümüze kadar modern sistemin mükemmel bir fotoğrafını çeker. Fakat gerek sistemi değerlendirme (Marks gibi kapitalist aşamayı gerekli sayar, olumlama eğilimindedir) gerek sistem karşıtlığı ve çıkışı için tam net değildir. Bunu burjuva sisteminin şerbetlemesine bağlarken itiraf yapar gibidir. Büyük bir dirayetle Sovyet Rusya başta olmak üzere, sosyalist sistemin kapitalist moderniteyi aşmak şurada kalsın güç verdiğini, çözülmelerinin kapitalist liberalizmi güçlendirmeyip zayıf düşüreceğini söylerken önemli bir tezi dile getirmektedir. Fakat aynı yetkinliği sistemin çözülüşü ve yeni çıkışlar için yapamaz. Modernitenin (kapitalizmin) 1970’ler sonrası girdiği yapısal bunalımın ne zaman ve nasıl sonlanacağı konu sunda belki de haklı olarak kesin öngörülerde bulunmaz. Buna karşın her küçük anlamlı bir müdahalenin büyük sonuçlara yol açabileceğini söylemesi önemlidir. Katı determinizmden hayli uzaklaştığını görmekteyiz. Yöntem ve bilgi sistemi hakkında en yetkin değerlendirme gücüne sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Şüphesiz daha birçok aydının ismini zikredebiliriz. Murray Bookchin’in ekolojiye dair, Feyerabend’in yöntem ve mantığa yönelik eleştiri ve önerileri çığır açıcıdır. Tüm bu aydınlarda eksik olan ortak nokta, bilgi-eylem birlikteliğini yetkince tutturamamalarıdır. Bunda şüphesiz kapitalist modernitenin muazzam kendine bağlayıcı gücü etkilidir.

Marksist ekol, kapitalizmin en sert ve bilimsel geçinen eleştirisi olduğunu iddia etmesine rağmen, ironik olarak bilgi-iktidar konusunda sisteme en yararlı alet konumuna düşmüştür. Liberalizmin sol kanadı olmaktan kurtulamamıştır. Yüz eli yıllık deneyim yeterince kanıtlayıcıdır. Bunun temel nedenini, yöntemini ve tüm bilgi birikimini ekonomik indirgemeciliğe endekslemesine bağlayabiliriz. Toplumun metafizik ve tarihi karakterini çok basitçe ele alan, iktidar olgusunu basit bir hükümet komitesine indirgeyen, ekonomi-politik tahlile bir sihir rolü yükleyen ‘bilimsel sosyalizm, pozitivizmin bir versiyonu olmaktan kurtulamamıştır. Sosyolojiye girişte E. Durkheim ve Max Weber kadar kurucu rol atfedilmesine rağmen, yöntem ve bilgi teorisi konusunda liberalizmin sol ekolü rolünü aşamamıştır. Bir kez daha önemli ve belirleyici olan niyetler değil, topluma hükmeden sistemin (yöntem, bilgi-iktidar, teknik güç) asimile edici, bütünleyen güç odaklarıdır. Ekonomi önemli bir güç olmasına rağmen, iktidar ve diğer temel metafizik güçlerle birlikte doğru bir tarihsel-toplumsal çözümlemeye tabi tutulmadan sistemi (kapitalist moderniteyi) aşmak (hele hele bir ön aşama olarak gerekliliğini meşrulaştırmak), bunun için sorunları ve çözüm yollarını önermek, eylemli kılmak kaba bir pozitivizmden öteye sonuç vermez. Mevcut teori-pratik yeterince kanıtlayıcıdır.

Kapitalist modernitenin radikal bir eleştirisi olarak ortaya çıkan anarşist ekoller yöntem ve bilgi teorisi konusunda yetkindirler. Marksistler gibi kapitalizmin ilericiliğinden dem vurmazlar. Topluma ekonomik indirgemeciliği aşan birçok farklı noktadan bakabilmişlerdir. Sistemin ‘asi çocukları’ rolünü yetkince oynarlar. Sonuçta tüm iyi niyetlerine rağmen sistemin günahkârlığına karşı kendini inatla koruyan tarikatlar olmaktan kendilerini koruyamamışlardır. Marksizm için söylediğim, bu akımlar için de geçerlidir; Sistemi ve aşma sorunlarını doğru tanımlamak ve demokratik modernitenin yöntem ve bilgi-eylem gücünü yetkince kullanmak

Ekolojik, feminist ve kültürel hareketlerin teori ve pratikleri için de benzer değerlendirmeleri yapabiliriz. Bu hareketler modernitenin demir kafesinden kurtulmuş yavru kekliklere benzemektedir. Nerede ve ne zaman avlanacakları konusunda sürekli endişeleniriz. Fakat umut hareketleri olarak görmek yine de önemlidir. Alternatif ana akım geliştiğinde epey katkılı olabilirler. Sosyal-demokrat ve ulusal kurtuluş hareketleri en erkenden modern sistemle bütünleşen ve sürükleyici güçleri olagelmişlerdir. Ana akım liberalizmin iki güçlü mezhebi olmayı başarmışlardır.

Kapitalist liberalizmin birey özgürlüğünden ziyade insan toplumunu kemirme sanatı olduğunu, kaynağını ise geleneksel tüccar kültüründen aldığını tespit etmek zor değildir. Tüccar kültürü ise, Ortadoğu’nun üç büyük tek tanrılı dini dâhil, birçok kadim gelenekle bağlantılı olduğu açıklanabilecek bir husustur. Ticaretin temelindeki metalaşma ve meta değişimi, bir insan kolektivitesi olan toplumlar ve toplulukların çürümesinde ve çözülmesinde başrolü oynamıştır. Ticari zihniyet, çok güçlü bir Ortadoğu geleneğidir. Toplumda tanrı icat ve kutsamalarından devlet idare sanatının komplolaştırılmasına, ahlaka yalan ve ikiyüzlülüğün yapısal olarak yerleştirilmesine kadar birçok kuşkulu simge, kimlik, dil ve yapı öğelerinin yer tutmasında belirleyici etkiye sahiptir. Batı Avrupa’nın katkısı bu sistemi Ortadoğu’dan alıp Rönesans, Reform ve Aydınlanmanın istismarıyla hâkim toplum sistemi haline getirmesinde yatar. Ortadoğu toplumlarında tüccara ve kurumlarına iyi gözle bakılıp, birincil değerde yer verilmez. Bilakis hep kuşkulu bakılır. Avrupada kapitalist modernitenin başardığı ise, meta sistemini toplumun baştacı yapması, tüm bilim, din ve sanatı bu yeni toplumun hizmetine koşturmasıdır. Ortadoğu’da silik ve ikincil olanlar, Avrupada gözde ve birincil oldular.

Günümüz Ortadoğu’sunda Avrupa modernitesini eleştirmek, hatta radikal İslam’la şiddete dayalı olarak karşı çıkmak moda olmuştur. Ama bana göre Edward Saidden Hizbullah’a kadar anti-oryantalist ve modernite düşmanı kesilen bu yaklaşım ve eylem örgütleri, tıpkı Marksist gelenek gibi modernite içi oluşumlar olup, sonuç itibariyle ona hizmet etmekten kurtulamazlar. Çıkışları bizzat modernite sayesinde olduğu gibi, ister başarılı ister başarısız olsunlar, aç kalmış bekçi köpekleri gibi moderniteden dilenmek ve aynı köpeksi yaklaşımla savunmak doğaları gereğidir. Geleneğin sadece elbise ve sakallarını kuşanırlar. Ruh ve bedenleri en gerici modernite artıklarıyla yüklüdür.

Eleştiri yöntemimi ve bilgi değerlendirme tarzımı kalın çizgiler halinde sunduğum kanısındayım. Doğruluğundan çok emin olmasam da, modernitenin yapısal kaos’ döneminden, tercih edilmesi gereken özgürlük ve demokratik çıkışlar için yöntem ve bilim tarzımı geliştirme şansına sahibim.

Yöntem ve bilim sistematiğini kendimizle yeniden başlatmak gibi haddini bilmezlik içinde değilim. Ama değinmeye çalıştığım tüm konularda bir şeylerin yanlış gittiğini, temelde bunun paradigmasal olduğunu göstermeye çalıştım. Yorum ve gerçekleştirme çabalarımın ne yeni bir sistemin kökünden kuruluşu olarak, ne de eleştirdiklerimin tümüyle (inkârcılık, nihilistik) reddi olarak görülmemesi gerektiğini önemle belirtiyorum. Nihayetinde durumuma benzer milyonlarca olaya, trajediye (sayısız katliam, soykırım ve savaşlar) yol açan kapitalist moderniteyi eleştirmek önemlidir. Hele mensubu olduğum halk ve bölge (Kürtler ve Ortadoğu) tarihin en acımasız bir trajik sürecinden geçerken, bundan sorumlu tutulması gereken tüm etkenleri layıkıyla yorumlamak aydın olmanın asgari bir şartıdır. Bir yerde ve zamanda baskı, istismar, eritme ve çıkmaz derinse, yaşam tam ölümden beter bir onursuzluk içinde geçiyorsa, köklü paradigmatik yaklaşımdan başka çaremiz yok gibidir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.